22 Eylül 2012 Cumartesi

AHLAKIN MENŞEİNİ AKIL DÜSTURUNU VİCDAN GÖRENLERİN REDDİYESİ

AHLAKIN MENŞEİNİ AKIL DÜSTURUNU VİCDAN GÖRENLERİN REDDİYESİ
Felsefecilerin içerisinde en mükemmel görüşleri ortaya koyan Kant diyor ki: jslazife veya vicdanî mesuliyet ahlaktır. Bunun menşei akıl, düsturu emr ve vicdandır." Bu görüş, diğer felsefecilere nazaran birçok mesleklerden üstündür. Lâkin Kant'ın ortaya koymuş olduğu "Ahlak, vicdanî mesuliyettir, menşei akıl, düsturu emirdir." tarifi birçok cihetlerden isabetli değildir. Kant'a göre bile akıl ve vicdanın hakîkaten ahlaka kâfi bir temel olması nakzolunmuştur.
Fakat Kant'ın, mücerred akıl ve vicdanı ahlakî kanunlara hâkim kılması doğru değildir.
Çünkü eğer Kant yukarıdaki tarifiyle birlikte vahye teslim bir aklı ve vahye dayalı bir vicdanı kasdetmiş olsaydı, ahlakın temel ve menşei hakktndaki görüşleri isabetli olurdu.

Haydi biz de Spencer gibi, bir gayeye yönelmek ahlaktır dersek, şöyle itiraz olunabilir: Hiçbir gaye menfaatten hâlî olmadığına göre toplumun hayatı söz konusu olur. Binaenaleyh toplumun hayat ve refahı aleyhinde olduğu takdirde gayemi icra etmek istersem, diğer ifadeyle gayeme yönelirsem topluma zulmetmiş olurum; yönelmez isem ahlaksız olurum denilir. Hiss-i insaniyyeyi ahlaka temel etsek bile yine Rousseau gibi bir felsefeci bize şöyle itiraz edebilir: insanın doğuştan İtibaren fıtrî olan hissiyle hayrı ve şerri ayırt edeceğine kâni'yim, lâkin hissin, gayenin, emrin ahlaka menşe' yahud sevk-i idare merkezi olmasına kâfi düstur olaca- ğına kâni' değilim. Zira insan nerede olursa olsun, çocukluğundan itiba¬ren belli başlı terbiyelere tâbi tutuluyor, Mesela cehalet, nefsî arzular, bâtıl zanlar, hatalı talimler, bozuk terbiyeler, fâsid kıyaslar, muhit, çevre ve telkinin tesirleri fıtrî olan hâlis vicdanın hislerini öldürür. Binaenaleyh böyle bir felakete mahkum vicdan, his aslâ ahlakın sevk-i idaresini tayin edemez ve rehber de olamaz.
Rousseaunun sözünü takdir etmekle birlikte ilaveten ahlakın menşeini tayin edecek böyle bir vicdanı tesbit etmek için ayrıca saf bir vicdana ihtiyaç vardır. Binaenaleyh ahlakî düsturların vicdanî kanunlarını, özellikle güzel ahlakların menşeini tayın edecek bir vicdanın da çevre, cehalet, nefsânî arzular, hayalî ve vehmî tuzaklardan tamamen kurtul¬muş olması gerekir ki, artık ondan sonra ikinci bir vicdana ihtiyaç kalma¬sın. Bu takdirde ancak ve ancak Allah'ın seçmiş olduğu kulları olan pey¬gamberlerin vicdanları kâfi olur. Peygamberlerin vicdanı, çevre ve nef¬sin tesirinden kurtulması bakımından, Özellikle vahiyle şereflenip saflaştırılması hususunda ayrıca mucize ile teyid olunmaktan dolayı beşer hayatının saadetine hukukî, itikadî, amelî ve ahlakî olarak kâfi bir düstur¬dur, Binaenaleyh "Ahlakın menşei akıl, düsturu emrdir." sözündeki emri tahsis etmek gerekir. Yani Allah Teâlâ'dan gelen emre binaen olan vic¬dan mesuliyeti tayin eder, ahlaka düstur olur denilirse, Kant'ın tarifi tamamlanmış olabilir.
Her ne kadar zamanımızda peygamber yoksa da tarih, siyer âlimleri, vahyi müşahede edenler, mucizeleri görüp bize naklettiler. Şöyleki, yalanlamaya imkan yoktur. En başta Kur'ân-ı Kerîm'in her asırda muci¬zesi tekrarlanmaktadır. Çünkü asır da ayrıca ayetleri tefsir eder. Binaen aleyh ahlakın tüm düsturlarını, vicdanın saflaştırılmasını umûmî bir emre yahud vahiyden mahrum olan hislere değil, ancak ve ancak ayet ve hadis temellerine dayandırmalıyız.
Kant, ahlak, vazife yahud vicdanen mesuliyet diye fikirlerini ortaya koymuştur. Avrupa felsefesini alt üst ederek yeni bir mezhebi ortaya koymakla birçok hakikatlere muvafakat etmişse de, ahlakın kanunî düsturlarına fikirleri aslâ kâfi gelmemektedir. Çünkü kendisi nübüvvet meselesini ele almamakla bir türlü kendi histeriyle ahlakî kanunların düsturunu» menşe' ve sevk-i idare merkezini tayin edememiştir. Nitekim:
"Bütün maddeler ikiye ayrılır;
a-Tecrübe ile varlığı bilinen maddelerdir.   
b-Akıl ve hisle varlığı tesbit olunan maddelerdir. Bu kısım ise mucer- red hayalden ibaret bir şeydir." dediği halde, ahlak bahsinde hıss ı vicdâniyyeye büyük bir ehemmiyet vermiştir. Sanki kendisi böyle bir yolu takib etmekle, Epikorya medresesinin mensublannı ve Revâkıyye mezheblerini reddetmek istemiştir. Kant: "İnsanda hayr-ı a’lâ fazilettir; o fazileti bilfiil meydana çıkarmak ise vecibe ve vazifeden ibarettir." demiş¬tir. Bunu demekle Kant üç görüşü ortaya koyuyor:
1-   İnsanda   cüz'î irade vardır. Bu cüz'î iradenin adi hayr-ı a’lâ’dır. Onu fiile geçirmemiz vazifedir. Bunu demekle,
2-   Akıl   kuvvetiyle iradey| fiile geçirmek arzu ve isteği» vazife ve vic-danın icab ettiği şeydir. Doğrusu, fiilin icra edilmesi aklî kuvvetin eseri¬dir. Demek insanda idrakü ve iradeli bir akıl vardır.
3-   Her   akıl ve vicdan: sahibi bir gayeye sahibdir. Yani insan kendisi bizzat şahsiyetini şunun bunun keyfiyle değil, ancak hem kendisinin hakkında hem de başkasının hakkında bir kanunu icra eder. Şahsiyetin emrettiği kanun ise yine akıl ve vicdanın emrettiği fiildir. İşte ahlak deni¬len şey bilfiil emri yerine getirmekten ibarettir. Öyle ise sen başkasının hukukuna, şerefine riayet etmelisin, çünkü o da senin gibi bir insandır. Binaenaleyh senin ona riayet etmen bir menfaat için olmamalıdır. Çünkü insanın maddesinde bir kıymet, manevi bir değer vardır. Kant'ın hoşuma giden en isabetli görüşü budur. Kant'a göre aklın iki türlü emri vardır; insan hangisinin emrinden çıkarsa öbürünün dairesi altına girer; hangi dairenin emrlerini tatbik ederse, onun tatbik ettiği, fiili, ahlakı ve vazifesidir. Mesela "Sıhhat istersen perhiz tut." aklın şartlı olan emridir. Çünkü sıhhat bir gayedir. Bu emrin İcabı olan perhiz sıhhate kavuşmanın gaye ve vesilesidir, demiştir. Çünkü Kant'a göre böylece tarif etmiş olduğu çalışmak, ahlakı icab etmeyen bir şeydir. Çünkü bundan feragat etmek mümkündür. Öyle ile şartlı olan emr ahlaka temel olamaz, çünkü aklın vermiş olduğu şartlı ve maksadlı emrin tatbik edilmesi şart değildir. Halbuki iş tam aksidir. Yani, şartlı emr de tatbik edilir.
Aklın ikinci emri, mutlak emrdir; vicdana bina edilir. Bu akıl vazifeyi tayin eder. İşte vazifenin adı ahlaktır. Yukarıda belirttiğimiz gibi bu aklın emri,%aye ve maksada dayalı değildir. İşte bu aklın, insan insan olduğu için ona hürmet etmek, haysiyet ve şerefini korumak gereklidir şeklindeki mutlak emridir. İşte vazifeyi tayin edecek emr bu emrdir. İşte vazifeyi tayin eden ahlakın temeli olan akıl budur; tüm kanunlar, vazifeler bu akla yönelir, demiştir. Halbuki, kayıdlt ve kayıdsız her ikisi de emrdir. Arada fark yoktur.
Bu kadar sözü uzatmamız, Kant'ın Epikorya, Revâkıyye meşreblerini 
redderek ortaya koymuş olduğu görüşünü beyan etmek içindir. Kant, İslam dîninden haberdar olsaydı elbette burada fikri çok isabetli olacaktı. "İnkâd-u Akl-il-Mahz" adlı eserinin ahlak bölümündeki fikrinin özeti şudur: "Kul cüz'î iradesiyle fiilini- kisbeder. Aynı akıl ve vicdan iradenin neticesi olduğundan onu sorumlu kılar." der ve bu hususta çokça boca¬lar. Gerçek şu ki, kul cüz’î iradesiyle fiilini kisbeder, yaratmaz, Allah yaratır. Kant, bunun üzerinde çok durmakta beraber bir türlü yaratma sıfatını kisb sıfatından ayıramamıştır. Gerek kendisi ve gerek reddetmiş olduğu fikirler, on üç vecihie hataya düşmüşlerdir:
1-   Kant   ve benzerlerinin "Akıl ve hisle varlığı bilinen maddelerin bir kısmı mücerred, hayalden ibarettir." şeklindeki fikirleri cidden insanı inkara sevk edicidir. Çünkü melek, cin, insanın ruhu, akh ve hissi bilinir, hayalî birşey değildir. Hayal sahasında bunları saymak büyük bir hata¬dır. Zira bunlar tecrübe ve hayalin, hatta maddenin ötesinde kalırlar.
2-   Ahlakm   menşeinin tayininde "Akl-ı amelî yani his, kuvvetli bir menşe'dir." demekle hissi, amelî ahlak olarak göstermesinde büyük bir tenâkuz vardır. Yani aklı Cenâb-ı Vâcib-ul-Vücûd'un varlığına kâfi gör¬mediği halde, Vâcib-ul-Vücûd'un hükmü olan ahlak hakkında kâfi görüp hükmü ona vermesi arasında tenâkuz vardır. Yani hâkimi tanımayan aklı, hâkimin hükmünün icad edilmesinde hükme menşe' kılması tenâkuzdur.
3*Kant insanda olan fıtrî imanı isbat ederek "Fıtrî iman Vâcib-ul-Vü- cûd'un varlığını isbat eder.” demiştir. Demek kendisi Ulûhiyet-i Mutlaka' yi inkar etmiyor. Fakat ahlak ve vazifeyi tayin ederken aklını, Ulûhiyyet-i Mutlaka'nın hükmüris hâkim kılmaktadır. Yani diyor ki: "İlah vardır, lâkin vazife ve ahlakı tayin etmekte vicdan hâkimdir, akıl hâkimdir." Ona göre, sümme hâşâ Allah hâkim değildir. Bu da kendisinden sonra gelenlerin mutlak inkarına sebebiyet vermiştir. Nitekim devamen şöyle der:
4•”Vicdan şunun bunun keyfiyle değil, bilakis kendisi bizzat ahlakî vecibeleri ve vazifeleri tesbit ve tayin eder." Yani vicdan kanunu icad ederjvicdan kanuna mahkum olamaz demek istiyor. Kant'a göre hiçbir kanun kendisine hâkim değil, lâkin kendisinin ortaya koymuş olduğu vic¬danın semeresi olan ahlakî kanunları, tüm insanlara hâkimdir. Onun bu sözü evvelden nakletmiş olduğumuz "İnsanın hakkına riayet etmelisin" demesine muhaliftir. Çünkü Kant'ın tayin ettiği hayr, başkasının vicda¬nına göre şer olabilir. Başkasının vicdanının hükmü olan şerri kaldırması, başkasının hakkına tecavüzdür. Kaldırmaz ise kendi vicdanına göre hük¬metmemiş olur, vicdanı hükümsüz kalmış olur. Bu takdirde hükümsüz bir vicdanı ortaya koymuş oluyor.
5-   Aklın hükmünde iki türlü emr vardır:
a-Şartlı ve kayıdlı emrdir.
b-Mutlak emrdir. 
“Kayıdlı ve şartlı emrin yerine getirilmesi, mesela, sıhhat için perhiz tut, gibi emrleri yerine getirmek şart değildir. Çünkü insan fedakârlık ya¬pabilir." der. Bu takdirde Kant bu maddeyle hayrın mükafatını kaldırıyor. Böylece dînî ve dünyevi gayeleri ortadan kaldırıyor. Mesela "Korunmak istersen doğruyu söyle” cümlesindeki "doğruyu söyle" emri şartlı emrdir. Şartlı emrin yerine getirilmesi şart değildir, çünkü vesiledir. Binaenaleyh doğruluktan feragat icab eder. Böyle bir feragat -yani yalan- akıl ve bütün vicdanlara muhaliftir. Hatta kendisine göre de cinayettir.
6-   Mutfak emrin tatbiki yani "İnsanın insaniyetine riayet et." emrini yerine getirmek mecburidir. Fakat Kant'ın dediği gibi, bu mutlak emrin tat¬biki çok yerlerde mümkün değildir. Mesela aynı mektebde, aynı profesörde tahsil eden iki insanın hisleri, akılları ve aynı aklın mutlak emrleri bir değildir. Nasıl ki cereyandan enerji, buzdolabında dondurucu, fırında kızartıcıdır, öylece aklın mutlak emri de aynı mektebde okuyan bir talebenin dimagmdâ gazab ve cimrilik, diğerinde yumuşaklık ve cömertlik, oburünde korkaklık veya cesareti emreder. Bu takdirde aklın mutlak emri iki talebeyi tenâzu' kanununa sevk eder; intihab ve mutabakat kanunlarının icra edilmesine sebeb olur. Bu da nizâm-ı âleme muhaliftir. Öyle ise ahlakî düsturların hükmüne hâkim, Allah'ın bildirisidir; akıl değildir.
Kant'ın aklı hâkim kılmasından dolayı büyük bir çılgına yol açılmış, ondan sonraki Bochner, Hegel, Kari Marks gibi bir çok felsefeciler, Kant' ın saltanat-ı fikriyyesinden yükselip materyalist fikri bir çılgın olarak mey¬dana getirmişlerdir. Bunların yapmış oldukları anarşi, meydana getirdik¬leri tahakkümlerin yegane sebebi Kant'tır. Çünkü Kant, mutlak hükmü vicdana, akla havale eder. Herkesin aklı bîr olmadığına göre tekâmü- liyye mezhebinin ortaya koymuş olduğu tenâzu', intihab, mutabakat, virâset kanunlarının tatbikatları mecburi oluyor. Demek istiyorum ki, Kant felsefede gerçekte büyük bir mesafeyi aşmıştır, Ulûhiyet-i Mutlaka'yı da kabul etmiştir, fakat nübüvvet meselesini ve Allah'ın hükmünün ahlakın temeli hakkında kâfi olmasını ihmal etmiştir veya inkar etmiştir. İşte onun bu ihmalkârlığı veya inkarı materyalizmin temel taşı olmuştur ve sonraki felsefecilerin inkarına sebeb olmuştur.
7-  «Kant bütün maddeleri ikiye ayırıp birinci kısmı, tecrübe sahasına dahil etmek istediği maddeyi, hangi tecrübe yoluyla tesbit edebilmiştir ki, diğer kısmı da akıl ve hisle tesbit olunabilsin ve ona hayalî şekil isnad edilsin? Hayale girmeyen ve sığmayan maddeyi hangi kaideye binaen keyfiyetsiz, sûretsiz bir âleme yani ruhâniyete dahil ediyor? Şöyle bir soru sorulabilir: Madde var mıdır, yok mudur? Şübhesiz vardır, denilir. O halde şekil ve sûretsiz maddenin tasavvuru nasıl mümkündür. Hayale
gelince, hayal bir maddenin şeklinin karikatürünü veya resmini çejker» Halbuki Kant'ın kasdetmiş olduğu ruhâniyette hayaf yoktur. İşte bu nok¬tayı tesbit eden Bochner ve emsâli, maddeye hasr-ı nazar ettikleri için tamamen inkara gitmişlerdir. Görülüyor ki Kant'ın felsefesi tamamen ruhâniyete dönüşmesi gerekir iken, aksine tamamen maddeye kalbolun- maktadır. Buna sebeb de yine Kant'ın maddeleri ikiye ayırıp, birine hayalî şekil vererek ruhâniyet meselesine sokmasıdır.
8-   Karrt’m   tesbit etmiş olduğu vicdan, fıtrî iman ve aklın tahlil edici olması hakkında biz de müttefikiz, bunlar vardır. Ancak aklı, vicdanı, hayra ve şerre miyar kılması doğru değildir, yani çok cüz'î yerlerde miyardır. Yukarıda dediğimiz gibi iki kişinin akılları, vicdan ve ruhları değişik sıfatlardadır. Hatta bir vicdan, daimi olarak bir halde kalmaz deği¬şir. Şimdi gazab halinde iken biraz sonra yumuşak olabilir. Şu halde vic¬dan, ahlakın menşei olamadığı gibi, akıl da ahlakın düsturu olamaz. Çünkü gözün görmesi mahdud olduğu gibi, normal vicdan ve aklın hükmü de mahduddur; bugün, yarın ve dünü bir anda göremez. Binaena¬leyh ahlakın temel düsturları ayet ve hadis olmalıdır; akıl ve vicdan da miyar olmamalıdır, alet olmalıdırlar. Allah'ın hükmü yani peygamberlerin bildirisi bugün, yarın ve dünü bir gördüğünden, neden, nasıl, ne kadar, niçin kelimelerine de sığmadığı için mutlak hâkimdir; işte değişmeyen hüküm budur. Aksi takdirde, bir vicdanın tahakkümü altından çıksak, öbür vicdanın tahakkümü altına girmiş oluruz. İnsanın hayatı, beşer siste¬miyle sınırlandırılmadığı gibi şartlandırılamaz da, çünkü bu esarettir.
9-   Buraya   kadar sıraladığımız izahtan anlaşılıyor ki, Kant, aklın enirlerini ve hissi; vazifeye temel kılmakla vazifenin temelini kaybediyor. Nitekim kendisi de "İnkâd-u Akl-il-Mahz" adlı eserinde ahlakî vazifeleri budağa benzetir ve över. Sonra feryad ediyor:
PtlfNSy vazife! Acaba sana layık olan menşe' nedir, senin kökünü nerede bulabilirim?" der. Bu feryadla kendisi de akıl ve vicdanın, güzel ahlakın ulviyetine kâfi gelmediğini itiraf eder.??????:)
10-   Vicdanın   tayin ettiği kanunim mutlak hâkimiyetini itiraf etmekle dostluk ve beşerî kardeşliği, samimiyeti ortadan kaldırıyor. Kant'ın ahlakî kanuna mutlak emrini hâkim kılmasını çok garib gören Schiller adlı filozof, onu reddetmek maksadıyla şöyle der: “Ben dostlarıma hizmet ederim, fakat ne fayda ki bu hizmeti nefsânî meylimden dolayı yapıyorum. Dolayı¬sıyla faziletli olmadığıma kanaat ederim. Vicdanın mutlak hâkimiyetinden çokça muzdaribim.” Schiller demek istiyor ki, birçok kimseler masum oldukları halde kanunun tahakkümü altında ezilirler, vicdan bunlara yar¬dımcı olmayı ister, lâkin aynı vicdanın daha önce çıkarmış olduğu kanun buna engel olur. Demek vicdan bu noktada, kula merhamet ve şefkati
ortadan kaldırıyor. İlaveten şöyle deriz: Bu felsefeciler, hükmü akla ver¬mekle aklı mahkum kılmaktadırlar.
11-   Kant:   "Emrler bir kemâliyet olduğu için değil, bir ahlak olduğu için ona ittibâ' lazımdır.'' der. Bu takdirde Kant'a göre mesela "İbadet edin.” emrine itaat etmekte bir kemâliyet söz konusu olmuyor. Bilakis zannettiği gibi değil, emr kemâliyeti elde etmek için meşrû'dur. Çünkü "İbadet et" emri büyük bir saadeti taşıyor ki, o saadet dünyada şöhret, ahirette şereftir. Şu halde kemâliyetten tecrid edilen emr, güzel ahlaktan da tecrid edilmiştir. Çünkü ahlak, kemâliyetle üstünlüğü kazanır.
12-   Kant'ın   ahlak ve felsefe yolundaki tekâmülü sûrî ve nazarîdir. Başkası icrâsına mecbur ise de kanunu çıkaranın hakkında bir serbesti- yeti ifade eder. Binaenaleyh kanunu çıkaran kimse, kılıfı kuzu, ruhu kurt gibidir. Bu ise İslam dîninde nifakla tabir edilir.
13-   Vicdan   ve aklın ortaya koymuş olduğu umum cinayetlerde cezayı icra eder amma, Kant, hayrı işleyene hiçbir mükafat vermez. Bu ise hayrılara sed çekmektir. Hülâsa kendi hayatından ilham alan tüm beşerî kanunlar, mutlak ceza vermek yolunu tercih eder. Bu ise insanı ıslaha değil, anarşiye sevk eder. Birkaç cihetle beşerî kanun, İslam kanununa muhaliftin
a-Beşerî kanunun hâkimi istediği kimseyi cezadan kurtarır. Çünkü kendisinin vicdanı da kanunu ibtal ve ihlal edecek bir kanundur.
b-Beşerî kanun mutlak cezayı vermek yolunu tercih eder; İslam kanunu ıslaha çalışır.
c-Beşeri kanun "suç işlenmesin" diyemez, "suç görülmesin" der. İslam kanunu ise "suç işlenmesin" der. Yani tenha bir yerde bir adamı öldürmek suç değildir. Hiç adam öldürmeyen bir kimse, adam öldürmüş gibi görülürse beşer kanununa göre ceza alır.
d-İslam hukukunun tayin ettiği cezalarda afuv söz konusu değildir. Beşer kanununda ise cânileri afuv etmekle cinayetin çoğalması usulü vardır. Netice-i meram, gerek Kant ve gerek herhangi bir indî kanun beşerin saadet ve fefaha kavuşmasına kâfi gelmemektedir. Çünkü akıl, vicdan ve indî kanunlar, çoğu zaman şeytânî hislere, nefsânî arzulara, çevre telkinlerine bina edilir. Bunlar hepsi insanı yoldan çeviren nefsânî arzulardır. O halde akıl ve vicdan altın ise, özellikle ahlakî kanunların çı¬karılmalında mihenk taşı lazımdır. Mihenk taşı ise Asrı Saadete göre vahy-f llâhiyye, Asrı Saadetten sonra kıyamete kadar ise o vahyin tesbit etmiş olduğu ve bildirdiği Kur'an ve hadistir, Kur*an ve hadîsi, akıl ve Pcdana miyar kılmayan insanlar, kıyamet gününde nedâmet ve hasret
çekerek şöyle diyeceklerdir. «Şu muhakkak ki Allah kafirleri rahmetinden kovmuş, onlara çılgın bir ateş hazırlamıştır. Kendileri orada ebedî olarak kalıcıdırlar. Onlar ne bir yâr, ne de bir yardımcı bulmayacaklardır. O gun yüzleri ateşte evrilip çevrilirken: "Eyvah bize! Keşke İslam hukukunu icra etmekle Allah'a itaat etseydik, Peygamber'e itaat etseydik." diyeceklerdir. Onlara tâbi' olanlar da o gün: "Ey Rabb'imiz! Hakikat biz reislerimize ve büyüklerimize uyduk. Onlar da bizi yoldan sap- tırdılar." demişlerdir * diyeceklerdir. "Ey Rabb'imiz! Onlara azabdan İki katını ver. Onları büyük bir lanetle rahmetinden kov;V [26] Demek dünya hayatında şeriati - ayet ve hadîsi hayatına hlkim kılmayı tbırakıp yaz'î kanunları hâkim kılanlar, kıyamet gününde çok pişman ola¬caklardır. Ve “Eyvah bize! Keşke İslam hukukunu icra etmekle Allah’a itaat etseydik, Peygamber'e itaat etseydik, diyeceklerdir.” Bunlar vaz'î kanunları Allah’ın şeriatine kıyas ettiler yahud yetersiz görmüşlerse ebedî; inandıkları halde vaz'î kanunlar! hâkim kıldılarsa muvakkat cehen¬nemde kalacaklardır. Artık mü'min %me itaat ettiğini ne ile amel ettiğini ciddi bir sûrette bilmelidir.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder