13 Mayıs 2011 Cuma

İnsan Fıtratı ve Hapis Cezası - İbrahim Sarmış

DEĞERLENDİRME

İNSAN FITRATI VE HAPİS CEZASI

İbrahim SARMIŞ
ibrahimsarmis@yahoo.com.tr

Hadis kitaplarından mesela Müslim’deki rivayetleri baz alarak söylersek, ikisinde insanın fıtrat üzere doğduğu ve anne babasının onu Yahudi, Hıristiyan ve Mecusi yaptığı (Müslim, Kader, 22, 25), birinde anne babasının onu Yahudi, Hıristiyan ve müşrik yaptığı, (Müslim, Kader, 22), birinde anne babasının onu Yahudi ve Hıristiyan yaptığı (Müslim, kader, 24), birinde anne babasının onu Yahudi, Hıristiyan ve Mecusi yaptığı, müslüman iseler çocuğun da müslüman olduğu (Müslim, Kader, 25), ikisinde fıtrat yerine “millet” üzere yaratıldığı (Müslim, Kader, 22/2) belirtilen rivayetlerde ortak anlatım olarak insanın fıtrat üzere yaratıldığı, yani el değmemiş bir yapı ile dünyaya temiz olarak geldiği ve anne babaların onu yönlendirip şekillendirdiği, şu veya bu dinin mensubu yaptığı anlatılır.

Herhalde rivayetlerde bu değişikliği yaptığı belirtilen anne babanın yanına “yönetimler”i de eklemek yanlış olmasa gerektir. Evet, en başta anne baba çocuğa kendi inanç ve değerlerini öğretip yetiştiriyorsa da, özellikle günümüzde çocuğun öğrenmeye ve dili dönmeye başladığı üç-beş yaşından itibaren anne babadan daha çok bir yandan sistemin kuralları ve müfredatları çerçevesinde eğitim veren kreşler ve okullar, diğer yandan eğitim ve öğretim sistemleriyle, uygulamalarıyla, politikalarıyla, basınıyla, televizyon programlarıyla yönetimler çocukların fıtratını, inancını, düşüncesini, yaşamını, edep ve ahlakını, geleceğini, dinle ilgisini ve ahiretini şekillendirdikleri ve anne babanın öğrettiği inanç ve ahlak kırıntılarını da yok ettiği, onun yerine neredeyse yirmi beş yaşına kadar kişilere kendi felsefe, ideoloji ve ilkelerini dayattığı bir gerçektir.
İnsanı yaratan ve her şeyini herkesten çok bilen yüce Allahın vahiyle bildirdiği yolun insanın fıtratına en uygun, huzuru, mutluluğu ve kurtuluşu için en ideal yol olacağı bir gerçektir. Bunun dışındaki bütün yollar uzun zamanda sınama yanılma yoluyla belirlenmiş ve insana doğru olarak görünse de gerçekte onun fıtratı ile uyumlu olmadığından sıkıntılara ve olumsuzluklara yol açmaktadır. Çünkü bunlar vahiy dışlanarak ancak fizik âlemde işlev görebilen aklın yalnız başına ürettiği bilgi olup zann-ı galip olmaktan öteye geçmez. Bunu görmek için son günlerde tutukluluk süresinin yasada yeniden düzenlenmesi sonucu çoğu ömür boyu cezalara çarptırılmış birtakım tutukluların tahliye edilmesinin ardından sırra kadem basmaları üzerine gündeme gelen hapis cezası uygulamasına bakabiliriz. Hukukçu olmasak da hemen herkesin bildiği gerçekleri ortaya koyarak beşeri hukukun verdiği hapis cezasının başka sakıncalarının yanında insanın fıtratına da uygun olmadığını söylemek zor olmasa gerektir.
Vahiy cana, mala, namusa ve şerefe saldırı suçları için cezalar belirlemiş ve suçun sabit olması durumunda bunların uygulanmasını öngörmüştür. Bunlar sınırlı sayıdadır. Tarafların ifadelerinin alınması, muayenelerden geçirilmesi, şahitlerin getirilmesi vd. hazırlık aşamasında kişilerin gerekiyorsa geçici olarak bir yerde tutulması (Maide 5/105-107) dışında, cezası kesinleşmiş kişiler için verilecek cezalar arasında hapis cezası bulunmamaktadır. Kadınların işlediği lezbiyenlik kötülüğü için Nisa 4/15’de sözü edilen evlerde tutmak, hapis cezası değil, bu ahlaksızlığı toplumda yaymalarının önüne geçmek ve kendilerine eğitim vermek amaçlı bir gözetim uygulamasıdır. Bu işlemin hücre veya koğuş halinde bir cezaevinde değil, evlerde yapılması da bunun hapis cezası olmadığını gösterir. Bunlar ıslah olduklarında serbest kalırlar, değilse gözetim devam eder.
Belirlenen suçlar için uygulanacak cezalar dışında, kişilerin işleyebileceği çok sayıda suç türü için ise âlimler tazir cezaları dedikleri ve yargının kararlaştıracağı cezaların uygulanabileceğini söylemişlerdir. Tazir cezalarının da ölüm cezasının altında olduğu genel bir ilke olarak kabul edilir. Böylece tazir cezalarının bedensel, parasal, hak mahrumiyetleri, hürriyetlerin sınırlandırılması, sürgün, belli sürelerle eğitim ve öğretime tabi tutmak, kınama, azarlama, gibi suçlunun ıslahına yönelik değişik cezalardan oluştuğu bilinmektedir. Dikkat edilirse burada da hapis cezası bulunmamaktadır. Hapis cezasının bulunmamasının sebebi, hukuka ve insanın fıtratına aykırı olması, ciddi sosyal ve ekonomik sakıncalara yol açmasıdır. (Geniş bilgi için mesela bakınız: Abdulkadir Udeh, et-Teşrîu’l-Cinaî el-Mukâren bi’l-Kanuni’l-Vad’î, I-II, Kahire 1963; M.İzzet Derveze, ed-Dustûru’l-Kur’anî, 1/255-387, Kahire, 1966).
Her şeyden önce hukukun temel kurallarından biri suçun ve cezanın bireysel olduğudur. Hapis cezası, hukukun bu ilkesiyle uyuşmamaktadır. Çünkü suçu bir kişi işlediği halde hapis cezası ile başta eşi, anne babası, çocukları, kardeşleri ve ilişkili olduğu bütün yakınları dolaylı olarak onunla beraber cezalandırılmış olmaktadır. Mesela uzun yıllar veya ömür boyu hapis cezası ile cezalandırılan kişinin fıtratı cezalandırıldığı gibi eşinin fıtratı da cezalandırılmaktadır. Çünkü biyolojik bir varlık olan insan cinsel ihtiyacını tatmin etme imkânı bulamadığı zaman fıtratına aykırı sakıncalı yollara başvurmakta, bunun sonucunda da travmalar yaşamaktadır. Bunun kişilerin psikolojisinde, yaşantısında, ahlakında, aile ve sosyal hayatında, çevresinde nasıl büyük sorunlar meydana getirdiğini uzmanlar bilirler. Bu sakıncalardan dolayı Hz.Ömer’in evlerinden uzun zaman ayrı kalan askerlerle ilgili bir uygulamasından söz edilir.
Anlatılanlara göre Hz.Ömer, Medine’de gecenin birinde halkın durumunu denetlerken avlunun birinden güzel sesli bir kadının savaşa giden eşinin uzun zamandır gelmediğinden yakındığını ve halifeye sitem ettiğini işitir. Bunun üzerine gidip Hz.Peygamberin eşlerinden kızı Hafsa’ya danışır ve bir kadının eşinden ne kadar ayrı kalabileceğini sorar. Ortalama olarak dört ay kadar, cevabını alması üzerine, o günden itibaren savaşa giden askerleri dört aydan fazla evlerinden uzak tutmamaya karar verir. Bununla bağlantılı olarak da evlerinden uzun zaman uzakta kalan bazı askerlerin kitap ehlinden kadınlarla evlendiğini ve evdeki eşlerini ihmal ettiklerini öğrenince bunun da önüne geçtiği ve askerlerin periyodik olarak evlerine dönmelerini sağladığı bilinmektedir. Çünkü fıtrata aykırı yapılan her uygulama bir tarafı tamir ederken diğer tarafı bozmaktadır.
Nitekim İslam hukukuna göre ortalama beş yıl kadar ortalıktan kaybolan kişiler için âlimler kayıp hükmünün geçerli olacağını ve evli ise eşinin hükmen boşanmış sayılıp başkasıyla evlenebileceğini kararlaştırırlar.
Kaldı ki hapis cezasının sakıncaları mahkumun fıtratına yapılan haksızlıkla sınırlı olmayıp onun yanında özellikle koğuş sisteminde türlü cinsel sapıklıklar, uyuşturucu bağımlılıkları, ideolojik baskı ve yönlendirmeler, başkaları üzerinde otorite kurma, haraç alma ve şiddet kullanma gibi burada sayamayacağımız bir sürü olumsuzluklara da yol açmaktadır. Devletin bunların önüne geçmek için ne kadar çaba gösterdiği ve önlemler aldığı bilinmektedir.
Bütün bunlar insan fıtratının önemini ve yapılan uygulamalarda mutlaka gözetilmesi gerektiğini, aksi halde birçok haksızlıklar ve sakıncalar olacağını göstermektedir. Bunun önüne geçmek için çağımızda kimi suçlardan dolayı mahkûm olanların yakınlarıyla görüştürülmesi, hatta iyi halli yahut cezasının belirlenen miktarını çekmiş mahkûmların açık ceza evlerine alındığı ve yılda birkaç günlüğüne izinli olarak evlerine gönderilip aileleriyle bir araya gelmelerine imkan verildiği bilinmektedir. Bütün bunlar insan fıtratının zorunlu kıldığı uygulamalardır. İslam bu gerçeği gördüğü için çok yönlü sakıncalara yol açan hapis cezasını değil, başka cezalar öngörmüş ve tarafların mağdur olmalarının önüne geçmeyi amaçlamıştır.
Hapis cezasının bu sakıncalarının yanında, sosyal ve ekonomik yönden de büyük sakıncaları bulunmaktadır. Çünkü bu ceza bitinceye kadar ceza evleri arasında neredeyse seyahat eden mahkûmun yakınları ziyaretine gelebiliyorsa haftalık veya belirli günlerde cezaevine taşınmaya devam etmekte, kendisine harçlık vermekte, yol teperek masraf etmekte, bunun için işini gücünü, evini barkını bırakmakta, görüşebilmek için saatlerce yollarda ve kuyruklarda zaman kaybetmektedir. Bu arada sıra beklerken, geçişler ve aramalar sırasında gördüğü muameleden dolayı her ziyaret sırasında moralinin yerle bir olması, çok zaman olumsuz sözler ve davranışlarla karşılaşması ve yaralarının tazelenmesi gibi etkilerin kişiliği, ahlakı, morali ve aile bireyleri üzerinde yaptığı tahribat da işin cabası!
Ayrıca değişik amaçlar ve gerekçelerle hükümetlerin zaman zaman çıkarmak durumunda kaldıkları aflarla suçluların gereken cezalarını çekmeden salıverilmesi de mağdur tarafları ve kamu vicdanını ne kadar rahatsız ettiği ve adalete güveni nasıl sarstığı da bilinmektedir.
Hapis cezasının bireyler üzerindeki bu olumsuzluklarının yanında devlete, dolayısıyla topluma maliyeti de ayrı bir sorundur. Değişik türlerde yüzlerce, belki binlerce ceza evinin bina, personel, yatak, ısıtma, aydınlatma, temizlik, yemek, içmek, yönetim, güvenlik, öğretmen, müdür, kütüphane, araç, vd. ihtiyaçlarının karşılanmasının devlete ne kadar büyük bir yük getirdiği bilinmektedir. Özellikle bu işlerin sağlanması için yeterli ödenek ayrılamadığından meydana gelen olumsuzlukların bu işlerde çalışan kişilerin, mahkûmların ve ailelerinin ahlaki ve sosyal hayatları üzerinde ne kadar olumsuz etkiler yaptığı bilinmektedir. Hatta bu tür ceza evlerinde birtakım gerekçelerle mahkûmların zaman zaman çıkardıkları isyanlarda ve rehin almalarda ölenlerin sayısı bazen idam mahkûmlarının sayısını çokça geçmektedir. Hele ister imkânsızlıklar ister başka nedenlerle tutukluluk uygulamalarının neredeyse ortalama hapis süreleri kadar uzadığı, örneğin ülkemizde verilen bilgilere göre temyiz aşamasında 15 bin dava dosyasının zaman aşımına uğradığı, 100-150 bin dosyanın zaman aşımı sınırına dayandığı ve bir milyon sekiz yüz bin (1.800.000) dosyanın karar verilmeyi beklediği bir sistemde hapis cezasının ortaya çıkardığı ürkütücü tabloyu insan neredeyse görmek bile istemiyor.
Çünkü insanın iç ve dış dünyasını şekillendirmesi gereken inanç, ahlak, edep, hak, adalet, eşitlik, özgürlük, itaat, sorumluluk, helal, haram, mükâfat, ceza, hayat ve ahiret gibi değerler vahye göre verilmezse söylenenler boş bir söylemden öteye geçmez ve insanlar amaç için aracı meşrulaştıran felsefelerle hareket ederek gemisini kurtaran kaptan olmak için boğuşur dururlar. Verilen laik seküler eğitimle bugün toplum ne yazık ki buraya doğru gitmektedir. İnsanın fıtratı göz ardı edilerek alınan bütün önlemler ve yapılan yatırımlar madde çukurunda kanayan yarayı azdırmaktan, çıkar hırsını kamçılamaktan ve daha çok pay almak için insanların sürekli birbirleriyle mücadele etmesinden başka bir sonuç vermemektedir. Çünkü bu uygulamalar vahyin aydınlığından uzak olup fıtrata yabancıdır. Oysa doğru yol, fıtrata uygun olan vahyin ve aklın işbirliği yapmasıdır.

HUKUKUN TEMEL KURALLARINDAN BİRİ SUÇUN VE CEZANIN BİREYSEL OLUŞUDUR. HAPİS CEZASI, HUKUKUN BU İLKESİYLE UYUŞMAMAKTADIR.

SUÇU BİR KİŞİ İŞLEDİĞİ HALDE HAPİS CEZASI İLE EŞİ, ANNE BABASI, ÇOCUKLARI, KARDEŞLERİ VE YAKINLARI DOLAYLI OLARAK ONUNLA BERABER CEZALANDIRILMIŞ OLMAKTADIR.

FITRATA AYKIRI YAPILAN HER UYGULAMA BİR TARAFI TAMİR EDERKEN DİĞER TARAFI BOZMAKTADIR.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder