13 Mayıs 2011 Cuma

İbadet Fıtrata Uyum Sağlamaktır - Hüseyin K. ECE

İNCELEME

İBADET FITRATA UYUM SAĞLAMAKTIR

Hüseyin K. ECE

Giriş
İslâm inancına göre insanın yaratılış sebebi bellidir. O da kulluktur. (Zariyat, 51/56. Ayrıca bak. Mülk, 59/2; Hûd, 13/7).
“Sizi sadece boş yere yarattığımızı ve sizin hakikaten huzurumuza geri getirilmeyeceğinizi mi sandınız?” (Mü’minûn, 23/115).
İnsan varlıklar arasındaki makamı kul olmaktır. Kulun da bir sahibi, bir bakanı, üzerinde tasarruf yetkisi olan bir velisi, bir hâkimi vardır. Sahibi olmadan ‘kul’ tek başına bir şey ifade etmez. İnsanın sahibi olduğuna göre; o hem mutlak bağımsız değil, hem de sorumludur. Yani sahibine karşı görevleri vardır. Sahipsiz kul olmayacağı gibi, sahibine karşı sorumsuz bir kulluk da düşünülemez. Zira kul her açıdan sahibine muhtaçtır.

İnsanın doğumu ve belli bir süre sonra ölümü onun başkasına muhtaç olduğunun en harika isbatıdır. Bunun için başka kanıta ihtiyaç yoktur. İşte insan doğuyor, çok kısa bir süre yaşıyor ve ölüyor. Üstelik bu konuda hiç bir dahli, hiç gücü ve hiç bir seçim imkânı yok.
Bu ‘kul’un dünyaya gelişi tesadüfen ve boşuna olmadığı gibi, buradan gidişi de tesadüfen ve sonuçsuz değildir. Evrende (zerreden kürreye) her şeyin bir görevi, -akılları olmasa bile- her varlığın bir fonksiyonu olduğuna göre; akıl ve irade sahibi insanın başıboş olması düşülemez. Yani insanın (kulun) görevleri vardır.

İnsanın görevleri
İnsanın kul olarak görevlerini birçok madde ile sıralamak mümkün. Ama biz burada bunları dört maddede özetlemek istiyoruz. Bunlar:
-Ma’rifet/anlamak,
-İman/kabul etmek-teslim olmak,
-İtaat/görevini yapmak-ibadet etmek,
-Muhsin olmak/aktif iyi olmak-cihad etmek.

a- Ma’rifet/anlamak
Allah’ı sıfatlarıyla ve fiillerinin tecellileriyle (sonuçlarıyla) tanımak insanın ilk görevidir. Buna ma´rifetullah denir. Bu bir anlamda Allah’ı ve O’na ait sıfatları hakkıyla anlamak, Allah’ın varlığını ve âlem üzerindeki tasarruf gücünü idrak edebilmek demektir.
İnsan Allah’ı göremez, ölçemez, herhangi bir nesneye dokunur gibi dokunamaz, bir şeyi inceler gibi inceleyemez. Ama O’nu sıfatlarıyla, fiilleriyle ve bunların kâinattaki tecellileriyle tanıyabilir, anlayabilir.
O’nun gücünün ve hükümranlığının eseri yerde ve göklerdedir. O’nun âyetleri evrende, insanda, Kur’an’da ve Peygamber mesajındadır. Kişi onlara bakar ve Allah’ı tanımaya, anlamaya, idrak etmeye çalışır.
Ma’rifet, sadece Allah’ı gereği gibi tanımayı değil, o aynı zamanda O’na gereği gibi bağlanmayı ve O’nun huzurunda edebini takınmayı da ifade eder.

b- İman ve itiraf etmek, kabul etmek ve teslim olmak
İnsan, marifet imkânını kullandıktan sonra, yani bir anlamda varlıkta Allah’ın rabliği ve ilahlığı ile karşılaştıktan sonra yapacağı şey, iman etmek, teslim olmaktır. Ya da O Rabbi açık bir şekilde itiraf etmesidir.
Teslim olmak sıradan bir pes etme değil; kabul etmek, benimsemek, itaat etmeye söz vermek, hatta itaatın bizzat kendisi, Allah’ın dışında her şeye kul olmaktan kurtulmadır.
İman etme, Kur’an ve Peygamber ile Allah’tan gelen her şeye inanma, onların doğruluğundan emin olma, karşılığında vadedilen şeyler hakkında şüphe içinde olmama, hakikate ulaşmadır.

c- İtaat: görevini yapmak-ibadet etmek
İnsanın Rabbine karşı üçüncü görevi itaattır.
İmanın gereği iman edilen bir yüce gücün karşısında itaat etmek, boyun eğmek, ondan gelenlere itiraz etmemek, emre muhalif davranmamaktır.
İtaat, inkıyad etmek; yani boyun eğmek demektir. Emre uyma, sözü dinleme, alınan emri yerine getirme, verilen emre göre hareket etme anlamlarına gelir.
Kur’an-ı Kerim diyor ki:
“Gökte ve yerde her ne varsa hepsi de isteyerek veya istemeyerek Allah’a teslim olmuşlardır.” (Âli İmran, 3/83).
Buradaki isteyerek kelimesi ‘itaat’ kelimesiyle ifade edilmektedir.
‘İtaat’ın karşıtı ‘isyan’dır. Allah, yarattığı ve nimet verdiği kullarının kendisine isyan değil ‘itaat’ etmelerini istiyor. Eğer insan âlemlerin Rabbine itaat etmezse; başka ilâhlara itaat edecektir.

d- Muhsin olmak: aktif iyi olmak-cihad etmek
İnsanın Rabbine karşı dördüncü önemli görevi muhsinlerden, yani aktif iyilerden olmaktır.
Muhsin, ihsan sahibi olan demektir. İhsan ise ibadette, Allah’ı görüyomuş gibi ibadet etmek, itikatta; Allah’ı sahih bir bilgi ile tanımak, ahlâkta ve günlük işlerde; her şeyi güzel ve yerli yerinde yapmak demektir.
Muhsin, bu üç anlamı da kapsar.
İman eden muhsinlerden (iyilerden) olmak için gayret eder. Zira ibadet ihsan ahlâkını kazanma çabasıdır.
Muhsin olmak aynı zamanda aktif iyi olmak demektir. Yani hem kendisi iyi olmaya çalışır, hem çevresini güzelleştirmeye gayret eder, hem de güzel ve iyi olan şeylerin yaygınlaşması için yoğun çaba sarfeder.
İhsan üzere hareket eden bir kimse, hayatın her alanına güzellikler, iyilikler, dostluklar yerleşsin diye aktif olarak çalışan kimsedir. O çok iyi bir hak savunucusu, iyi bir çevreci, iyi bir eğitimci, estetikten ve sanattan yana, temizlik sevdalısı, dostluk elçisi ve barış mücahididir.

İtaatın yerine getirilmesi: İbadet
İtaatın diğer adı ibadettir, kulluktur.
İslâm’da ibadet; niyete bağlı olarak yapılması sevap olan, özel bir şekilde yapılan, iman, itaat ve fiillerden meydana gelir. İnsanı yaratan ve ona her türlü nimeti veren Allah’a karşı bir ta’zimdir, bir kulluk borcudur.
İman da öncelikle olarak bir ibadettir. Değil mi ki insan Rabbinden gelen Vahy’e iman ediyor, Allah’tan gelen hükümleri ve ölçüleri kabul ediyor, onları hayatına hâkim kılmaya söz veriyor. Yani Rabbinin emirlerine itaat ediyor.
Yaratanla yaratılan (kul) arasındaki karşılıklı ilişki; Allah’tan insana vahy şeklinde, insandan Allah’a doğru ‘dua ve ibadet’ şeklinde gerçekleşir.
İslam’daki ibadet anlayışı, batıl dinlerde olduğu gibi bir tapınma değil, Allah’a karşı olan sevginin, saygının, azametine teslim oluşun, O’nun Rabliğini tasdik edişin dua, itaat ve belli hareketlerle ortaya konmasıdır.
İbadet; aynı zamanda nimetleri veren makama karşı şükrün yerine getirilmesidir. İtaat eden kul (abd), önünde boyun eğdiği Rabbinin yaptığı iyilikleri de bilmelidir. Verdiği nimetlere teşekkür ederek (veya şükrederek) kalpten ona bağlanmalıdır.
İman eden kimse, bütün kölelikleri, bütün yanlış kul ve kulluk anlayışlarını reddettiğini ilân etmiş olur. Çünkü gerçek Efendi’ye kulluğu unutanlar, yalancı mevlâlar (efendiler) bulurlar. Üçüncü bir yol yoktur.
Yani yeryüzünde eskiden veya şimdi ibadetsiz insan mevcut değildir.
Zira Allah (c) insanı böyle yaratmış, fıtratını böyle düzenlemiştir. Yemeğe, içmeye ve benzeri şeylere muhtaç olan insan, ibadet etmeye de muhtaçtır.

- İbadeti gerektiren sebepler
Burada niçin ibadet etmeliyiz sorunun cevabını, ya da ibadet görevinin genel ve özel sebeplerini sıralamak mümkün:
İbadeti gerektiren genel sebepler:
§ Yaratılışa anlam vermek.
§ Allah ile bağ kurabilmek.
§ Dünya hayatını düzene koymak.
§ Değerler dünyasına yükselmek.
§ İyi bir insan olabilmek.
§ Cenneti kazanmak.
§ Cehennemden kurtulmak.
§ Allah’a borçlu olduğumuz için.

İbadeti gerektiren özel sebepler
1- Allah (c) ibadete layıktır:
Şüphesiz ki müslümanların inandığı âlemlerin Rabbi Allah (c), ibadet edilmeye layıktır. Zira O mutlak yaratıcı, mutlak Veli (bakıp gözeten, sevip ilgilenen), he ralanda hüküm veren, rızık verici ve sonsuz iyilik edicidir. Her şeyi bilendir, her seyden haberdar olandır, insanın iyiliğini, insanın lehine ve aleyhine olanı bilendir.

2- Şükür için:
“Rabbiniz şöyle buyurmuştur: “Andolsun, eğer şükrederseniz gerçekten size (ni’metimi, mükâfatımı) artırırım ve andolsun eğer küfrederseniz, şüphesiz benim azabım pek şiddetlidir.” (İbrahim, 14/7).
Mü’minler bilirler ki Allah âlemlerden müstağnidir ve Samed’tir. Yani hiç bir şeye muhtaç değildir. İbadet kulun ihtiyacıdır. Nimet veren, çok çok iyilik eden O (c) olduğuna göre iyilik edene teşekkür edilir.
Din dilindeki ‘şükür’; Allah’ın ni’metinin etkisinin kulun dilinde ‘itiraf, dua, övgü ve zikir’ olarak, kalbinde ‘şahitlik ve muhabbet’ olarak, organlarında da ‘itaat etme ve boyun eğme’ olarak ortaya çıkmasıdır.
Şükür; ni’met vereni sevmeyi ve onu hoşnut edecek şeyleri yapmayı da kapsar. ‘Küfr’ ise, ni’met vereni inkâr edip onu gizlemektir.
‘Şükür’ aynı zamanda ni’meti bilmedir. Çünkü ni’meti bilmek, ni’meti vereni bilmenin yoludur. Kul ni’meti tanıdığı zaman, ni’metin sahibini de tanır. O’nu tanıyınca O’nu sevmeye başlar ve O’nun hoşlanacağı şeyleri yapmaya niyet eder.
Kul bu şuurla kimin önünde kulluk yaptığının farkında olur.
İnsan Rabbine herhalde borçludur. Bu borcun miktarını rakamlarla ifade etmek mümkün değildir. İnsan ne kadar çalışırsa çalışsın borcunu asla ödeyemez ödeyemez. Zaten Allah (c) kuldan borcunu ödemesini değil, borçlu olduğunu bilmesini, kul olduğunu itiraf etmesini istemektedir. Bu da şükürdür. Şükür insana gelip ulaşmış bir ni’mete karşı bir teşekkürdür.
Şükrün başı Allah’ı bilmektir (marifetullah’tır).

3- Allah’a yaklaşmak için:
Kul için manevi anlamda Allah’a yaklaşmak, Kur’an’ın deyişi ile mukarrabûn’dan (Vakıa, 56/11; Mutaffifîn, 83/21, 28) olmak son derece sevindirici, heyacan verici, arzu edilen bir hedeftir.
İnsan Allah’a üç vesile ile yaklaşabilir: Dua ile (Mü’min, 41/60; Enbiya, 21/88), Esmau’l-Hüsnâ ile (A’raf, 7/180), salih amel (ibadet) ile (Kehf, 18/110).

4- Hatırlananlardan olmak için:
İbadet etmenin bir başka amacı da unutulanlardan olmamak içindir.
Allah (c) insanlara; “Siz beni zikredin (anın) ben de sizi zikredeyim. Bana şükredin, fakat asla nankörlük etmeyin.” (Bakara, 2/152) diyor. Bir hadiste de aynı anlama vurgu yapılıyor (Müslim, Zikir/2-21, no: 2675).
‘Zikir’; Allah’ı anmak üzere yapılması veya söylenmesi tavsiye edilen, hamd, dua, ibadet ve övgü gibi fiiller ve sözlerdir.
Allah (c), mü’minlere kendisini sürekli olarak zikretmelerini emrediyor. Kur’an’daki bu zikretme emri çeşitli formlarda gelir.
İman eden bir kimse, evrenin her köşesine yerleşmiş olan sayısız âyetleri bakar, onların üzerinde düşünür, sonra da onların Rabbini hatırlar. Böylece imanı artar, Allah’ın varlığı ve uluhiyyeti (ilâhlığı) tekrar aklına gelir (Enfal, 8/2; Hacc, 22/35; Âl-i İmran, 3/190-191).
Allah (c) insanları, kendisini unuttukları için, kendi nefislerini unutturduğu kimseler gibi olmamak konusunda uyarıyor (Haşr, 59/19). Allah’ı kulluk, şükür, dua, sevgi, ta’zim, niyaz, tevbe ve istiğfar, tesbih ve tazarru ile hatırlayanları Allah (c) hesapsız ödüllerle, üstün nimetlerle, af ve bağışla, manevi dereceler vererek hatırlar. Allah’ı zikretmenin en güzel mükâfatı bu dünyada tatmin olmuş bir kalbe sahip olmaktır (Ra’d, 13/28).

5- Hayatın düzeni (mizan-denge) için:
İbadet etmenin beşinci gerekçesi; hayatın dengesini kurabilmek, kaostan düzene, bedbahtlıktan huzura, şekavetten saadete, ilkesizlikten nizama, gayesizlikten ulvi bir hedefe ulaşmak için.
“(O Allah) göğü yükseltti ve mizanı koydu. Tartıda taşkınlık edip dengeyi bozmayın.” (Rahman, 55/7-8).
Buradaki dengeyi tabiattaki denge olarak anlamak mümkün olduğu gibi, hayatın her alanındaki denge olarak da anlamak mümkün. Bunu adaleti gözetmekten, ölçülü davranıp davranışlarda dengeyi sağlamaya, haramlardan kaçınıp vücut dengesini sağlamaya, suçlardan uzak kalıp toplum dengesini korumaya kadar uzatabiliriz. Dengeli beslenme, dengeli harcama, dengeli sevme ve nefret etme, dengeli yaşama gibi şeyler de buna dâhildir.
Bu dengeleri sağlayabilecek imkân da Allah’ın koyduğu ölçülere, çizdiği sınırlara (Hudûdullah’a) uymaktır. Zaten Allah’ın koyduğu ölçülere uymak ibadettir. İbadet, insanın hayatına, hayatının her alanına bir denge ve bir düzen getirir.

6- Dareyn saadeti için:
İki dünyada da mutlu ve huzurlu yaşamak isteyenler Rabblerine kulluk etsinler. Başka tanrılara boyun eğmekten şiddetle kaçınsınlar. Mutluluk için uzun lafa, ardı arkası gelmeyen formüllere, cilt cilt kitaplara, işe yaramaz lakırdılara hiç gerek yoktur. Gerçek mutluluğu kişi ancak ve ancak Allah’a hakkıyla kulluk yaparak kazanabilir.
Allah’a hakkıyla kulluk edenler, O’nun insan ve toplum için uygun gördüğü ölçülere uyarak yaşayanlar dünyada ağız tadında, verimli, hoş ve mütevazı bir hayat yaşarlar. Öbür dünyada hem hesapları kolay olur, hem de sonsuz saadeti kazanırlar (Nahl, 16/96-97; Yunus, 10/26; Kehf, 18/88; Leyl, 92/5-7; Necm, 53/31).

7- Emaneti taşıma görevi:
Allah’a ibadetin bir başka gerekçesi insanın ‘emanet’i taşıma görevidir.
‘Emanet’ kavram olarak, maddi olsun manevi olsun bir şeyi veya bir değeri gönül huzuru ve güvenle başkasına teslim etmek ve aynı gönül huzuru ve eminlikle geri almaktır. ‘Emanet’ ayrıca, güvenilen bir kimseye koruması için geçici olarak bırakılan şeydir.
‘Emanet’ kişinin bulunduğu yere, imkânlara, yetkilere göre bir anlamda sorumluluktur.
Kur’an, dağların, göklerin ve yerin yüklenmeden kaçındığı ‘Emanet’i insanın yüklendiğini söylüyor (Ahzab, 33/72).
Buradaki ‘emanet’; Tevhid kelimesi ve gereği, akıl, kulluk veya Allah’a itaat, İslâm’ın insanlara teklifleri, kulluk, ruhí ve bedení kabiliyetler, ma’rifetullah, Allah’ın insanlara gönderdiği hak din ve onun yüklediği görevler, insanın yeryüzündeki halifeliği, emir ve yasaklar, adaleti yerine getirme, doğruluk (emin olma) şeklinde anlaşılmıştır.
İnsanın yüklendiği bu ‘emanet’, onun dünya hayatının sırrıdır, oluş sebebidir. Varlık, insanın emaneti taşıyıp taşımadığına göre bir anlam kazanmaktadır. İnsan, ‘emanet’in gereğini yapıp-yapmamakla denenmektedir. Bu bir anlamda ezelî sözleşmeye benzer (A’raf, 7/172).
Bu ‘emanet’ taşıma görevini de ancak hakkıyla ibadet edenler yerine getirebilirler.

8- Fıtratla buluşmak için:
İbadetin en önemli sebeplerinden biri de insan kendi aslıyla buluşabilmesi, fıtratına yabancılaşmamasıdır. Zira insanın yapısında, doğasında, yaratılışında; yani fıtratında ibadet ihtiyacı vardır.
İnsanın fıtratıyla uyum sağlaması da ancak ibadetle mümkündür.

Fatr/fıtrat nedir?
‘Fıtrat’ kelimesinin kökü ‘fatr’dır. ‘Fatr’ sözlükte, uzunlamasına yarmak, ikiye ayırmak, yaratmak, icat etmek, bir şeyi özellikleriyle ortaya koymak, bir şeyi meydana getirmek anlamlarına gelir. ‘Fıtrat’, buna ‘te’ harfinin ilavesiyle yapılan bir isim masdardır. Sözlükte, yaratılış, belli yeteneklere ve yatkınlığa sahip oluş, karakter, mizaç, doğal eğilim, huy gibi manaları vardır (R. Isfehânî, el-Müfredât, s. 575; Firuzâbâdî, Kâmûsu’l-Muhît, s.456).
Dini terim olarak fıtrat, “Allahu Teâlâ’nın mahlûkatı kendisini tanıtacak, insanı da mahlûkata bakarak Allah’ı bilip tanıyacak, iman edip ibadet edecek kabiliyet, hal ve istidat üzere yaratmasıdır.” (İbni Manzûr, Lisânu'l-Arab, 11/197).
Bu masdarın fail (özne) ismi olan ‘Fâtır’, Allah’ın güzel isimlerinden birisidir. ‘Fâtır’ kelimesi ile yine Yaratan manasına gelen ‘Hâlık’ arasında ince bir fark vardır. ‘Fâtır’ sıfatı ‘Hâlık’ sıfatının içindedir ve ilk defa yaratmaya başlayan demektir. Allah (c) için ‘Fâtıru’s Semâvâti ve’l arz-Gökleri ve yeri Yaratan’ denilir. (Fatır, 35/1; En’am, 6/14; Yûsuf, 12/101; İbrahim, 14/10 vd.).
‘Fatr’ veya ‘fıtrat’ ilk yaratılışı ifade ettiği gibi, devam eden bir yaratılışı da anlatırlar. ‘Fatr veya fıtrat’, bir şeyi yoktan ve örneksiz var etmek ve onu, belli bir hedefe doğru açıp-ortaya koymak, dal budak saldırmaktır ki ‘ibda’ (yoktan var etme) fiilinden sonraki aşamadır. Bu bakımdan Kur’an ‘fatr’ fiilini her zaman Allah (c) hakkında kullanmaktadır. Yaratılan, yokluğun içerisinden çıkartılanlar göklerdir, yerdir, insanlar ve diğer canlılardır (Zuhruf, 43/27; Enbiya, 21/56. Tâhâ, 20/72).

Hadislerde fıtrat
Hadislerde ‘fatr’ kökünden gelen pek çok kelime kullanıldığı gibi ‘fıtrat’ kelimesi de kullanılıyor.
Peygamber (s) şöyle dedi: “... Rabbim buyurdu ki: Ben bütün insanları fıtrat-ı selim üzere ve hanif inancında yarattım. Sonra şeytanlar onları yoldan çıkardılar. Benim helâl kıldıklarını onlara haram ettiler, bana şirk koşmalarını söylediler. Hâlbuki onların bu yaptıklarının hiçbir delili ve dayanağı yoktur... ” (Müslim, Cennet/63 (7207)).
Hz. Aişe’den (r) rivâyet edildiğine göre Hz. Peygamber (s) şöyle buyurdu:
“On şey fıtrattandır; 1- Bıyığı kısaltmak, 2- Sakalı uzatmak, 3- Dişleri temizlemek, 4- (Abdest alırken) suyu burnuna çekmek, 5- Tırnakları kesmek, 6- Parmak aralarını yıkamak, 7- Koltuk altını tıraş etmek, 8- Etek tıraşı yapmak, 9- Tuvalette su ile temizlenmek, 10- Hıtan sünneti olmak.” (Müslim, Taharet 56 (604); Ebu Davud, Tahare/29 (53); Nesâî, Zinet/1 (5053).
Bir başka hadiste ise şöyle buyuruluyor: “Fıtrat beştir veya şu beş şey fıtrattandır: Sünnet olmak, kasıklardaki kılları tıraş etmek, tırnakları kesmek, koltuk altı kılları almak ve bıyıkları kısaltmak” (Buhârî, Libâs/63, 64 (5890,5891), İsti’zân/51 (6297); Müslim, Ta¬haret/49-51 (507-599); Ahmed b. Hanbel, 7832).
Rasûlullah (s) buyurdu ki: "Miraca çıkarıldığım gece bana iki kadeh getirildi, birinde şarap diğerinde de süt vardı. Ben sütü aldım. Melek: "Seni fitrata irşad eden Allah'a hamd olsun. Eğer şarabı alsaydın ümmetin azmıştı" dedi." (Buhari, Eşribe 1 (5576); Müslim, İman/74 (424); Nesâî, Eşribe/41 (5660).
Allah’ın boyası ve fıtrat ilişkisi
“Allah’ın boyası... boyası Allah’tan daha güzel kim olabilir! Biz O’na ibadet edenleriz.” (Bakara, 2/138).
Burada Allah’ın kendi dinine boya adını vermesi mecazdır. Boyanın etkisi kumaşta nasıl ortaya çıkıyorsa, boya kumaşın en ince ayrıntısına nasıl siniyorsa ve o kumaşa kendi rengini, hatta adını veriyorsa, âdetâ kumaşı yeniden şekillendiriyorsa; dinin öngördüğü ameller ve anlayışlar da o dine bağlı olan kimseler üzerinde öylece görülür. Dinin getirdiği renk ve anlayış, o insanın hayatının her anında, her davranışında, her amelinde, her görüşünde ortaya çıkar. Din (inanç) her birine nüfuz eder, deyim yerinde ise, insanın ta iliklerine işler.
Daha önceden yahudiler, çocuklarını yahudi kalmaları için yıkarlarmış. Bu adet daha sonraları ‘vaftiz’ adıyla hırıstiyanlara geçti. Onlar, çocukları yedi günlük olunca kilisede sarı bir suda yıkarlar. Böylece onu kendi inançlarının boyası ile boyadıklarını, dinlerine kattıklarına inanırlar. Âyet onların bu kanaatini reddedip, asıl tabii boyanın Allah’ın insanın yaratılışına yerleştirdiği İslâm fıtratı olduğunu açıklıyor.
Allah’ın boyası demek, Allah’ın insanlar üzerinde yaratmış olduğu fıtratıdır. Bu da İslâm’dan başkası değildir (Kurtubî Tefsiri Terümesi, 2/362).
“Boyaların hası Allah’ın boyasıdır. Allah’ın boyası ‘fıtrat’, yani insanın doğasıdır. Fıtrat, insanın doğasına döşediği muhteşem altyapıdır. İnsanın tek doğal boyası budur, onun üzerine sürülen bütün boyalar sentetiktir. Zımnen: Müslüman olmak bir başka boya ile boyanmak değil, sentettik boyaları atıp kendi öz boyasına dönmektir.” (M. İslamoğlu, Meâl, s.52).
Kur’an, müslümanlara tam bir bağlılıkla İslâm bağlanmalarını, içte ve dışta olan amellerinin hepsini ona uydurmalarını, İslâmın onların bütün zamanlarında temel akide olmasını emrediyor. Öyleki Allah’ın boyası müslümanlar üzerinde belirgin bir sıfat olmalıdır. Bu da ancak İslâm’ın bütün emirlerine isteyerek ve severek bağlanmakla mümkün olur. Öyle ki din onda, tıpkı bir boyanın kumaşa nüfuz edip onun sıfatı olması gibi bir karakter haline gelir.
“Maddiyatta, tabiatta ve bütün kâinatta, dikkaz ediniz O’nun boyasından daha güzeli var mıdır? Ağaçlara ve otlara, bütün çiçeklere, bilhassa insanların simalarına ve göz renklerine şöyle bir göz atınız, onlardaki doğuştan boya ile insanların sonradan sürdüğü sun’î boyalar arasında kıymet ve güzellik bakımından ne kadar büyük fark olduğunu görürsünüz. Özellikle insanın bedenlerine sürülen ve yaratılışı bozan boyalar, ne kadar arizî, ne kadar çirkin ve yapmacık şeylerdir.
İşte maneviyatta, din ve ahlâkta da durum böyledir. Din fıtrî bir din, iman ilâhî bir iman, temizlik doğuştan bir temizlik, güzellik doğuştan bir güzelliktir...
İman ve dini bir boyaya benzetmek gerekirse, biz (müslümanlar) Allah’ın boyası olan fıtrî iman ile ve Allah (c) tarafından boyanmış olmayı üstün tutarız. Maddi ve manevi bütün temizlik çabalarımız ve güzelliklerimiz hep ilk doğuştan gelen temelin muhafazasına yöneliktir. İslâm dini ve tevhid imanı, insanların Allah tarafından boyanmasıdır. İman, en güzel Allah boyasıdır.” (Elmalılı, Tefsir, 1/426).
Tıpkı bunun gibi, Allah (c) insana İslâmı fıtrat yani yaratılış dini, doğal din olarak seçmiştir. Bu din, Allah’ın tabiatta yarattığı renkler gibi tabii, güzel ve eşyanın doğasına uygundur.
Kimileri fıtrat boyasını, tabii boyayı, ya da boyaların/renklerin en güzelini bırakıp, sun’î, yapmacık, doğal güzellikten uzak boyaların, insanların uydurduğu renklerin peşine düşerler. Ancak hayatlarının her bir alanında o sahte, o yapmacık, o tabii olmayan boyaların izleri, çirkinliği, iğretiliği görülür.

Fıtratın anlam sahası
Fıtrat, insanın doğuştan sahip olduğu bütün özelliklerini ifade eden bir terimdir.
Kâinattaki bütün varlıklar Allah’ın kendileri için var ettiği ‘fıtrat’ üzerindedirler. Her varlık, kendi tabiatının gereğini yapar, o çizgisinin dışına çıkmaz.
Buna insan da dâhildir.
Tohum veya çekirdek, kendinden çıkacak olan canlının özü ve özetidir. O türe ait bütün özellikleri kendi bünyesinde barındırmaktadır. Bir şeyin ilk defa yokluktan ortaya çıkışı veya bir maddeden (tohumdan) meydana gelişi bir ‘fatr’dır. Bunun ortaya çıkış biçimi veya taşıdığı özellikler de ‘fıtrat’tır. Her yaratığın ‘fıtrat’ üzere kazandığı özelliklere de onun ‘tabiatı/yapısı’ denir.
“O halde yüzünü, Allah’ı birleyen (bir hanif) olarak dine, Allah’ın fıtratına çevir; ki insanları bunun üzerine yaratmıştır. Allah’ın yaratışı için hiç bir değişme yoktur. İşte dimdik ayakta duran din (budur). Ancak insanların çoğu bilmezler.” (30 Rûm/30)
Bu âyette geçen ‘fıtrat’ı el-Ferrâ, Allah’ın boyası (sıbğâtullah; Bakara, 2/138) olarak açıklıyor. Allah (c) insanı işte bu fıtrat üzere yarattı ki, bu sayede Rabbini tanır (Meâni’l-Kur’an, 2/324).
Bunun insandaki inanma ve ibadet etmeye meyli ve kabiliyeti anlamına geldiği de söylenmektedir. Buradaki maksat, her kişinin kendine ait özelliği değil, bütün insanların insan olarak yaratılışlarındaki esas ve hepsinde ortak olan genel yaratılıştır.
Başta Selef ulemâsı olmak üzere âlimlerin önemli bir kısmı Kur’an ve hadislerde geçen fıtrat kelimesinin "İs¬lâm" anlamına geldiğini söylerler. Onlara göre insanların tabii, aslî ve fıtrî dinleri¬ İslâmdır. Daha sonra çev¬re tesirleriyle farklı dinlere yönelme fıtrattan sapmadır. Onlar, "Beş veya on şey fıtrattandır..." gibi hadislerin de bunu desteklediği görüşündedirler.
Bazılarına göre fıtrattan maksat Allah'ın Âdem'in neslinden, dünyaya gelmeden önce iman ettiğine dair aldığı ikrar ve mîsâktır (A'râf 7/172).
Fıtrat "hakkı be¬nimseme yatkınlığı" şeklinde anlaşılabilir (Kurtubî, s.2407). İnsanlar genellik¬le bedenî bakımdan olduğu gibi ruhî ve zihnî bakımdan da hissetmeye, algılama¬ya, doğru biçimde düşünmeye ve inan¬maya elverişli olarak dünyaya gelirler (H. Hökelekli, “Fıtrat” mad., DİA, 13/47-48).
Peygamber (s) buyuruyor ki:
“Her çocuğu annesi fıtrat üzere dünyaya getirir. Onun bu hali konuşma çağına kadar devam eder, sonra anne-babası onu hırıstiyan, yahudí, mecusi (ateşe tapan) yapar. Eğer anne-baba müslümansalar, çocuk da müslüman olur.” (Müslim, Kader/24-25 (6760-6761); Ebu Davud, Sünnet/18 (4714); Tirmizí, Kader/5 (2138). Ahmed b. Hanbel’in rivâyetinde: “İsterseniz Rûm Sûresi 30. âyeti okuyunuz” ilavesi vardır. Müsned, 7730).
İbni Esir’e göre, buradaki fıtrat, insanın kendi soyunun özellikleri ve ilâhî dini kabul etmedeki doğal eğilimdir. Çocuk kendi haline bırakılsa İslâmdan başka dinlere meyletmez. Kimilerine göre fıtrat, her doğan Allah’ı bilme ve ikrar etme kabiliyeti ile doğar. Velev ki bunu şartlar gereği başka bir isimle nitelendirse dahi. (İbnu’l-Esir, en-Nihâye fi-Garibi’l-Hadîs, s.698).
İbni Teymiyye gore ise buradaki fıtrat, Allah’ın insanları üzerinde yarattığı şey, yani İslâm’dır (İbni Teymiyye, Fetevâ, 4/125).
“Allah’ın insanı üzerinde yarattığı fıtrat, her insanın özüne yerleştirilen iyiye, doğruya ve hakikate eğilimdir. İnsan bir amaç için yaratılmıştır. Bu amaç yeryüzünde hayatın tevhid ve adalet ekseninde inşasıdır. Kur’an insana bu misyonundan dolayı ‘halife’ adını veriyor. Fıtrat, insanın yaratılış amacını gerçekleştirecek donanım ve altyapıya sahip olmasıdır. “O her şeye yaratılıştan en güzel olma, kemâlinin bulma (yeteneği) vermiştir.” (Secde, 32/7) âyeti bunu ifade eder.”Allah’ın boyası” işte budur. Bu boyayı, üzerine sürülen bir başka boya ile değiştirmek, sadece fıtratın üzerinin örtülmesi değil, aynı zamanda onun üzerine inşa edilecek inancın amacından sapmasına yol açar.” (M. İslâmoğlu, Meâl, s.799).
“Fıtrat terimi, bu bağlamda, insanın doğru ile yanlış, gerçek ile sahte/düzmece arasında ayrım yapabilmesine ve böylece Allah'ın varlığını ve birliğini kavrayabilmesine imkân veren, doğuştan edindiği sezgisel yeteneği ifade eder.” (M. Esed, s.826).
Bütün insanlar saf, temiz, hakkı seçmeye meyilli bir şekilde yaratılırlar. Ancak onu eğitim, çevre ve dış etkenler değiştirir, fıtrattan uzaklaştırır, ya da fıtrata uymayan davranışları yapmasına sebep olur.
İnsan bedenine ait bütün organlar ve organların görevleri, her bir uzvun görevi hiç şaşırmadan yerine getirmesi birer fıtrattır. Gözün iyi görmemesi, kulağın iyi duymaması, ayağın topal, kolun solak olması genellikle sonradan gelen bir arızadır.
İnsanlar, güzel, doğru, Hakk’a uygun, adaletli, isabetli iş yapıyorlarsa, merhametli, şefkatli ve iyiliksever iseler, hatalarından dolayı pişman oluyorlarsa, insanları, hayvanları, tabiatı, çocuklarını, düşkünleri seviyorlarsa, ana-babalarına ve başkalarına iyilikte bulunuyorlarsa; fıtratlarının gereğini yapıyorlar demektir.
Bunların tersi fıtrata ters düşmektir. Kötü, çirkin, yanlış iş yapanlar, zalim ve merhametsiz olanlar, günaha düşenler ve isyan edenler, inançsız olanlar veya yalancı tanrılara ibadet edenler temiz fıtratlarından uzaklaşanlardır.
Fıtrat, Fâtır olan Allah’ın insanlara ve varlıklara yoktan var ederek verdiği kabiliyet, onlara ait proğramdır. Allah’ı tanıma ve O’na ibadet etme eğilimi, ruh temizliği, olumlu yetenekler ve benzeri şeylerdir. Kısaca fıtrat, “insanın doğasına döşediği muhteşem altyapıdır.”
İnsana düşen bu temiz fıtratı tanımak ve ona uygun davranmaktır.

Fıtrat ve İslâmî davet
İslâma davet bir anlamda insanları kendi gerçeklerine davet, Allah’a kulluk, güzel davranışlarda bulunmak, Rabbi tanıyıp O’na itaat; fıtratla buluşma, fıtratla aynileşmedir.
İslâmın genel hedefi, insanları Allah’ın dışında tanrı haline getirilen şeylere ibadetten, insanları kullara kulluktan kurtarmaktır.
Peygamberlerin tebliği aslında insanları kendi fıtratlarına ve bununla birlikte saadete bir davettir. Onlar bu davet faaliyetini bir cihad ibadeti olarak uygulamaya koymuşlardır. Müslümanların cihad faaliyeti de, kendi çevrelerinde insanlara, yaratılışlarına uygun olarak inanma, fıtratlarını tanıma ve kullara kulluk zilletinden Allah’a kulluk izzetine yücelme ortamını sağlar.
Cihad ibadeti insanlar ile İslâm arasına girmiş olan engelleri ortadan kaldırıp, onları kendi fıratları ile yüzyüze getirme çalışmasıdır.

İlk Ahid (Söz) ve Fıtrat İlişkisi
Kur'an'ın haber verdiğine göre Allah (c) bütün insanlardan, kendisini Rab olarak bilip, yalnızca kendisine kulluk edeceklerine dair söz almıştır (A'raf, 7/172-173).
Bu olayın da ne zaman, nerede ve nasıl gerçekleştiğini bilmiyoruz. İnsan, kendine ait en küçük parça olan hücreyi ve onun yapısını, içinde saklanılan hayatı, o hücrelerin taşıdığı gizemleri düşündüğü zaman bu sahnenin büyüklüğünü daha iyi anlar.
İnsan henüz gözle görünmeyen bir hücre/zerre halinde iken Allah'ın hitabına kavuşuyor. Yüce Yaratıcı, o hücreye hem ne yapacağını, yani fıtratını öğretiyor, hem de fıtratın bir gereği olarak Rabbini tanımaya söz vermesini istiyor.
Küçücük hücrelerde koca bir hayat gizli... O zerreler zaman içerisinde gelişecek, oluşumunu tamamlayacak ve insan denen varlık meydana gelecek. O hücre içinde, hücreden meydana gelecek olan insanın vicdanı saklı. Allah (c) o vicdanlara sesleniyor, yani yaratılışta olan kabiliyete, fıtratta olan şeye... (Seyyid Kutub, Fi Zilali’l-Kur’an, 3/1392).
İnsan belli bir zamandan önce bir hiç iken, doğal üreme yoluyla dünyaya geliyor ve gelişim göstererek insan halini alıyor. Bu olay temamen kandi iradesi dışında Yüce Yaratıcının takdiri, tedbiri ve kudretiyle oluyor. İşin bu aşamasında insan, yaratıcıya karşı itiraz edemiyor. Bu dönemde ne inkar vardır, ne de nankörlük. Herkes bu noktada fıtrat kanuna bağlı olarak gelişir.
Bu gelişim süreci boyunca insan Rabbinin kanununa uyuyor. O'nun emrinin dışına çıkmıyor, yalnız O'ndan yardım ve destek görüyor. Bütün benliği de bunun böyle olduğuna şahitlik ediyor. Hz. Adem'den beri bütün insanlar Rabbinin kendilerine verdiği bu fıtratı, bu doğal gelişimi kabul etmekle, Rabbi ile kendi arasındaki fıtri sözleşmeyi yapmış olurlar.
Bir anlamda herkes bu doğal sözleşmeye imza atmış olarak doğar (Elmalılı, Tefsir, 4/167-168).
Acaba insandan alınan ahd (söz) onun fıtratı yerleştirilen Rabbini tanıma ve O'na kulluk yapabilme yeteneği midir?
Bazı tefsircilere göre burada insanların şahit tutulması ve ahd alnması olayı semboliktir. Allah (c), insanları fıtratlarının başlangıcında tevhid inancını ve Allah'ın Rabliğini anlayacak, İslamı benimseyecek kabiliyette yaratmış olduğunu böyle sembolik bir dille (temsili olarak) anlatmaktadır.
Şöyle ki; Allah (c) insana akıl ve basireti (uzak görüşlülüğü) doğuştan verir. Bunlar için de iç dünyasında ve insan varlığının dışında (evrende) sayısız deliller (âyetler) var eder. Böylece insanı mükemmel bir şekilde donatıp kendi Rabliğini bilmeye yöneltir. İnsanlar da doğuştan sahip oldukları bu donanımlarla Allah'ı tanımaya yönelirler.
Âyet, âdemoğullarının, atalarının bellerinden süzülüp alındığını, onların içine Allah'ı tanıma duygusu verildiğini, insanın bu fıtrat ile Rabbini tanıdığını haber vermektedir. Bu da insandaki Allah inancı yaratılıştan gelen bir şey olduğunu gösterir (S. Ateş, Tefsir, 3/413).

İbadet etmek, fıtrata uyum sağlamaktır
İnsanın yapısı, fıtratı Rabbini tanımaya, O'na kulluk yapmaya, O'nun tekliflerini yüklenmeye, gereklerini yapmaya müsait bir şekilde yaratılmıştır. Alemlerin Rabbine inanıp teslim olmak, yaratılışın gereğidir. Bu, insan için olağanüstü bir yük, anlaşılmaz ve karmakarışık bir bilmece değil, tam tersine fıtratın gereği, doğal sonucudur.
İnsan itaat etmeye de, isyan etmeye de kabiliyetlidir (Şems, 91/7-8). Fıtrattan ayrılmayan, bozulmayan kimse Allah’ın âyetlerine kulak verir, gereğini yapar. Şeytan ve fıtrata aykırı dış faktörler insanı bu durumdan uzaklaştırırlar.
İnsanın yapısı (fıtratı) inanmaya, ibadet etmeye, yüce bir varlığa bağlanmaya elverişli olduğu gibi, yüce değerlere ve olgun ahlâka da yatkındır. Bazı insanları ahirete iman etmedikleri halde, güzel ahlâk sahibi, dürüst ve iyiliksever görüyorsak; işte bu fıtrattandır. Fıtratta saklı olan asalet bir şekilde günyüzüne çıkmaktadır.
İslâm’a göre inanmanın ve ibadet etmenin iki kaynağı vardır :
Birincisi insandaki bu fıtrat’tır. İnsanın tabiatı Allah’ın dini İslâmı kabul etmeye, onu uygulamaya, Allah’ın emirlerine uymaya; kısaca yalnızca Allah’a ibadet etmeye uygundur.
İnanmanın ve ibadet etmenin ikinci kaynağı, insanın kendi çabasıyla ve iradesiyle inanması ve kendi arzusuyla ibadet etmesi, ya da bunu harici etkilerle elde etmesidir.
Allah (c), fıtrat’a zıt özelliklerin ve anlayışların bulunduğu yerlerde elçileri aracılığıyla Din gönderir ve insanları öz fıtratlarına uygun davranmaya çağırır.
İnsanın kendi fıtrat’ına uygun olarak Allah’ı bir bilip O’na kulluk etmesi de ‘hanif’liktir.
Tam burada insanın ezeli sözleşmesini hatırlamak gerekiyor (A’raf, 7//171-172).
Kur’an'a göre, Mute‘âl Kudret'in varlığını sezme, algılama yatkınlığı insanda yaratılıştan (fıtrat) var olan bir hususiyettir; sonradan, kendini-beğenmişlik, nefsine-düşkünlük gibi arızî duygular eliyle ya da yoldan çıkarıcı çevresel etkilerle üzeri örtülebilir, bulandırılabilir olsa da, böyle içsel, sezgisel bir idrak imkânının varlığıdır ki, akıl sahibi her insanı Allah'ın önünde “kendi hakkında tanıklık yapma”ya yöneltmektedir.” (M. Esed, Meâl s.310).
İnsanın fıtratı ezelî söyleşmeye uygundur. Ya da ezelî sözleşme insanın fıtratında saklıdır.
Allah (c) insanları kendi fıtratlarına uygun davranmaya davet ediyor. Bu fıtrat da Allah’ın insanlara gönderdiği İslâm’a inanıp ona uygun yaşamaktır.
“İslâm, insanların dünya ve ahiret mutluluğunu temin eden bir ‘inanç ve ibadetler bütünü’ değil sadece; aynı zamanda bütün varlığa ve kainata hâkim olan yaratılış yasasının, tabii durumun ve aslî halin adıdır. Yaratıcı’ya boyun emek ve O’na teslim olmak sadece insanın doğal tavrı değil, aynı zamanda insan dışındaki canlıların ve evrenin de tavrıdır (Hac, 22/18).
İslâm olmak, sadece dinler içinde bir dini benimsemek değildir. O, aynı zamanda varlığın temelindeki hakikati kavramak, tabiata ve evrene hâkim olan yaratılış nizamına uygun davranmak, gördüğü ve görmediği, canlı ve cansız olarak isimlendirdiği bütün varlıklarla birlikte ayn hakikati terennüm etmek demektir.
Şu halde müslüman, yaradılıştaki safiyetini muhafaza eden ve onun herhangi bir yabancı unsur tarafından bulandırılmasına izin vermeyen, fıtrat yasalarına teslim olmuş kimsedir.

Sonuç
İslâm, insanların her alanda temiz fıtratlarına uygun hareket etmelerini istiyor. Bu bakımdan vücudun şeklini değiştirmeyi, kadınların erkeklere, erkeklerin kadınlara benzemesini, canlı türlerine onları bozmak üzere el atmayı ‘fıtrata müdâhele’ olarak değerlendirip hoş görmemektedir.
İnsan aklı ve yüreği ile fıtrat üzere kaldıkça veya dış etkenler tesir etmediği müddetçe, onun fıtratında Âlemlerin Rabbine teslimiyet vardır. Ancak, hayatına İslâm’ın hâkim olmadığı kimseler şeytanın saptırmasıyla bu kabiliyetlerini ters yönde kullanırlar.
Öyleyse inanmak ve ibadet etmek, fıtrattır, ya fıtrata uygunluktur. Bunun tersi fıtrata aykırıdır ve insan bünyesinde arızadır. Kendi fıtratlarını yeterince tanıyanlar, Allah’ı bırakıp başka tanrılara tapınmazlar.
Allah’a itaat edenler fıtratlarının gereğini yaparlar. Ya da onlar fıtratlarıyla buluşurlar. Bu da insanın kendi kendine yabancılaşmasını önler.

MÜSLÜMAN: YARADILIŞTAKİ SAFİYETİNİ MUHAFAZA EDEN VE ONU BULANDIRMADAN FITRAT YASALARINA TESLİM OLAN KİMSE.

İNSAN VARLIKLAR ARASINDAKİ MAKAMI KUL OLMAKTIR. KULUN DA BİR SAHİBİ, ÜZERİNDE TASARRUF YETKİSİ OLAN BİR VELİSİ, BİR HÂKİMİ VARDIR.

İNSAN ALLAH’I GÖREMEZ, ÖLÇEMEZ, O’NA DOKUNAMAZ. AMA O’NU SIFATLARIYLA, FİİLLERİYLE VE BUNLARIN KÂİNATTAKİ TECELLİLERİYLE TANIYABİLİR.

‘İTAAT’IN KARŞITI ‘İSYAN’DIR. ALLAH, YARATTIĞI VE NİMET VERDİĞİ KULLARININ KENDİSİNE İSYAN DEĞİL ‘İTAAT’ ETMELERİNİ İSTİYOR.

EĞER İNSAN ÂLEMLERİN RABBİNE İTAAT ETMEZSE; BAŞKA İLÂHLARA İTAAT EDECEKTİR.

İBADET; İNSANI YARATAN VE ONA HER TÜRLÜ NİMETİ VEREN ALLAH’A KARŞI BİR TA’ZİMDİR, BİR KULLUK BORCUDUR.

İSLAM’DAKİ İBADET, ALLAH’A KARŞI OLAN SEVGİNİN, SAYGININ VE O’NUN RABLİĞİNİ TASDİK EDİŞİN ORTAYA KONMASIDIR.

İBADETİN EN ÖNEMLİ SEBEPLERİNDEN BİRİ DE İNSAN KENDİ ASLIYLA BULUŞABİLMESİ, FITRATINA YABANCILAŞMAMASIDIR.

İNSANIN YAPISINDA İBADET İHTİYACI VARDIR. İNSANIN FITRATIYLA UYUM SAĞLAMASI ANCAK İBADETLE MÜMKÜNDÜR.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder