13 Mayıs 2011 Cuma

din ve fıtrat uyumluluğu Ayetullah MEZAHİRİ

Din ve Fıtrat Uyumluluğu

Kur’an-ı Kerim’den anlaşıldığı üzere İslam dini fıtrat dinidir. Yani insanın yaratılışıyla yüzde yüz uyumludur. İnsanın alın yazısı ile ve insanın ruhi derinlikleriyle tamamen uyumludur. Kur’an-ı Kerim şöyle buyuruyor:

فَأَقِمْ وَجْهَكَ لِلدِّينِ حَنِيفاً فِطْرَةَ اللَّهِ الَّتِي فَطَرَ النَّاسَ عَلَيْهَا لَا تَبْدِيلَ لِخَلْقِ اللَّهِ ذَلِكَ الدِّينُ الْقَيِّمُ

(Resulüm!) Sen yüzünü hanîf olarak dine, Allah insanları hangi fıtrat üzere yaratmış ise ona çevir. Allah'ın yaratışında değişme yoktur. İşte dosdoğru din budur.”[1]


Ayetullah Mezahiri
Yani bütün dikkatinle İslam dinine yönel; zira İslam dini hanif dinidir, orta yoldur, onda ifrat ve tefrite yer yoktur. Zira yüzde yüz ilahi fıtratla uyum halindedir. Bu yüzden de bu din kayyımdır, yani ebedidir, ayaktadır. Bu ayet-i kerime şu hakikati dile getiriyor: İslam dini orta yol olduğu ve fıtratla uyumlu olduğu için ebedidir. Peygamber efendimizin son peygamber olması da bu yüzdendir.

Fıtratın Manası
Fıtrat, sözlük manası itibariyle hilkat, yaradılış manasına gelir ve bu yüzden bu kelime hakkında bir miktar konuşmam gerekiyor ve herkesin özellikle oturumdaki alimlerin dikkatlerini bu konu üzerine toplamalarını rica ediyorum.
Bizim bilgilerimiz iki kısımdır: Bir kısmı öğrenim ve öğretim yoluyla elde edilir. Mesela öğretmen sınıfta dersi anlatıyor, öğrenci ise not alıyor. Veya bu mukaddes oturumda benim anlattıklarımı sizin not elmanız gibi. Bu insanların sahip olduğu bir tür bilgidir ve bu tür bir bilgi, insanın aklıyla ilgili bir durumdur. Netice itibariyle insanın bilmesi gereken bir tür bilgidir. Diğer bir kısım ilim ise bilinen türden bir bilgi değildir. Aksine hissedilen türden bilgilerdir. Akla değil, içgüdüye bağlıdır. İnsani temayüllerle ilgili bilgilerdir. Mesela insan acıkınca yemek yiyor, doyuyor; susayınca su içip ihtiyacını gideriyor. İnsanın açlığını ve susuzluğunu hissetmesi insanın eğitim ve öğretimle elde ettiği türden bir bilgi değildir. Hissedilen, bulunan, derk edilen türden bir bilgidir.
Yani âlemlerin Rabbi olan Allah-u Teala’nın insana vermiş olduğu bu içgüdüyle açlığını ve tokluğunu derk ediyor ve başka bir ifadeyle susuzluğunu derk ediyor ve su içtiği zamanda ihtiyacının giderilmiş olduğunu hissediyor.
İşte bu idrak etme hissi de iki kısımdır: Bir kısmı bütün hayvanlarda mevcut olan hislerdir. Belki de bu hisler bazı hayvanlarda, insanlardan daha kuvvetlidir. Mesela yukarıda verdiğimiz örneklerde olduğu gibi. Diğer bir kısım içgüdüler de vardır ki dikkat ve irade etkisi altında bulunmaktadır. Buna fıtrat da diyorlar. Fıtrat bu içgüdülerin ta kendisidir. Şu farkla ki içgüdü fark edilmeden iradesiz bir şekilde işlemekte ve bilgi sahibi olmaktadır. Ama fıtrat ise ilim ve dikkat ile derk etmekte, bilgi edinmektedir.

Allah’ı Arayış Fıtratı
İnsanda fazlasıyla bulunan işte bu fıtratlardan biri de Allah’ı arama ve bulma arzusudur. İnsan yaratılışı itibariyle Allah’ı arama ve bulma eğilimindedir. Eğer gerçekten de perdeler kaldırılırsa, eğer gerçekten rezil sıfatlar insandan arındırılırsa veya dindirilirse, susuz bir kimsenin suya erişmesi gibi insan da Allah’a erişir. İşte bu öğretilen ve öğrenilen bir olay değil, belki vicdan olayıdır, anlama olayıdır, idraktir.
Hepinizin muhakkak çıkmaza girdiğiniz vakitler olmuştur, yani insan bazen öyle bir yere varıyor ki ümit eli her yerden kesilmekte ve görünüş itibariyle hiçbir sığınağı kalmaz hale düşmektedir. Tam o an suyu bulan susuz insan misali, Rabbini bulmaktadır. Kur’an-ı Kerim ondan fazla ayetinde bu konu üzerinde durmakta ve şöyle buyurmaktadır: “Gemiye bindikleri zaman, dini yalnız ona has kılarak (ihlâsla) Allah’a yalvarırlar. Fakat onları salimen karaya çıkarınca, bir bakarsın ki (Allah’a) ortak koşmaktadırlar.”[2]
İnsan denizde olduğu bir vakit dalgalar yükselip fırtına kopunca, gemisi kırılıp parçalanmaya başlayınca ve eli bütün kurtarıcı sebeplerden kesilince, Kur’an-ı Kerim’in ifadesiyle insan işte o an Rabbine seslenir, hem de sadece Allah’ı birleyerek seslenir ve tevhide erişir. Yani o an “Allah! Allah! “ diye seslenir ve o an sadece bir olan Allah’a seslenir, iki ilaha değil. O vakit işiten, gören, rauf, kerim ve kadir olan Allah’ı bulur, mutlak kudreti bulur, mutlak ilmi derk eder. Mutlak lütuf re şefkati hisseder ve artık “Allah! Allah! “ demeye başlar.
İnsan çıkmaza girdiği zaman birden bire farkına bile varmadan Allah’a yöneliyor, Allah diyor, yani “Allah’ım sen beni kurtarmaya kadirsin, Allah’ım sen benim halimi biliyorsun, sen bana karşı lütuf sahibisin. Allah’ım sen raufsun, sen cömertsin” demeye başlıyor. İşte bu çıkmazın sonunda bütün kemal sıfatların kendinde toplandığı bir zatın varlığını derk ediyor, onu buluyor ve onu bulduğu an, tevhit üzere ve Kur’an-ı Kerim’in ihlas ile çağırır Rabbini.
Yüz yirmi dört bin Peygamber, kitapları ve tebliğleriyle bu fıtratı diriltmek için geldiler, yani çıkmaza girince insanlarda dirilen fıtratı!
Bütün peygamberler bu fıtratı daima diriltmek için geldiler. İnsanı öyle bir makama, öyle bir yere ulaştırsınlar ki her zaman Allah’ı arayıp bulabilsinler ve başka bir ibaretle bütün peygamberler, bütün bu mihrap ve minberler, bütün, bütün bu ibadetler, her zaman insanın yegâne Allah’ı anması içindir. Ta- Ha suresi bu konuya şöyle işaret etmektedir:
إِنَّنِي أَنَا اللَّهُ لَا إِلَهَ إِلَّا أَنَافَاعْبُدْنِي وَأَقِمِ الصَّلَاةَ لِذِكْرِي
“Muhakkak ki ben, yalnızca ben Allah’ım. Benden başka ilah yoktur. Bana kulluk et; beni anmak için namaz kıl.”[3]
Yani ben bir tek Allah’ım. Allah’ın birliğini nereden derk edeceksin? İbadet etmeli, Allah ile Rabıtan olmalıdır. Allah ile Rabıtan olması için namaz kılman gerekir, namaz bu Rabıtayı sana sağlayacaktır. Bu ayeti kerime, minber ve mihrapların, insanın her zaman Allah'ı arayıp bulması için olduğunu ifade ediyor.
Yüz yirmi dört bin Peygamber kitaplarıyla geldiyseler, insanın Allah’ı bulması ve onu unutmaması içindir. Susuz kimsenin susuzluğunu derk etmesi gibi, insan da ilahi muhabbetin susuzluğunu taşısın diye gönderilmişlerdir. Ta ki insan bu vesileyle her zaman Allah’ı kalp gözü ile görsün, her zaman Allah ile raz-u niyazda bulunsun ve böylece öyle bir makama ulaşsın ki Kur’an-ı Kerim’in;
رِجَالٌ لَّا تُلْهِيهِمْ تِجَارَةٌ وَلَا بَيْعٌ عَن ذِكْرِ اللَّهِ
“Onlar; ne ticaret ne de alışverişin kendilerini Allah’ı anmaktan alıkoymadığı insanlardır. . .”[4] diye buyurduğu kimselerden olsun.
Artık hiçbir şey onun için perde olmamalıdır. Eğer biz kalp gözüyle Allah’ı göremiyorsak, Kur’an-ı Kerim bu durumda perdenin varlığından söz ediyor ve eğer perde varsa, aç bir kimse gibi Allah’ın varlığını derk edemiyorsan, onu bulamıyorsan, eğer Allah senin kalbinde hükümet etmiyorsa, bil ki perdeler vardır. Perdeler kaldırılırsa o an insan Rabbini bulur. İnsan fıtratı icabı Allah’ı arar, başka bir ibaretle insan Allah’ı hisseder. Bu öğrenim ve öğretimden gelen bir şey değil, bu burhan-ı nazm değil, burhan-i sıddıkin değil, burhan-ı hudus ve imkân da değildir. [5] Aksine vicdan[6] ile ilgilidir; bilmek ile ilgili değil. Bilindiği gibi insan kaybettiğini bulunca, susuz kimsenin susuzluğunu hissetmesi gibi Allah’ını bulunca, , işte o vakit Rabbinin önünde küçülür, eğilir, onun azametini ve kendi zilletini görür.

İbadetin Fıtri Oluşu
İbadet insandaki fıtri esaslardan biridir. Şu mübarek Ramazan ayında tutulan oruç, insanın fıtratıyla mutabakat halindedir. Zira eğer insan Allah’ı bulursa, kalbi Allah’ın ahlakıyla ahlaklanmayı diler ve Allah’ın ahlakıyla ahlaklanmanın en iyi yolu mübarek Ramazan ayının orucudur. Dikkat ederseniz bazıları için oruç tutmak hususunda büyük lezzet vardır. İmam Seccad’a (a.s) baktığımızda, Ramazan ayı gelince çok mutlu olduğunu, ama mübarek ayın sonlarına doğru ve ayın bitiminde ise son derece mutsuz olduğunu ve ağladığını görüyorsak, bunun sebebi fıtratlarıyla uyumlu olan bir şey gelmiş olması ve de gitmek üzere olmasıdır.
Namaz kılmak; Allah’ını bulan ve perdeleri kenara itip Allah’ı hisseden insan için en büyük lezzettir. Hem öyle bir lezzetlidir ki İmam Sadık (a.s) bu konuda “Gecenin kalbinde kılınan iki rekât namaz, benim için dünya ve dünyanın içinde bulunan her şeyden daha lezzetli ve yücedir” diye buyurmaktadır
Yani İmam Sadık(a.s) buyuruyor ki: Eğer bana “bütün dünya senin olsun ama iki rekât gece namazını kılma” deseler, ben razı olmam. Niçin razı değil? Çünkü Rabbini bulmuştur, onun fırsatı Allah karşısında küçülmesini söylemektedir ona. Allah karşısında en iyi küçülme ise namazdır. Artık infakta bulunmak onun için zor olmak bir yana, lezzetli ve keyifli bir iş haline gelir. Zira Rabbini bulan kimse, hem de o yüce kemal sıfatlarıyla, bütün kemal sıfatlarını kendinde toplamış zatı bulunca, Bilindiği gibi neyi var neyi yok, ona feda etmek ister. Yalnızca malını onun yoluna feda etmeyi istemekle kalmayıp, belki eşini, çocuğunu neyi var neyi yok her şeyini, hatta canını bile ona feda etmek ister.
Artık böyle bir kimse için kelebeğin mum karşısında yanması gibi. Allah’ın karşısında, Allah için, Allah yolunda yanmak, en büyük lezzet haline dönüşür. Kur’an-ı Kerim bununla ilgili ne de güzel buyuruyor:
تَتَجَافَى جُنُوبُهُمْ عَنِ الْمَضَاجِعِ يَدْعُونَ رَبَّهُمْ خَوْفاً وَطَمَعاً وَمِمَّا رَزَقْنَاهُمْ يُنفِقُونَ فَلَا تَعْلَمُ نَفْسٌ مَّا أُخْفِيَ لَهُم مِّن قُرَّةِ أَعْيُنٍ جَزَاء بِمَا كَانُوا يَعْمَلُونَ
“Korkuyla ve umutla yalvarmak üzere (ibadet ettikleri için), vücutları yataklardan uzak kalır ve kendilerine verdiğimiz rızıktan Allah yolunda harcarlar. Şimdi hiç kimse kendileri için, yaptıklarına karşılık gözler aydınlığı olacak şeylerden neler gizlenmiş olduğunu bilemez.”[7]
Yani bazı kimseler vardır, onlar kimdirler? Allah’ı bulanlardır onlar. O kimselerdir ki Allah’ın cemal ve celal sıfatları kalplerine hükmetmektedir. Perdeler bir kenara çekilmiş ve bunlar Allah’ı bilmekten de öte, derk ve his etmişlerdir. Buyrulmaktadır ki bunlar yataklarını terk etmişlerdir. Bunlar kalkıp namaz kılıyorlar, gece namazı kılıyorlar. Sahip oldukları şeylerden Allah yolunda infakta bulunuyorlar ve Allah yolunda bulundukları infaktan ve gece namazından öylesine bir lezzet alıyorlar ki onların makamında olanlardan başka hiç kimse onları derk edemez, anlayamaz. Allah’ı hissettiği zaman namaz ve oruç onun için fıtri bir iş haline gelmektedir. Namaz ve oruçtan aldığı lezzet onun için vicdani bir iş haline gelmektedir. Sadece hums ve zekât değil, belki neye sahipse, hatta canını dahi Allah yolunda vermek, artık bu insan için fıtri ve vicdani bir iştir. Ona “humsunu ve zekâtını ver, fakirlere yardım et” demek gerekmez; çünkü susuz bir kimsenin su peşinde koştuğu gibi, kendisi de bunları yapmanın peşice koşturmaktadır.
“Az su bizzat kötü susatıcıdır
Ta ki suyun üstten ve alttan coşup aksın”
Görüyorsun ki aç kimse ekmek peşindedir. Gerçekten de Allah’ı fıtratıyla bulan kimse namazını, orucunu, hums ve zekâtını eda etme çabası içerisinde olur. Onun için en büyük lezzet gidip artık Allah’ın evini Kâbe’yi ziyaret etmesidir. Zira aşık kimse; maşukunun şehrinin kapı ve duvarlarını öper. Safa ve Merve arasındaki sa’yı yerine getirme ve sonuç olarak her şey onun için lezzet vericidir. Oracıkta ev sahibini bulur, ev sahibi onun kalbindedir, onun kalbine hükümet etmektedir. Artık Allah’tan başka hiç bir şey, hiçbir kimse onun kalbinde değildir. Bütün ibadetler onun için fıtrileşir. Namaz, oruç, hums, zekât, hac, cihat, iyiliği emredip kötülükten sakındırmak, tevella[8], teberra[9] onun için fıtri bir iştir.
Bilindiği gibi Allah’ı kalp gözüyle gören kimse açlığını anlayan kimse gibidir. Susuzluğunu gören kimse gibidir. Şu an burada bulunan siz azizler açsınız, açlığınızı ve susuzluğunuzu görüyorsunuz, ama başınızdaki gözlerle değil, çünkü baştaki gözler bazen hata yapar, kalp gözüyle, içgüdüler gözüyle (batın gözünüzle) açlığınızı ve susuzluğunuzu görüyorsunuz.
Bazı insanlar büyün kemalleri kendinde toplanmış o zatı fıtrat gözüyle görürler ve bu sebepten de ona âşıktırlar. Hem de nasıl bir âşık! Öylesine bir aşk besliyorlar ki İbn-ı Ziyad gibi cahil biri meclisinde Hz. Zeyneb’e karşı cesaret edip, “Gördün mü Allah seni ne yaptı?” Deyince Hz. Zeynep kalktı ve şöyle cevap verdi: “Ben güzellikten başka bir şey görmedim… Annen ölümüne ağlasın ey İbn-i Mercane”
Yani sen anlamıyorsun çünkü körsün. Anlamadığın için ölmelisin. Ben Kerbela olayında Allah’tan güzellikten başka bir şey görmedim. Eğer ben kardeşimi verdiysem Allah yolunda verdim, eriştiğim derk ettiğim Allah yolunda. İnsan Allah’a eriştiği zaman bütün ibadetler, cihat, iyiliği emredip kötülükten sakındırmak, Allah’ın dostlarını sevip, düşmanlarına düşman olmak, bütün bunlar onun için fıtri bir iş haline dönüşür. Başka bir deyişle derk edilen bir iş haline gelir. Allah’ı bulmak ve derk etmekle kalmaz, insanın namaz kılması gerektiğini de derk eder. İnsanın eğer insan olmak istiyorsa oruç tutması gerektiğini derk eder. Oruç insanın Allah’ın ahlakıyla ahlaklanması ve ona benzemesidir. Eğer insan kemale ulaşıp kâmil insan olmak istiyorsa Allah’a yakın olması gerekir. Bir insan Allah’ı bulup ona eriştiği zaman artık hums, zekât, kanun ve eşitlikle yetinmeyecek, belki infak etmek onu için fıtri ve makbul bir şey olacaktır.
Özet olarak bütün İslamî ibadetler fıtridir. Derk ve hissedilen bir iştir. Eğer biz de derk etmek istiyorsak, perdelerin kaldırılması gerekir. Bu toplantıda bulunup da benim gibi Rabbini bulamayanlar varsa, bilsin ki hastadır, bu toplantıda bulunanlar arasında namazın kendisine ağır geldiği benim gibi bir kimse varsa, hasta olduğunu bilmelidir.
İnsan bazen acıkır ama hasta olduğu için açlığını hissetmez. İki gündür yemek yemiyor, onu serumla yaşatıyorlar, çünkü onun yemek yemeye meyli yok, neden? Çünkü hastadır. Hasta olduğu için o hissi iş yapamıyor. Eğer bu toplantıda bulunup ta benim gibi Allah yolunda infak etmenin kendisine ağır geldiği kimseler varsa, hasta olduğunu bilmelidir. İki üç gün yemek yemediği halde yine de yemeğe karşı meyli olmayan kimse gibidir. Yani açlığını hissetmiyor. Bu artık o yere ulaşmıştır ki bütün perdeler bir birinin ardı sıra kendisine engel olmuş; dünya, rezil sıfatlar ve sonuçta Allah korusun günah üstüne günah, onu çok kötü bir konuma sürüklemiştir. Öyle ki artık bu insan namazın ruhun gıdası, orucun Allah’a benzeme vesilesi ve bir kamil insan için en yüce lezzet olduğunu derk edememektedir.
Peygamber-i Ekrem (s.a.a)’in zamanında bir koyunu kesip paylaşmışlardı. Peygamber-i Ekrem efendimiz geldiğinde ondan bir şey kalıp kalmadığını sorduğunda, “Ya Resulullah sadece boynu kaldı, hepsini Allah yolunda verdik.” Dediler. Resulullah (s.a.a), “Hayır hepsi kaldı deyin, belki sadece boynu fani oldu, çünkü boynunu Allah yolunda vermediniz” diye buyurdu. Allah yolunda infak Allah’ın evini tavaf etmek, Allah yolunda can vermek, Allah’ın dinin yaymak, Allah’ın dostlarını sevindirmek, düşmanlarını düşman bilmek, delil ve kanıt isteyen bir şey değildir.
“Delil ve istidlal peşinde koşanların ayağı tahtadandır”
İstidlal ve delil benim ve benim gibiler için iyidir.
İstidlal düşman için iyidir. Siz hepinizin usul-i dinde istidlal sahibi olmanız gerekir. Ama bu istidlal sağlam olmayan bir sopaya benzer.
“İstidlalcilerin ayağı tahtadandır
Tahta ayak ise çok dayanıksızdır”
Yani asla işe yaramıyor, dayanıklı değildir. Bu toplantıda burhan-ı sıddikin’i çok iyi tahlil edenler olabilir. Molla Sadra’nın hareket-i cevheri (özsel devinim) ve cismani (nesnel) diriliş felsefesini çok iyi bir şekilde ispat edenler bulunabilir. Ama acaba ibadet bunlar için fıtri bir şey haline gelmiş midir? Allah’ı fıtratıyla ispat eden bir kimsenin okuma yazmaya dahi ihtiyacı yoktur. Nice okuma yazma bilmeyen insanlar vardır ki filozof kimselerden daha üstün ve güçlüdürler. Çünkü perdeleri bir kenara itmiş, Allah ile olan Rabıtalarından dolayı nuraniyet elde etmişlerdir. Bu yüzden namaz, oruç, Allah yolunda yapılan infak, müstahap ve farzlar, özellikle günahlardan kaçınma, bunların kalpleri üzerinde etki yaratmıştır. Ateşteki demir gibi ateşin rengine bürünmüşlerdir. Veya ateşin üzerinde alevlenen odun gibi ateşe dönüşmüşlerdir. Böyle bir kimsenin okuma yazmaya ihtiyacı yoktur. Bu iş kalp ister, temizlenmek ister, günahlardan kaçınmak ister.

İbadet ve Duanın Önemi
إِنَّنِي أَنَا اللَّهُ لَا إِلَهَ إِلَّا أَنَا فَاعْبُدْنِي وَأَقِمِ الصَّلَاةَ لِذِكْرِي
“Muhakkak ki ben, yalnızca ben Allah'ım. Benden başka ilâh yoktur. Bana kulluk et; beni anmak için namaz kıl.”[10]
Kur’an şöyle diyor: Kulum! Bana erişmek mi istiyorsun? Bu zahiri gözlerle değil! Zahiri gözler hayvanlara aittir, belki hayvanlara ait olmayan gözlerle görmelisin. Benim selamımı duymak mı istiyorsun? Bu kulaklarla mı? Hayır, bu kulak hayvanlara aittir, insana ait kulaklarla işitmelisin. Beni anlamak, bulmak mı istiyorsun? Görmek mi istiyorsun? Kelamımı işitmek mi istiyorsun? İbadet et bana! Rabıtanı benimle sağlamlaştır! Okuma, yazma ve öğrenmek istiyorsan filozof olmayı istiyorsan, edebiyatının iyi olmasını istiyorsan ibadet et! Rabıtanı benimle kuvvetlendir ve Rabıtanı benimle muhkem kıldığın zaman bir şeye teveccüh et ve o da namazdır.”Namaz kıl” Yani seni bu makamlara çabuk ulaştıracak şey namazdır, vaktinde kılınan namazdır. Bu mübarek Ramazan ayında özellikle gece namazını kılmayı ihmal etmemenizi rica ediyorum. Lütfen sizden ricam bu ayda Allah ile konuşun, bu mübarek ayda Allah ile konuşanlara ne mutlu! Yani aslında burada Allah insanlarla konuşmaktadır. Allah’ın kullarıyla konuşması ne demektir? Kur’an okumaktır. İmam Sadık (a.s) size şöyle buyuruyor: “ Ey insan! Kur’an okuduğun zaman “Ya eyyuh’el lezine amenu” (Ey iman edenler!)” hitabına muhatap olduğunda sen de lebbeyk diye karşılık ver.”
Öyle insanlar vardır ki “Ey iman edenler!” hitabını işitince Allah’ın kelamını işitirler. Ama bu maddi kulakla değil. Mesnevi’nin dediği gibi o insani kulakla işitir. Allah’ın kelamını işittiği zaman da cevap verebileceği o dille “lebbeyk” diye cevap verir.
Dua ne demektir? Dua Allah ile raz-u niyaz etmektir, Allah ile konuşmaktır. Herkes ama herkes, özellikle aziz gençlerim, dua vaktinde karnınızın tok olup olmaması fikrinde olmayın, duanızın müstecap olup olmaması düşüncesi içinde bulunmayın. O fer’i bir iştir, sadece ona teveccüh etmeyin “Allah, Allah! “ dediğin zaman Allah’ı gören ve Allah’ın “lebbeyk, lebbeyk! “ cevabını işitmek isteyen kimse gibi ol.
Kur’an-ı Kerim değişik yerlerde şöyle buyuruyor:
ادْعُونِي أَسْتَجِبْ لَكُمْ
“Bana dua edin ki duanıza icabet edeyim”[11]
Yani sen “Allah” de, ben “evet” diyeyim. Bunun bir anlamı da şudur ki “Sen “Allah” de ben icabet edeyim.” Elbette insanın yaptığı bütün dualar sonuç itibariyle kabul olunur. Eğer yapılan dua hayrına olursa hemen bütün dualar kabul olunur. Eğer yapılan dua hayrına olursa hemen cevap verilir, ama eğer hayrına olmazsa, daha hayırlı olanını verirler. Ama bundan daha dakik bir mana da kalp ehlinin beyan ettiği manadır ve o da şudur: “Ey benim kulum! Sen “Allah” de, ben de “evet” diyeyim. Ama öyle bir kulağa sahip ol ki benim “lebbeyk” dediğimi işitesin.
ادْعُونِي أَسْتَجِبْ لَكُمْ
“Bana dua edin ki duanıza icabet edeyim.”
Benim kulum, sen benimle konuşmalısın, namaz Allah ile konuşmaktır, yani Allah’ın kuluyla ve kulun Allah ile konuşmasıdır. Fatiha ve diğer sureler Allah’ın kul ile konuşmasıdır; namazın diğer kısımları ise kulun Allah ile konuşmasıdır. Âşık olan kimseler için gerçek lezzet budur. Allah’a erişen kimse için Allah ile konuşmak! Ve Allah’ın kalplerine hükmettiği kimseler için en büyük lezzet namazdır.
Hz. Zehra’nın (s. A) İbadeti
Sohbet istemediğim bir yere varmış durumda, ama ümit ederim ki istediğimden daha iyi olur. Zehra-i Merziye gençtir ve genellikle gencin uykuya ihtiyacı vardır. Onun uykusu yaşlı birinin uykusundan çoktur. Zehra (a.s) yorgundur, çünkü gündüz iş yapmaktadır. Peygamber-i Ekrem, Hz. Zehra’nın evine gidiyor, çocuğunun kucağında, mübarek elinin el değirmeninde, işin verdiği yorgunluktan dolayı el değirmenin kenarında yorgunluktan bitkin bir halde yatmış olduğunu görüyor. Zehra’sını uyandırıyor ve şöyle diyor: “Sevgili kızım! Ahiret mutluluğu için dünyanın acısını çek.” Hz. Zehra yorgundur, çünkü evine, çocuğuna, eşine bakmaktadır. Yardımcısı olmadan önce çok yoruluyordu, çok zorluk çekiyordu, ama bir yardımcı bulduğunda, hizmetçisi Fizze geldiğinde, Peygamber (s.a.a) kızına şöyle nasihat ediyor: “Zehra, kızım! Bu da senin gibi bir insandır, evdeki işlerinizi paylaştırmalısınız. Evin işlerini bir gün sen, ertesi gün ise Fizze yapmalıdır. Zehra çalışıyor, yorgundur. Ev kadını olmak çok zordur. Çocuklara bakmak çok büyük bir iştir. Eşlik görevlerini yerine getirmek (ileride de değineceğiz inşallah) çok zor bir iştir. Zehra (a.s) bütün bunları en üstün bir şekilde yerine getirmektedir. Ama gece yarısı namaz vakti gelince, artık uyku nedir, yorgunluk nedir bilmemektedir. Ayakları şişene kadar ayakta durmaktadır. Tarihte sadece iki kimsenin ayakları şişene kadar;
إِيَّاكَ نَعْبُدُ وإِيَّاكَ نَسْتَعِينُ
“(Rabbimiz!) Ancak sana kulluk ederiz ve yalnız senden medet umarız” diyerek ibadet ettikleri nakledilmiştir. Bunlardan biri Peygamber-i Ekrem (s.a.a), diğeri ise Hz. Fatıma’dır (a.s). Gece yarısı yatağından kalkıp Allah’ı anmakta ve özellikle de başkalarına dua etmektedir. İmam Hasan (a.s) şöyle buyurmaktadır: “Annem gece sabaha kadar ayakta durdu ve namaz kıldı. Yaptığı tün dualarda komşuları, Müslümanları andı. Bunun üzerine anneme, “Bize de dua etsen daha iyi olurdu.” dedim. Annem şöyle buyurdu: “hayır yavrum! Diğerleri bizden önceliklidir.”Önce komşu sonra ev”[12]

[1] Rum/30
[2] Ankebut/65
[3] Ta- Ha/14
[4] Nur/37
[5] Burhan-ı nazm Yüce Allah’ın varlığını ispat eden en sade ve açık delillerden biridir. Bu delil iki mukaddimeden (önermeden) oluşmuştur.
- Evren düzenli mecmuayı oluşturmaktadır.
- Her düzenli mecmuanın mutlaka bir düzenleyeni vardır.
Sonuç ise fevkalâde düzeni ile akılları hayran bırakan bu evrenin mutlaka bir düzenleyicisinin olmasıdır.
Dolayısıyla burhan-ı nazm, “kainat, aklı olmayan, şuursuz tabiatın sonucudur, atomların birbirine karşı şuursuz hareketinden doğan etki ve tepki sonucu var olmuştur” düşüncesini savunanların sözlerini reddeder
Burhan-ı sıddıkin ise dış âlemde ve nefisteki delillere dayanarak Allah’ın varlığına ispatlamaktır. Hudus ve imkan burhanına göre ise varlık âlemi vardır. Bu varlık ya vaciptir (varlığı kendinden zorunludur), ya mümkündür. Eğer vacip ise konu sabit olmuştur. Varlığı kendinden zorunlu olan varlık Allah’tır.
Eğer o varlık kendi zatında mümkünse, mümkünün nihayet bir vacib-ül vücuda (varlığı kendinden zorunlu olana) varması zorunludur. Çünkü mümkün olanların her biri bir sebebe muhtaçtır. Bu sebebin bir istikamete doğru sonsuz olarak devam etmesi (teselsülü) veya devir yoluyla meydana gelmesi imkansızdır. Çünkü aynı şey kendi kendinin hem sebebi (sebebi), hem ma’lulu (müsebbibi) olamaz.
[6] (Os. Vicdan, Fr. Consience). İnsanın görgü ve bilgileriyle kendini yargılama yetisi. . . Sözcüğün Latince kökündeki bilinç anlamı bu yetinin bir bilinç işi olduğunu açıklar. Nitekim bilinç ve bulunç Fransızca’da da aynı sözcükle karşılanmaktadır. Bilinç ve bulunç arasındaki kavram ayrılığı bilincin algılama, buluncun yargılama işini gerçekleştirmelerindendir. Nasıl ki Kant da, buluncu bilinçle aynılaştırır ve bir sayar. Rousseau’ya göre bulunç Tanrısal bir içgüdüdür, yanılmaz. Akıl yoluyla aydınlanır ve insanları yönetir. Töre de, din gibi, Tanrısal bir duygudan doğmuştur. Voltaire’e göre de akıl, doğal dindir. Töre, bütün gönüllere serpilen aynı tohumdur. Çeşitli töreciler çatışmışlardır ama aynı töreyi öğretmişlerdir. İki kez iki her yerde dört eder, en büyük töre yasası dünyanın her yerinde haksızlık yapmamaktır ki bunu da bütün insanlar aynı bilinç ve bulunçla bilirler.
[7] Secde suresi, 16–17. ayetler
[8] Allah için sevmek, birisini dost edinmek. Ehl-i Beyt’e tam sevgi. Akrabalık. Karabet. Yakınlık beslemek.
[9] Allah’ın düşmanlarından uzak durma. Sevmeyip yüz çevirme.
[10] Ta- Ha suresi/14
[11] Mümin (Gafir) Suresi/60
[12] Bihar’ul Envar c. 10, s. 25

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder