AHLAKIN MENŞEİNİ AKIL DÜSTURUNU VİCDAN GÖRENLERİN REDDİYESİ
Felsefecilerin
içerisinde en mükemmel görüşleri ortaya koyan Kant diyor ki: jslazife
veya vicdanî mesuliyet ahlaktır. Bunun menşei akıl, düsturu emr ve
vicdandır." Bu görüş, diğer felsefecilere nazaran birçok mesleklerden
üstündür. Lâkin Kant'ın ortaya koymuş olduğu "Ahlak, vicdanî mesuliyettir, menşei akıl, düsturu emirdir." tarifi birçok cihetlerden
isabetli değildir. Kant'a göre bile akıl ve vicdanın hakîkaten ahlaka
kâfi bir temel olması nakzolunmuştur.
Fakat Kant'ın, mücerred akıl ve
vicdanı ahlakî kanunlara hâkim kılması doğru değildir.
Çünkü eğer Kant
yukarıdaki tarifiyle birlikte vahye teslim bir aklı ve vahye dayalı bir
vicdanı kasdetmiş olsaydı, ahlakın temel ve menşei hakktndaki görüşleri
isabetli olurdu.
Haydi biz de Spencer gibi, bir gayeye yönelmek
ahlaktır dersek, şöyle itiraz olunabilir: Hiçbir gaye menfaatten hâlî
olmadığına göre toplumun hayatı söz konusu olur. Binaenaleyh toplumun
hayat ve refahı aleyhinde olduğu takdirde gayemi icra etmek istersem,
diğer ifadeyle gayeme yönelirsem topluma zulmetmiş olurum; yönelmez isem ahlaksız olurum denilir. Hiss-i insaniyyeyi ahlaka temel etsek bile
yine Rousseau gibi bir felsefeci bize şöyle itiraz edebilir: insanın
doğuştan İtibaren fıtrî olan hissiyle hayrı ve şerri ayırt edeceğine
kâni'yim, lâkin hissin, gayenin, emrin ahlaka menşe' yahud sevk-i idare
merkezi olmasına kâfi düstur olaca- ğına kâni' değilim. Zira insan
nerede olursa olsun, çocukluğundan itiba¬ren belli başlı terbiyelere
tâbi tutuluyor, Mesela cehalet, nefsî arzular, bâtıl zanlar, hatalı
talimler, bozuk terbiyeler, fâsid kıyaslar, muhit, çevre ve telkinin
tesirleri fıtrî olan hâlis vicdanın hislerini öldürür. Binaenaleyh böyle
bir felakete mahkum vicdan, his aslâ ahlakın sevk-i idaresini tayin
edemez ve rehber de olamaz.
Rousseaunun sözünü takdir etmekle
birlikte ilaveten ahlakın menşeini tayin edecek böyle bir vicdanı
tesbit etmek için ayrıca saf bir vicdana ihtiyaç vardır. Binaenaleyh
ahlakî düsturların vicdanî kanunlarını, özellikle güzel ahlakların
menşeini tayın edecek bir vicdanın da çevre, cehalet, nefsânî arzular,
hayalî ve vehmî tuzaklardan tamamen kurtul¬muş olması gerekir ki, artık
ondan sonra ikinci bir vicdana ihtiyaç kalma¬sın. Bu takdirde ancak ve
ancak Allah'ın seçmiş olduğu kulları olan pey¬gamberlerin vicdanları
kâfi olur. Peygamberlerin vicdanı, çevre ve nef¬sin tesirinden
kurtulması bakımından, Özellikle vahiyle şereflenip saflaştırılması
hususunda ayrıca mucize ile teyid olunmaktan dolayı beşer hayatının
saadetine hukukî, itikadî, amelî ve ahlakî olarak kâfi bir düstur¬dur,
Binaenaleyh "Ahlakın menşei akıl, düsturu emrdir." sözündeki emri tahsis
etmek gerekir. Yani Allah Teâlâ'dan gelen emre binaen olan vic¬dan
mesuliyeti tayin eder, ahlaka düstur olur denilirse, Kant'ın tarifi
tamamlanmış olabilir.
Her ne kadar zamanımızda peygamber yoksa da
tarih, siyer âlimleri, vahyi müşahede edenler, mucizeleri görüp bize
naklettiler. Şöyleki, yalanlamaya imkan yoktur. En başta Kur'ân-ı
Kerîm'in her asırda muci¬zesi tekrarlanmaktadır. Çünkü asır da ayrıca
ayetleri tefsir eder. Binaen aleyh ahlakın tüm düsturlarını, vicdanın
saflaştırılmasını umûmî bir emre yahud vahiyden mahrum olan hislere
değil, ancak ve ancak ayet ve hadis temellerine dayandırmalıyız.
Kant, ahlak, vazife yahud vicdanen mesuliyet diye fikirlerini ortaya
koymuştur. Avrupa felsefesini alt üst ederek yeni bir mezhebi ortaya
koymakla birçok hakikatlere muvafakat etmişse de, ahlakın kanunî
düsturlarına fikirleri aslâ kâfi gelmemektedir. Çünkü kendisi nübüvvet
meselesini ele almamakla bir türlü kendi histeriyle ahlakî kanunların
düsturunu» menşe' ve sevk-i idare merkezini tayin edememiştir. Nitekim:
"Bütün
maddeler ikiye ayrılır;
a-Tecrübe ile varlığı bilinen
maddelerdir.
b-Akıl ve hisle varlığı tesbit olunan maddelerdir.
Bu kısım ise mucer- red hayalden ibaret bir şeydir." dediği halde,
ahlak bahsinde hıss ı vicdâniyyeye büyük bir ehemmiyet vermiştir. Sanki
kendisi böyle bir yolu takib etmekle, Epikorya medresesinin mensublannı
ve Revâkıyye mezheblerini reddetmek istemiştir. Kant: "İnsanda hayr-ı
a’lâ fazilettir; o fazileti bilfiil meydana çıkarmak ise vecibe ve
vazifeden ibarettir." demiş¬tir. Bunu demekle Kant üç görüşü ortaya
koyuyor:
1- İnsanda cüz'î irade vardır. Bu cüz'î iradenin adi
hayr-ı a’lâ’dır. Onu fiile geçirmemiz vazifedir. Bunu demekle,
2- Akıl kuvvetiyle
iradey| fiile geçirmek arzu ve isteği» vazife ve vic-danın icab ettiği
şeydir. Doğrusu, fiilin icra edilmesi aklî kuvvetin eseri¬dir. Demek
insanda idrakü ve iradeli bir akıl vardır.
3- Her akıl ve vicdan:
sahibi bir gayeye sahibdir. Yani insan kendisi bizzat şahsiyetini şunun
bunun keyfiyle değil, ancak hem kendisinin hakkında hem de başkasının
hakkında bir kanunu icra eder. Şahsiyetin emrettiği kanun ise yine akıl
ve vicdanın emrettiği fiildir. İşte ahlak deni¬len şey bilfiil emri
yerine getirmekten ibarettir. Öyle ise sen başkasının hukukuna, şerefine
riayet etmelisin, çünkü o da senin gibi bir insandır. Binaenaleyh senin
ona riayet etmen bir menfaat için olmamalıdır. Çünkü insanın maddesinde
bir kıymet, manevi bir değer vardır. Kant'ın hoşuma giden en isabetli
görüşü budur. Kant'a göre aklın iki türlü emri vardır; insan hangisinin
emrinden çıkarsa öbürünün dairesi altına girer; hangi dairenin emrlerini
tatbik ederse, onun tatbik ettiği, fiili, ahlakı ve vazifesidir.
Mesela "Sıhhat istersen perhiz tut." aklın şartlı olan emridir. Çünkü
sıhhat bir gayedir. Bu emrin İcabı olan perhiz sıhhate kavuşmanın gaye
ve vesilesidir, demiştir. Çünkü Kant'a göre böylece tarif etmiş olduğu
çalışmak, ahlakı icab etmeyen bir şeydir. Çünkü bundan feragat etmek
mümkündür. Öyle ile şartlı olan emr ahlaka temel olamaz, çünkü aklın
vermiş olduğu şartlı ve maksadlı emrin tatbik edilmesi şart değildir.
Halbuki iş tam aksidir. Yani, şartlı emr de tatbik edilir.
Aklın
ikinci emri, mutlak emrdir; vicdana bina edilir. Bu akıl vazifeyi tayin
eder. İşte vazifenin adı ahlaktır. Yukarıda belirttiğimiz gibi bu aklın
emri,%aye ve maksada dayalı değildir. İşte bu aklın, insan insan olduğu
için ona hürmet etmek, haysiyet ve şerefini korumak gereklidir
şeklindeki mutlak emridir. İşte vazifeyi tayin edecek emr bu emrdir.
İşte vazifeyi tayin eden ahlakın temeli olan akıl budur; tüm kanunlar,
vazifeler bu akla yönelir, demiştir. Halbuki, kayıdlt ve kayıdsız her
ikisi de emrdir. Arada fark yoktur.
Bu kadar sözü uzatmamız, Kant'ın
Epikorya, Revâkıyye meşreblerini
redderek ortaya koymuş olduğu
görüşünü beyan etmek içindir. Kant, İslam dîninden haberdar olsaydı
elbette burada fikri çok isabetli olacaktı. "İnkâd-u Akl-il-Mahz" adlı
eserinin ahlak bölümündeki fikrinin özeti şudur: "Kul cüz'î iradesiyle
fiilini- kisbeder. Aynı akıl ve vicdan iradenin neticesi olduğundan onu
sorumlu kılar." der ve bu hususta çokça boca¬lar. Gerçek şu ki, kul
cüz’î iradesiyle fiilini kisbeder, yaratmaz, Allah yaratır. Kant, bunun
üzerinde çok durmakta beraber bir türlü yaratma sıfatını kisb sıfatından
ayıramamıştır. Gerek kendisi ve gerek reddetmiş olduğu fikirler, on üç
vecihie hataya düşmüşlerdir:
1- Kant ve benzerlerinin "Akıl ve
hisle varlığı bilinen maddelerin bir kısmı mücerred, hayalden
ibarettir." şeklindeki fikirleri cidden insanı inkara sevk edicidir.
Çünkü melek, cin, insanın ruhu, akh ve hissi bilinir, hayalî birşey
değildir. Hayal sahasında bunları saymak büyük bir hata¬dır. Zira bunlar
tecrübe ve hayalin, hatta maddenin ötesinde kalırlar.
2- Ahlakm menşeinin
tayininde "Akl-ı amelî yani his, kuvvetli bir menşe'dir." demekle
hissi, amelî ahlak olarak göstermesinde büyük bir tenâkuz vardır. Yani
aklı Cenâb-ı Vâcib-ul-Vücûd'un varlığına kâfi gör¬mediği halde,
Vâcib-ul-Vücûd'un hükmü olan ahlak hakkında kâfi görüp hükmü ona vermesi
arasında tenâkuz vardır. Yani hâkimi tanımayan aklı, hâkimin hükmünün
icad edilmesinde hükme menşe' kılması tenâkuzdur.
3*Kant insanda olan
fıtrî imanı isbat ederek "Fıtrî iman Vâcib-ul-Vü- cûd'un varlığını
isbat eder.” demiştir. Demek kendisi Ulûhiyet-i Mutlaka' yi inkar
etmiyor. Fakat ahlak ve vazifeyi tayin ederken aklını, Ulûhiyyet-i
Mutlaka'nın hükmüris hâkim kılmaktadır. Yani diyor ki: "İlah vardır,
lâkin vazife ve ahlakı tayin etmekte vicdan hâkimdir, akıl hâkimdir."
Ona göre, sümme hâşâ Allah hâkim değildir. Bu da kendisinden sonra
gelenlerin mutlak inkarına sebebiyet vermiştir. Nitekim devamen şöyle
der:
4•”Vicdan şunun bunun keyfiyle değil, bilakis kendisi bizzat
ahlakî vecibeleri ve vazifeleri tesbit ve tayin eder." Yani vicdan
kanunu icad ederjvicdan kanuna mahkum olamaz demek istiyor. Kant'a göre
hiçbir kanun kendisine hâkim değil, lâkin kendisinin ortaya koymuş
olduğu vic¬danın semeresi olan ahlakî kanunları, tüm insanlara hâkimdir.
Onun bu sözü evvelden nakletmiş olduğumuz "İnsanın hakkına riayet
etmelisin" demesine muhaliftir. Çünkü Kant'ın tayin ettiği hayr,
başkasının vicda¬nına göre şer olabilir. Başkasının vicdanının hükmü
olan şerri kaldırması, başkasının hakkına tecavüzdür. Kaldırmaz ise
kendi vicdanına göre hük¬metmemiş olur, vicdanı hükümsüz kalmış olur. Bu
takdirde hükümsüz bir vicdanı ortaya koymuş oluyor.
5- Aklın
hükmünde iki türlü emr vardır:
a-Şartlı ve kayıdlı emrdir.
b-Mutlak
emrdir.
“Kayıdlı ve şartlı emrin yerine getirilmesi, mesela,
sıhhat için perhiz tut, gibi emrleri yerine getirmek şart değildir.
Çünkü insan fedakârlık ya¬pabilir." der. Bu takdirde Kant bu maddeyle
hayrın mükafatını kaldırıyor. Böylece dînî ve dünyevi gayeleri ortadan
kaldırıyor. Mesela "Korunmak istersen doğruyu söyle” cümlesindeki
"doğruyu söyle" emri şartlı emrdir. Şartlı emrin yerine getirilmesi şart
değildir, çünkü vesiledir. Binaenaleyh doğruluktan feragat icab eder.
Böyle bir feragat -yani yalan- akıl ve bütün vicdanlara muhaliftir.
Hatta kendisine göre de cinayettir.
6- Mutfak emrin tatbiki yani
"İnsanın insaniyetine riayet et." emrini yerine getirmek mecburidir.
Fakat Kant'ın dediği gibi, bu mutlak emrin tat¬biki çok yerlerde mümkün
değildir. Mesela aynı mektebde, aynı profesörde tahsil eden iki insanın
hisleri, akılları ve aynı aklın mutlak emrleri bir değildir. Nasıl ki
cereyandan enerji, buzdolabında dondurucu, fırında kızartıcıdır, öylece
aklın mutlak emri de aynı mektebde okuyan bir talebenin dimagmdâ gazab
ve cimrilik, diğerinde yumuşaklık ve cömertlik, oburünde korkaklık veya
cesareti emreder. Bu takdirde aklın mutlak emri iki talebeyi tenâzu'
kanununa sevk eder; intihab ve mutabakat kanunlarının icra edilmesine
sebeb olur. Bu da nizâm-ı âleme muhaliftir. Öyle ise ahlakî düsturların
hükmüne hâkim, Allah'ın bildirisidir; akıl değildir.
Kant'ın aklı
hâkim kılmasından dolayı büyük bir çılgına yol açılmış, ondan sonraki
Bochner, Hegel, Kari Marks gibi bir çok felsefeciler, Kant' ın
saltanat-ı fikriyyesinden yükselip materyalist fikri bir çılgın olarak
mey¬dana getirmişlerdir. Bunların yapmış oldukları anarşi, meydana
getirdik¬leri tahakkümlerin yegane sebebi Kant'tır. Çünkü Kant, mutlak
hükmü vicdana, akla havale eder. Herkesin aklı bîr olmadığına göre
tekâmü- liyye mezhebinin ortaya koymuş olduğu tenâzu', intihab,
mutabakat, virâset kanunlarının tatbikatları mecburi oluyor. Demek
istiyorum ki, Kant felsefede gerçekte büyük bir mesafeyi aşmıştır,
Ulûhiyet-i Mutlaka'yı da kabul etmiştir, fakat nübüvvet meselesini ve
Allah'ın hükmünün ahlakın temeli hakkında kâfi olmasını ihmal etmiştir
veya inkar etmiştir. İşte onun bu ihmalkârlığı veya inkarı materyalizmin
temel taşı olmuştur ve sonraki felsefecilerin inkarına sebeb olmuştur.
7- «Kant
bütün maddeleri ikiye ayırıp birinci kısmı, tecrübe sahasına dahil
etmek istediği maddeyi, hangi tecrübe yoluyla tesbit edebilmiştir ki,
diğer kısmı da akıl ve hisle tesbit olunabilsin ve ona hayalî şekil
isnad edilsin? Hayale girmeyen ve sığmayan maddeyi hangi kaideye binaen
keyfiyetsiz, sûretsiz bir âleme yani ruhâniyete dahil ediyor? Şöyle bir
soru sorulabilir: Madde var mıdır, yok mudur? Şübhesiz vardır, denilir. O
halde şekil ve sûretsiz maddenin tasavvuru nasıl mümkündür. Hayale
gelince,
hayal bir maddenin şeklinin karikatürünü veya resmini çejker» Halbuki
Kant'ın kasdetmiş olduğu ruhâniyette hayaf yoktur. İşte bu nok¬tayı
tesbit eden Bochner ve emsâli, maddeye hasr-ı nazar ettikleri için
tamamen inkara gitmişlerdir. Görülüyor ki Kant'ın felsefesi tamamen
ruhâniyete dönüşmesi gerekir iken, aksine tamamen maddeye kalbolun-
maktadır. Buna sebeb de yine Kant'ın maddeleri ikiye ayırıp, birine
hayalî şekil vererek ruhâniyet meselesine sokmasıdır.
8- Karrt’m tesbit
etmiş olduğu vicdan, fıtrî iman ve aklın tahlil edici olması hakkında
biz de müttefikiz, bunlar vardır. Ancak aklı, vicdanı, hayra ve şerre
miyar kılması doğru değildir, yani çok cüz'î yerlerde miyardır. Yukarıda
dediğimiz gibi iki kişinin akılları, vicdan ve ruhları değişik
sıfatlardadır. Hatta bir vicdan, daimi olarak bir halde kalmaz deği¬şir.
Şimdi gazab halinde iken biraz sonra yumuşak olabilir. Şu halde
vic¬dan, ahlakın menşei olamadığı gibi, akıl da ahlakın düsturu olamaz.
Çünkü gözün görmesi mahdud olduğu gibi, normal vicdan ve aklın hükmü de
mahduddur; bugün, yarın ve dünü bir anda göremez. Binaena¬leyh ahlakın
temel düsturları ayet ve hadis olmalıdır; akıl ve vicdan da miyar
olmamalıdır, alet olmalıdırlar. Allah'ın hükmü yani peygamberlerin
bildirisi bugün, yarın ve dünü bir gördüğünden, neden, nasıl, ne kadar,
niçin kelimelerine de sığmadığı için mutlak hâkimdir; işte değişmeyen
hüküm budur. Aksi takdirde, bir vicdanın tahakkümü altından çıksak, öbür
vicdanın tahakkümü altına girmiş oluruz. İnsanın hayatı, beşer
siste¬miyle sınırlandırılmadığı gibi şartlandırılamaz da, çünkü bu
esarettir.
9- Buraya kadar sıraladığımız izahtan anlaşılıyor ki,
Kant, aklın enirlerini ve hissi; vazifeye temel kılmakla vazifenin
temelini kaybediyor. Nitekim kendisi de "İnkâd-u Akl-il-Mahz" adlı
eserinde ahlakî vazifeleri budağa benzetir ve över. Sonra feryad ediyor:
PtlfNSy
vazife! Acaba sana layık olan menşe' nedir, senin kökünü nerede
bulabilirim?" der. Bu feryadla kendisi de akıl ve vicdanın, güzel
ahlakın ulviyetine kâfi gelmediğini itiraf eder.??????:)
10- Vicdanın tayin
ettiği kanunim mutlak hâkimiyetini itiraf etmekle dostluk ve beşerî
kardeşliği, samimiyeti ortadan kaldırıyor. Kant'ın ahlakî kanuna mutlak
emrini hâkim kılmasını çok garib gören Schiller adlı filozof, onu
reddetmek maksadıyla şöyle der: “Ben dostlarıma hizmet ederim, fakat ne
fayda ki bu hizmeti nefsânî meylimden dolayı yapıyorum. Dolayı¬sıyla
faziletli olmadığıma kanaat ederim. Vicdanın mutlak hâkimiyetinden çokça
muzdaribim.” Schiller demek istiyor ki, birçok kimseler masum oldukları
halde kanunun tahakkümü altında ezilirler, vicdan bunlara yar¬dımcı
olmayı ister, lâkin aynı vicdanın daha önce çıkarmış olduğu kanun buna
engel olur. Demek vicdan bu noktada, kula merhamet ve şefkati
ortadan
kaldırıyor. İlaveten şöyle deriz: Bu felsefeciler, hükmü akla ver¬mekle
aklı mahkum kılmaktadırlar.
11- Kant: "Emrler bir kemâliyet
olduğu için değil, bir ahlak olduğu için ona ittibâ' lazımdır.'' der. Bu
takdirde Kant'a göre mesela "İbadet edin.” emrine itaat etmekte bir
kemâliyet söz konusu olmuyor. Bilakis zannettiği gibi değil, emr
kemâliyeti elde etmek için meşrû'dur. Çünkü "İbadet et" emri büyük bir
saadeti taşıyor ki, o saadet dünyada şöhret, ahirette şereftir. Şu halde
kemâliyetten tecrid edilen emr, güzel ahlaktan da tecrid edilmiştir.
Çünkü ahlak, kemâliyetle üstünlüğü kazanır.
12- Kant'ın ahlak ve
felsefe yolundaki tekâmülü sûrî ve nazarîdir. Başkası icrâsına mecbur
ise de kanunu çıkaranın hakkında bir serbesti- yeti ifade eder.
Binaenaleyh kanunu çıkaran kimse, kılıfı kuzu, ruhu kurt gibidir. Bu ise
İslam dîninde nifakla tabir edilir.
13- Vicdan ve aklın ortaya
koymuş olduğu umum cinayetlerde cezayı icra eder amma, Kant, hayrı
işleyene hiçbir mükafat vermez. Bu ise hayrılara sed çekmektir. Hülâsa
kendi hayatından ilham alan tüm beşerî kanunlar, mutlak ceza vermek
yolunu tercih eder. Bu ise insanı ıslaha değil, anarşiye sevk eder.
Birkaç cihetle beşerî kanun, İslam kanununa muhaliftin
a-Beşerî
kanunun hâkimi istediği kimseyi cezadan kurtarır. Çünkü kendisinin
vicdanı da kanunu ibtal ve ihlal edecek bir kanundur.
b-Beşerî kanun
mutlak cezayı vermek yolunu tercih eder; İslam kanunu ıslaha çalışır.
c-Beşeri
kanun "suç işlenmesin" diyemez, "suç görülmesin" der. İslam kanunu ise
"suç işlenmesin" der. Yani tenha bir yerde bir adamı öldürmek suç
değildir. Hiç adam öldürmeyen bir kimse, adam öldürmüş gibi görülürse
beşer kanununa göre ceza alır.
d-İslam hukukunun tayin ettiği
cezalarda afuv söz konusu değildir. Beşer kanununda ise cânileri afuv
etmekle cinayetin çoğalması usulü vardır. Netice-i meram, gerek Kant ve
gerek herhangi bir indî kanun beşerin saadet ve fefaha kavuşmasına kâfi
gelmemektedir. Çünkü akıl, vicdan ve indî kanunlar, çoğu zaman şeytânî
hislere, nefsânî arzulara, çevre telkinlerine bina edilir. Bunlar hepsi
insanı yoldan çeviren nefsânî arzulardır. O halde akıl ve vicdan altın
ise, özellikle ahlakî kanunların çı¬karılmalında mihenk taşı lazımdır.
Mihenk taşı ise Asrı Saadete göre vahy-f llâhiyye, Asrı Saadetten sonra
kıyamete kadar ise o vahyin tesbit etmiş olduğu ve bildirdiği Kur'an ve
hadistir, Kur*an ve hadîsi, akıl ve Pcdana miyar kılmayan insanlar,
kıyamet gününde nedâmet ve hasret
çekerek şöyle diyeceklerdir. «Şu muhakkak
ki Allah kafirleri rahmetinden kovmuş, onlara çılgın bir ateş
hazırlamıştır. Kendileri orada ebedî olarak kalıcıdırlar. Onlar ne bir
yâr, ne de bir yardımcı bulmayacaklardır. O gun yüzleri ateşte evrilip
çevrilirken: "Eyvah bize! Keşke İslam hukukunu icra etmekle Allah'a
itaat etseydik, Peygamber'e itaat etseydik." diyeceklerdir. Onlara
tâbi' olanlar da o gün: "Ey Rabb'imiz! Hakikat biz reislerimize ve
büyüklerimize uyduk. Onlar da bizi yoldan sap- tırdılar." demişlerdir *
diyeceklerdir. "Ey Rabb'imiz! Onlara azabdan İki katını ver. Onları
büyük bir lanetle rahmetinden kov;V [26] Demek dünya hayatında şeriati -
ayet ve hadîsi hayatına hlkim kılmayı tbırakıp yaz'î kanunları hâkim
kılanlar, kıyamet gününde çok pişman ola¬caklardır. Ve “Eyvah bize!
Keşke İslam hukukunu icra etmekle Allah’a itaat etseydik, Peygamber'e
itaat etseydik, diyeceklerdir.” Bunlar vaz'î kanunları Allah’ın
şeriatine kıyas ettiler yahud yetersiz görmüşlerse ebedî; inandıkları
halde vaz'î kanunlar! hâkim kıldılarsa muvakkat cehen¬nemde
kalacaklardır. Artık mü'min %me itaat ettiğini ne ile amel ettiğini
ciddi bir sûrette bilmelidir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder