13 Mayıs 2011 Cuma

Bezm-i Elest (Elest Meclisi), Kâlu Belâ ve Fıtrat, II

Bezm-i Elest (Elest Meclisi), Kâlu Belâ ve Fıtrat, II

3. Fıtrat ve Fıtratullah

Çoğulu “fıtar” olan fıtrat, “yaratılış, tıynet, tabiat ve huy” manâlarına gelmektedir Fıtrat, bir isim veya nevi mastarıdır. İbnü'l-Esîr, “fıtrat”ın “fatr”dan türetilmiş bir hal olduğunu; yani yaratma ve yaratılış biçimi, hali, manasını ifade ettiğini söylemektedir. Buna göre “fıtrat”ın anlamı, “bir tür yaratma, bir çeşit yaratış, yaratma ve yaratılış hali/biçimi” olmaktadır. M. Hamdi Yazır ise fıtratın “yaratılışın ilk tarz ve heyeti”ni ifade ettiğini söylemiştir. Osmanlıca-Türkçe sözlüklerimizde fıtrat;

  1. Yaratmak, yaratılış, hilkat;
  2. Tînet, tabiat, mizaç, ahlâk, maya, huy, yaratılıştan gelen ruh veya vücud niteliği, cibilliyet;
  3. Din, millet

şeklinde üç temel anlamının olduğu ifade edilmiştir. Bireyin doğuştan sahip olduğu fizyolojik ve ruhî özelliklerin tamamı anlamında fıtrat kelimesinin karşıt anlamı “müktesep, edinik, sonradan kazanılan” demektir. Türkçe'de fıtraten, denildiğinde yaratılıştan, doğuştan sahip olunan biyolojik, fizyolojik ve psikolojik nitelikler kastedilmekte, fıtrî ise “yaratılışla ilgili, yaratılıştan, doğuştan” anlamına gelmektedir. Türkçe'de “fıtraten” kelimesi zaman zaman en kapsamlı haliyle hem “âlemin bir bütün olarak Allah tarafından yaratılışı” gibi fizik evrenle, hem de insan, hayvan ve bitkilerle ilgili canlı-cansız bütün varlıkların yaratılışı, onların yaratılışıyla ilgili nitelikler, anlamında kullanılır. Fıtrat, fıtrî ve fıtraten kelimelerinde biri Allah'la ilgili O'na ait bir özelliği ve fiilini ifade etmesi bakımında Allah'ın yaratma tarzı; diğeri Allah'ın bu yaratma tarzı sonucu ortaya çıkan varlığın sahip olduğu özellikler anlamının bulunduğu gözden kaçırılmamalıdır. “Fıtrat” kelimesi, bundan başka “din, millet” anlamına gelmekte olup, “on şey fıtrattandır” ve “beş şey fıtrattandır” şeklinde rivayet edilen hadislerde bu manada kullanılmıştır.

Fıtrat kavramının terim anlamına gelince genel kabul görecek şekilde net bir terim tarifi yapılamamıştır. Fıtrat âyeti (er-Rûm 30/30) ile hadislerde geçen “fıtrat” kelimesinden hareketle kavramın tanımı yapılmaya çalışılmış, bu sadette çeşitli tanım ve izahlar ortaya çıkmıştır. Bu çerçevede fıtratın “İslâm üzere yaratılış”, “Elest'teki ma'rifetullah üzere yaratılış”, “iman ve küfür üzere yaratılış” ve “doğuştan İslam dinine yetenekli yaratılış hali” gibi tarifleri yapılmıştır.[25]
A. İslâm / Tevhid İnancı Üzere Yaratılış

Sahabe, tabiin, mezhep imamları ve mutasavvıfları kapsayan İslam âlimlerinin büyük çoğunluğunun benimsediğine görüşe göre fıtrat'tan maksat, “İslâm”dır. İster kâfir ister mümin ebeveynden doğsun her çocuk, Allah'ın Elest Bezmi'nde bütün insan zürriyetlerinden aldığı misak üzere, yani hak din olan İslâm üzere doğar. Çocuklar buluğdan önce öldükleri takdirde bu fıtrat üzere yani İslâm üzere ölmüş olur. İmam Mâtürîdî'nin yapmış olduğu açıklamalardan onun da bu görüşte olduğu anlaşılmaktadır. Gazzâlî de fıtratla ilgili âyet ve hadislerin yanı sıra mîsak âyeti, ayrıca Allah'a ortak koşanlara kendilerini kimin yarattığı sorulacak olsa elbette “Allah” diyeceklerini bildiren âyeti delil göstererek, fıtrat'ın “İslâm”dan ibaret olduğunu, bunun da insanların yaratılışlarında mevcut bulunan Rububiyet şuuru anlamına geldiğini belirtmiştir.

Fıtrat'ı(fıtratullah) hak din'le yani İslâm'la yorumlayanlar, onun Haniflik ve İslâm'la birebir ilişkisi olduğunu kabul etmişlerdir. Böyle kabul edenlerin delillerinin başında fıtratullah kavramının bizzat kullanıldığı fıtrat âyeti (30/30) gelmektedir ki âyet mealen şöyledir: "Sen yüzünü Hanif olarak dine, Allah'ın fıtratına çevir ki Allah insanları o fıtrat üzere yaratmıştır. Allah'ın yaratışında değişme yoktur. İşte dosdoğru din budur. Fakat insanların çoğu bilmezler."
Bu görüşte olanların diğer delillerinden biri fıtrat hadisi olarak isimlendirdiğimiz muhtelif tariklerle Ebû Hüreyre'den bazı lafız farklılıklarıyla rivayet edilen hadistir. Bu hadiste Hz. Peygamber, “Dünyaya gelen hiçbir çocuk yoktur ki fıtrat üzere doğmasın. Daha sonra ebeveyni onu Yahudi, Hıristiyan veya Mecusî yapar. Tıpkı hayvanın yavrusunu sapa sağlam, organları yerli yerinde doğurması gibi. Siz onda herhangi bir eksiklik görüyor musunuz?” buyurmuştur. Ebû Hüreyre, bu hadisi rivayet ettikten sonra mezkûr "fıtrat ayetini" (30/30) okuyordu. Ebu Hüreyre'nin bu tutumundan en azından bazı sahabenin fıtrat âyeti ile fıtrat hadisi arasında birbirini açıklayacak şekilde ilişki kurdukları ve fıtratı, Haniflik ve İslâm olarak algıladıkları anlaşılmaktadır.

Hanifliğin örfte Hz. İbrahim'in milletine/dinine alem olduğu bilinmekle birlikte ilgili diğer deliller ve Kurân-ı Kerîm'de Hanîfliğin her geçtiği yerde şirkin nefyedilmesiyle birlikte kullanılması, onun tevhid dini olan İslâm'la paralelliğini gösterir. Müfessirlerin büyük çoğunluğu da bu kanaattedir.

Müfessirlerin çoğu mezkûr fıtrat ayetinin ‘amm olduğunu, buradaki “ennas” kelimesinin bütün insanları kapsadığını belirtmiştir. İbn Teymiyye; “Allah'ın, fıtratı kendi zatına nispet etmiş olması bir medih ve övgü ifadesidir. Binaenaleyh bu fıtrat övülmüş olup, kınanmış değildir. Üstelik Allah, Resulünü bu fıtrata sarılmaya teşvik etmiştir. O halde Allah fıtrata tutunmayı emretmesine rağmen, fıtrata nispetle iman ve küfür nasıl eşit olabilir?” diyerek fıtrat'ın “İslâm” olduğunu vurgulamıştır. Halimî de “Hz. Peygamber'in dünyaya gelen çocuk hakkında “Ebeveyni onu Yahudi, Hıristiyan veya Mecusî yapar.” dediği halde, “Ebeveyni onu Müslüman yapar.” dememiş olması, fıtrattan maksadın “İslâm” olduğuna delildir. Fıtrat üzere doğmak, bütün dinlerden hâli olarak doğmak ve “ebeveyni onu Yahudi, Hıristiyan veya Mecusi yapar.” demek de dünyevî hükümler bakımından çocuk dinde ana-babaya tabi kılınır, çocuğun zatı itibariyle herhangi bir dini yoktur, demek olsaydı, elbette Hz. Peygamber bazı batıl dinleri açıkça zikrettiği gibi “ebeveyni onu Müslüman yapar” diye İslâm dinini de açıkça söylerdi...” demektedir. Bütün bunlara rağmen fıtratla ilgili Müslim'in kaydettiği benzer rivayetlerin birinde “eğer ana-baba Müslüman'sa çocuk da Müslüman'dır.” ifadesinin bulunduğu göz ardı edilmemelidir.

Fıtrat'ın “İslâm-tevhit inancı üzere doğmak” olduğu görüşünü benimseyenler, bununla müesses din anlamındaki İslâm'ı kastetmemişlerdir. Zira bu anlamdaki İslâm'ın sonradan öğrenildiği şüphe götürmez bir gerçektir. Onlar bu görüşleriyle bütün insanlarda yaratılıştan gelen Allah'ın varlığının birliği şuuru, O'na bağlılık ve teslimiyet duygusunu kastetmişlerdir.[25]
B. Elestteki Marifetullah Üzere Yaratılış

Başta Ebû Hanife olmak üzere diğer bazı İslâm âlimleri fıtrat'ı “Elest-bezminde gerçekleşen marifetullah ve iman hali”, “tevhid üzere yaratılış” ya da “tevhid şuuru üzere yaratılış” olarak tanımlamışlardır. Buna göre Allah, Elest-bezminde insan zürriyetlerini Adem'in sulbünden çıkarmış, onlara “Ben sizin Rabbiniz değil miyim” diye hitap etmiş, onlar da “evet” demişler ve böylece kendilerinde Allah hakkında hasıl olan bilgiden dolayı, O'nun Rubûbiyetini tasdik etmişlerdir. Allah insanların yaratılışını bu marifet (apriori bilgi) ve ikrar/iman üzere belirlemiş ve gerçekleştirmiştir.
Her insan, bu ön bilgi ve iman üzere dünyaya gelmektedir. Ancak insanoğlunun bu fıtrî irfan ve imanı hakiki/teklifî iman değildir. Bu, ancak insanın varlık yapısında bulunan Rabbini ve yaratıcısını tanıma sonucu hasıl olan şuur ve O'nu kabulden ibarettir. Nazarı dikkate alınan ve şeriat tarafından emrolunan insanın akıl ve iradesi ile elde ettiği teklifî imandır; fıtrî iman ise bu konuda yeterli değildir. Nitekim Hz. Peygamber, çocukta fıtrî iman mevcut olmakla beraber “Ebeveyni onu Yahudi, Hıristiyan veya Mecusî yapar.” buyurmakla dünyevî hüküm açısından çocuğa ana-babanın hükmünün verildiğine ve fıtrî imana itibar edilmediğine işaret etmiştir. Bu sebepledir ki Allah, insanlarda doğuştan mevcut olan bu imanla yetinmemiş onlara gerçekleri bildirecek hatırlatacak peygamberler göndermiştir. Allah kendi zatını hiçbir şekilde tanıtıp bildirmeden insanları imana davet etmiş değildir. Eğer böyle olsaydı onlara hiç bilmedikleri bir şeye inanmalarını teklif etmiş olurdu. Halbuki Allah Elest bezminde Adem ve zürriyetini varlık sahasına çıkararak kendi ilahî zatını tanıtmış, onlar da bunun irfanına varıp, Allah'ın rububiyetini itiraf ettikten sonra, Allah bu şuur ve ikrarı onların varlık yapılarına yerleştirmiştir/kodlamıştır.[25]
C. İman ve Küfür Üzere Yaratılış

Bir kısım İslâm âlimleri de fıtratı “insanların yaratılışındaki iman ve küfürle ilgili ana ilkeler” olarak anlamışlar ve bununla da insanların saadet veya şekavet, marifet veya inkâr, iman veya küfür üzere yaratılışını kastetmişlerdir. Buna göre Allah'ın, Elest bezmindeki hitabına saadet ehli/müminler isteyerek; şekavet ehli/kâfirler de istemeyerek “evet” demişlerdir. Bu görüşte olanlara göre Allah'ın Müslüman olacağını bildiği kişi fıtrat üzere (mümin olarak), kâfir olacağını bildiği de fıtrat dışı bir halde yani kâfir olarak doğar. Binaenaleyh fıtrat ayet ve hadisi umum ifade etmemekte ve söz konusu peygamberî beyan dünyaya gelen bütün çocukların fıtrat üzere olduğu anlamına gelmemektedir. Bilakis kâfir ebeveynin evladı mümin olarak fıtrat üzere, Müslüman ebeveynin çocuğu da (Hızır'ın öldürdüğü çocuk misalinde olduğu gibi) fıtrat dışı olarak küfür üzere doğabilmektedir. Ancak daha sonra çocuğa, buluğ çağına kadar ebeveynin hükmü, buluğa erip kendi düşünce ve kanaatini bizzat beyan ettikten sonra ise kendine has bir hüküm verilir.

Bu görüş, İbn Kuteybe, Nevevî, İbn Teymiyye ve Âlûsî gibi âlimler tarafından eleştirilerek zayıf görülmüştür. Elest bezminde alınan mîsakın kiminden isteyerek kiminden de zoraki alındığına ilişkin rivayet ise seleften Süddî'den başka kimse tarafından rivayet edilmemiştir.[25]
D. Doğuştan İslam Dinini Kabule Yetenekli/Yatkın Yaratılış Hali

Bazı İslâm âlimlerine göre kelime anlamından hareketle fıtrat, “hilkat, ilk yaratılış hali” demektir. Bundan maksat da her insanın yaratılış itibariyle selîm bir halde bulunması ve İslâm'ı kabule doğuştan kabiliyetli-yatkın olmasıdır. Bu görüşü benimseyenler Kurân-ı Kerîm'de “fatara” ve “fâtır” kelimelerinin yer aldığı bazı âyetlerdeki kullanım biçimlerinden ve fıtrat âyetinde geçen “halkillah” tabirinden istidlâl ederek fıtrat'ın “hilkat” anlamına geldiğini ifade etmişlerdir. Onlar buradan hareketle Allah'ın bütün insanları Hanîf olarak yarattığını bildiren kudsî hadis ile fıtrat hadisini birlikte mütalaa etmişler ve fıtrat'ı bu şekilde yorumlamışlardır. Meselâ Zemahşerî'ye göre fıtrat, Allah'ın bütün insanları tevhid ve İslâm dinini kabul edecek, ondan uzaklaşıp kaçmayacak, onu inkâr etmeyecek bir halde yaratmasıdır. Ne var ki insanlar, cinlerden ve insanlardan oluşan şeytanların aldatmasıyla bu fıtrat halinden sonradan uzaklaşmaktadırlar.

Bu görüşe göre dünyaya gelen çocuk küfür veya iman, marifet veya inkâr vasfına doğuştan sahip değildir. Zira her insan yapı olarak sadece selîm/temiz bir halde yani nötr bir halde doğmaktadır. Ne var ki çocuk, kısa zamanda ebeveynine tâbi olmakta ve onların dinine inandırılmaktadır. İnsan iman veya küfre ancak temyiz çağına (mümeyyiz) ulaştıktan sonra iradî olarak sahip olur. Çünkü din, kesbedilen/elde edilen bir şeydir; kesb ise akıl ve hür iradeye bağlı olarak gerçekleşir. Allah da buna göre ceza veya mükâfat verir. O halde kâfir bir aile içinde doğan çocuk, kendisi henüz hak dini elde etmemiş, ebeveyni de ona bunu kazandırmamış olduğu için onun doğuştan Müslüman olması mümkün değildir. Buna göre Hz. Peygamber fıtrat hadisinde âdeta şöyle demiş gibidir: “Her doğan çocuk marifet/bilgi elde edebilecek yani akıl yürütebilecek bir çağa ulaştığında Rabbini bileceği bir yaratılış hali üzere doğar.” Ancak fıtrat hakkında ileri sürülen bu yoruma karşı İbn Teymiyye ciddi eleştirilerde bulunmuştur.[25]
Sonuç

Dînin insanî bir arzu olduğuna bilim şahitlik etmektedir. İslâmî nakiller de bu duygunun fıtrî, orijinal olduğunu belirtmektedir. Hem aklın hem naklin tespit edip destek verdiği bir husus inkâra imkân bırakmayacak derecede açık olacağından artık dînin bir zaruret olduğunu kabul etmek tek yoldur. Bu orijinal arzuya “Elest Bezmi”nde işlerlik kazandırılmış; sözleşmeye dönüştürülmüştür. Buna aykırı davranıp hak dinden uzaklaşarak inkarcı olanlar ise dış etkilerin olumsuz etkisinde kalarak özden uzaklaşanlardır.
Yaratılışın orijini demek olan “fıtrat” da insandaki hak ve doğru olan inancı benimseme eğilimini ifade eder. Bu itibarla insan doğru olan inancı tercihe meyilli bir yaratılışa sahiptir. Bu yönelişi hedefinden saptıran şeyler tamamen olumsuz dış etkenlerdir.
İnanma ve tapınmanın sistematik adı olan “din”in kaynağı, kurucusu ve koyucusu, İslâm'a göre, Allah'tır. “Fıtrat” ve “Elest Bezmi” anlayışına uygun olarak, gerek fert gerek toplum şeklinde insanların başlangıcı ve ittifakı hak dinde olmuştur. Bu anlamda “ümmet” de hak dinde ittifak etmiş insanlar topluluğu demektir. Onlar arasında bu konudaki ihtilaflar, ayrılıklar dış etkenlerden dolayı sonradan ortaya çıkmıştır.
Tek ilah olan Allah'ın dîni de tektir ve yeryüzünde insan hayatının başlamasından bugüne temel prensipleriyle aynen, değişmeden devam ede gelmiştir; dinler değil “din” vardır. Bu tek dinin dışındaki sistemlere böyle bir adın verilmesi gerçek anlamda olmayıp görecelidir. Bu noktadan hareketle, tüm peygamberlerin getirdiği bu “tek din”in tek adı da yine Allah Teâlâ tarafından konulmuştur; “İslâm”. Bu dînin müntesiplerinin adı da yine Allah tarafından verilmiş olup “Müslim (Müslüman)”dır. Tüm peygamberlerin ve ümmetlerinin benimsediği ad da -ki, devrinin diline göre bu isim için kullanılan lafız ne olursa olsun içeriğinin aynı olacağı kanaatindeyiz.- aynıdır. Kuranî ifadeler ve hadislerde geçen bilgiler bunun böyle olmasını gerektirmektedir. Bu temel Kuran ilkesinden dolayı, mutlak manada “din” kelimesi anıldığında “İslâm” akla gelir. Bunun dışında, dîni bir peygambere, bir topluluğa, bir yere nispet ederek isimlendirmek ve mensuplarına da buna uygun isimlerle hitap etmek ise İslâm'ın bu konudaki geleneğine aykırıdır, onunla çelişmektedir.
Mevcut duruma gelince; İslâm, vakıaya objektif yaklaşır. Bu anlamda, İslâm dışında insanların din olarak benimsediği diğer kurumları “hak” kabul etmez. Ama olguyu, mevcut durumu hayatın bir gerçeği olarak, olduğu gibi kabul ettiğinden onların varlığını da reddetmez. Bu itibarladır ki, -hakim durumda oldukları dönemlerde ve onun dışında- Müslümanlar, dünyanın çeşitli yerlerinde gayr-i Müslimlerle iç içe yaşamışlar ve yaşamaktadırlar. Ancak onların statüsü farklıdır; kendisinin koyduğu sistem içinde onlara farklı bir yer vermiştir. Fakat olayın bu boyutu bizim şu anda işlemek durumunda olduğumuz konunun dışında, ayrı bir araştırma konusudur.[15]

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder