22 Eylül 2012 Cumartesi

Yaradılış Mayamıza Dönüş:Fıtratı Hatırlamak Ebubekir Sifil

Yaradılış Mayamıza Dönüş:Fıtratı Hatırlamak

Elest Bezmi’nde Yüce Allah ’ın, “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” (Araf/172) sorusuna bütün ruhların “evet” cevab vermesiyle başlayan insanlık macerası, aslında gerçek ile yalan, hakiki ile sahte, normal olan ile olmayan arasndaki gerilimin ve gidiş-gelişin hikayesidir.

Yaratılış mayası meleklerin safiyeti kadar temiz olan insanın, Elest Bezmi’nden sonra dünya hayatına adım atışı, yaratılışındaki temizlik ve saflığı muhafaza edip edemeyeceğinin sınandığı bir imtihandan başka nedir ki?

Yaradılış mayası, yani fıtrat. Bugün, belki her zamankinden daha
 
çok bu gerçeği keşfetmeye muhtaç insanlık. Keşfetmeye ve bulacağı o safiyete göre hayatını yeniden düzenlemeye...

Meleklerde irade gücü bulunmadığını biliyoruz. Bundan dolaydır ki, meleklerden kötülük ve günah asla meydana gelmez. Deyim yerindeyse, melekler yaratıldıkları andan itibaren, hayatlarını kendileri için tayin edilmiş istikamette yaşamaktan başka birşey yapamazlar. Bu bir zorlama değil, bir yaratılış özelliği, yani tabii bir durumdur. Tıpkı bir dişi kuşun, kursağında sindirilmeye hazır hale getirdiği besinleri yavrularnın ağzına aktarması ve tıpkı bir kovandaki işçi arıların, kraliçe arının emrinden çıkmamaları gibi...


YARADILIŞTAKİ SAFİYET

İnsan da ilk yaratıldığında tıpkı diğer varlıklar gibi temiz, saf ve eğrilik nedir bilmeyen bir yapıdadır. Özünde sadece yaratıcısını dinleme ve O’nun gösterdiği istikamette yürüme arzusu ve eğilimi vardır ki, buna biz “fıtrat” diyoruz. Yani yapısında herhangi bir bozukluk, sapma, başkaldırma ve bulanıklık olmaması hali.

Bu öyle bir hal ki, dünya nasıl hiç sapmadan kendi etrafındaki dönüşünü 24 saatte ve güneş etrafındaki turunu 365 gün 6 saatte tamamlıyorsa; dışarıdan bir müdahale olmadıkça tabiattaki denge kendisini muntazam bir ilişkiler ağı içinde nasıl muhafaza ediyorsa; insan da ilk yaratıldığı anda kainatın mükemmel nizamına uyumlu, her şeye hakim olan ilâhi yasalara uygun yaşamaya hazır yapıdadır.

İşte insanın doğuştan getirdiği esas özellik bu. Yani fıtrat bu. Ama tam bu noktada, yeryüzüne irade ve sorumluluk sahibi bir varlık olarak gelmenin, insan olmanın cilveleri de başlıyor. Fıtratı muhafaza için çaba ve mücahede gerekiyor.


SUYU KİM BULANDIRIYOR?

Kur’an-ı Kerim’de, bir imtihan alanı olan dünyada, insanoğlunun yolunu kesecek, onu yanlış yönlere sevketmeye çalışacak düşmanları olduğu bildirilmiştir. İnsanın en önemli düşmanı olan İblis’in, insan aldatmak için nasıl hareket ettiği, düşündürücü bir tarzda dile getiriliyor. Araf Suresi’nde İblis’in, “Adem’e secde edin” emrine baş kaldırdıktan sonra cennetten kovuluşu dile getirilir ve şöyle buyurulur:

“Allah , ‘öyleyse in oradan! Orada büyüklük taslamak senin haddin değildir. Çık! Çünkü sen, aşağılıklardansın’ buyurdu. İblis, ‘bana, insanların tekrar dirilecekleri güne kadar mühlet ver’ dedi. Allah , ‘haydi, sen mühlet verilenlerden oldun’ buyurdu. İblis, ‘öyleyse beni azdırmana karşılık, and olsun ki, ben de onları saptırmak için senin doğru yolunun üstüne oturacağım’ dedi.” (A’raf/13-16)

Burada İblis’in hareket tarzını dile getiren ayette ilgimizi çeken nokta şurasıdır:

İblis, insanları saptırmak için doğru yolun üstüne mevzileneceğini söylüyor. Bu demektir ki, İblis kendilerini aldatıp saptırmadan önce insanları doru yol üzerinde bulunmakta, yani fıtratlarına uygun hareket etmektedirler
.

Fıtrata Uygunluk Hali: İSLÂM

Rasul-i Ekrem A.S. Efendimiz bu durumu şöyle ifade buyurur: “Her doğan (çocuk) fıtrat üzere dünyaya gelir. Daha sonra ana-babası onu yahudi, hıristiyan veya ateşperest yapar.” (Buharî, Müslim)

Yeni doğan çocuk, Yüce Allah ’ın bütün varlıklar üzerine hakim kıldığı ve bütün varlıkların yaratlış mayasna koyduğu aslî hal, başlangıçtaki bozulmamış yaratılış özellikleriyle dünyaya gelir. Çocuk, ana-babası ve çevresi tarafından aksi doğrultuda yönlendirilmedikçe bu doğal, asli hal içinde doru yolda yürür ve fıtratının tabii bir sonucu olarak hakikatle iç içe yaşar.

İnsanın dünya hayatına adım attığı anda ne iyiliği, ne de kötülüğü varlık cevherinde taşıdığını söyleyen görüş yanlıştır. İnsan, iyinin, güzelin ve doğrunun kaynağı olan fıtrat üzere yaratıldığı için iyiliği, güzelliği ve doruluğu douştan getirir.

Bunun en önemli kantı, hadiste Rasul-i Ekrem A.S. Efendimiz’in, fıtrat üzere doğan çocuğun, sonradan ana-babası (ve çevresi) tarafından yahudi, hıristiyan veya ateşperest yapıldığını haber vermesidir.

İslâm, insanların dünya ve ahiret mutluluğunu temin eden bir ‘inanç ve ibadetler bütünü’ değil sadece; aynı zamanda bütün varlığa ve kainata hakim olan yaratlış yasasının, tabii durumun ve aslî halin adıdır. Yaratcı’ya boyun emek ve O’na teslim olmak sadece insanın doğal tavrı değil, aynı zamanda insan dışındaki canlıların ve evrenin de tavrıdır. Kur’an, göklerde ve yerde olanların, güneşin, ayın, yıldızların, dağların, ağaçların, hayvanların da secde ettiğini (Hac suresi/18) bildiriyor.

İslâm olmak, sadece dinler içinde bir dini benimsemek değildir. O, aynı zamanda varlığın temelindeki hakikati kavramak, tabiata ve evrene hakim olan yaratılış nizamına uygun davranmak, gördüğü ve görmediği, canlı ve cansız olarak isimlendirdiği bütün varlıklarla birlikte ayn hakikati terennüm etmek demektir.

Yüce Allah , Rasul-i Ekrem Efendimiz’in şahsında bütün müslümanlara şöyle hitap etmektedir:

“Sen yüzünü hanif olarak din’e, Allah ’ın, insanları yarattığı fıtratına çevir.” (Rum/30)


FITRATIN BOZULMASI NE DEMEK?

Diğer varlıklardan farklı olarak insana -ve bir de cinlere- hayat macerasnda istediği istikamette yürüme fırsatı verilmiş olması, bütün bir hayatın imtihan olmasının bir gereğidir. İnsanoğluna bu seçme frsatnı sağlayan kuvvete “irade” diyoruz.

İnsandaki bu kuvvet ve kabiliyet, varlığının özünde bulunan safiyetten, uyumlu ve dosdoğru yürüyüşten sapma yolunda kullanılabilir. İşte insanın fıtratı da o zaman bozulmaya ve yabancı unsurlarla zedelenmeye doğru gider.

Yukarıda zikrettiğimiz hadiste yer alan ifadeyi hatırlayacak olursak, Efendimiz A.S. çocuğun ana-babası hangi din ve inanç sistemi üzere bulunuyorsa, çocuğu da o yola sevkedeceklerini haber vermektedir. Bu, çocuğun sadece belli bir dine sokulması değil, aynı zamanda fıtratının da bozulması demektir.

Tıpık berrak ve tertemiz suyla dolu bir kaba sonradan zift doldurulup şişenin içindeki safiyetin bozulmasına yol açmak gibi, evrenin ve içindekilerin ve tabii bu arada insanın da tek varlık yasası olan “fıtrat”ın, aykırı ve yabancı unsurlarla kirletilmesi demektir bu.

İşte insan, varlığının özündeki safiyeti, kendisine verilen iradeyi kötü istikamette kullanarak bozmaya başladığı andan itibaren, varlık yasalarna baş kaldırmış, kirlenmeye ve kirletmeye başlamış demektir.

Yolcuyu hedefinden saptırarak ters yollara sevkeden bu süreç başladıktan sonra, tevbe edilip doğru istikamete girilmedikçe yanlış yönde ilerleme devam edecek, yani hedeften gittikçe uzaklaşan yolcu karanlıklar içinde kaybolmaktan kurtulamayacaktır. Efendimiz bu durumu şöyle beyan ediyor: “Mü’min kul bir günah işlediği zaman kalbinde bir siyah nokta oluşur. Eğer tevbe ederse o nokta silinir ve kalbi cilalanır (eski haline gelir). Eer günah işlemeye devam ederse o noktalar da artar ve nihayet bütün kalbini kaplar.” (Tirmizî, bn-i Mace, Ahmed b. Hanbel)


HER GÜNAH FITRATA BİR DARBE

Bu çok net açıklama şunu anlatıyor: Fıtratı kirleten, bozan her türlü davranış yanlıştır ve bu anlamdaki her yanlış dinimiz tarafından günah olarak isimlendirilmiştir. Bir diğer şekilde söylersek, her günah, fıtrat kirleten, zedeleyen ve bozan bir “müdahale”dir.

Fıtrat kirliliği son aşamaya geldiği zaman insanın kalbi mühürlenir. Kalbi mühürlenen insan da artık hakikatleri kavramaktan uzaklaşmış bir varlık olarak, hem kendisine hem de çevresine her türlü zararı verebilecek bir varlığa dönüşmüştür.

Şu halde en başta söylediklerimizi de hatırlayarak şu noktanın altnı bir temel tesbit olarak çizmeliyiz: İnsan denen varlığın, yaradlışından ve özünden getirdiği değerlere (yani fıtrata) uygun davranışın tek adresi vardr: İslâm.

İslâm, aslî olandır, tabii olandır, yaratlış cevherinin muhafaza edilmesinin tek yoludur. İslâm, varlığın ve hayatın dinidir.

Bunun karşısında günahlar ve küfür ise arzî, yani sonradan olmadır. Aldatcıdır, kirleticidir, sahte değerleri temsil eder ve fıtratı yozlaştırır.

“İnsan” kelimesindeki “unutmak” anlamı, insanın, varlığın temeli olan İslâm’a yaradılıştan meyilli, kabiliyetli ve uygun yaratıldığına bir hatırlatmadır. Tekrar belirtelim, burada İslâm’dan kastımız sadece dar anlamda “inanç, ibadet ve ahlâk” ilkeleri ile sınırlı somut emir ve yasaklar bütünü değildir. Varlığa hakiki anlamını veren, bütün alemlere hakim olan varlık yasalarıyla uyum içinde bulunmamızı sağlayan temel ve yegâne doğru tavırdır. Bu tavrı benimseyen insanın, iç içe halkaların en dışta olanından içeriye girdiğini kabul edersek, sonraki halka, bu kabulün insana yüklediği “doğru biçimde iman etme” yükümlülüğü olduğunu görürüz. Ondan sonraki halka ise amel. En içteki halkayı da tasavvuftaki prensipler oluşturuyor.

İşte bu halkalar bir bütün olarak “fıtrat”ı oluşturuyor. Bu kelimeye eşanlamlı olarak bu çerçevede “ahlâk” kelimesini önerebiliriz. Zira hulk ve halk, yani yaradılış kelimelerinin aynı kökten türemiş olması anlamsız değildir. Şu halde ahlâklı insan, yaratılışın mayasnı oluşturan “öz”e; tebdile ve bozulmaya uramamış aslına uygun düşünen ve yaşayan insan demektir. Ahirette yüce huzura kalb-i selim ile varanların kurtulduğunu bildiren Kur’an ayetini de bu doğrultuda anlayabiliriz. Zira selim olmak, bulanıklıktan, karışıklıktan, aykırı unsurlar içermekten ve arızadan uzak olmak demektir.

Bu geniş anlamıyla İslâm’a aykırı düşen insan ise, yaratılış suyunu bulandırmış, asıl yapısını bozmuş ve dolayısıyla yaratılışından gelen doğal-ilahî-doğru varlığına, yapay-gayri ilahî-yanlış unsurlar eklemek suretiyle saf varlığını kirletmiş insandır. “Küfr” kelimesinin, örtmek ve karanlık gibi anlamlar ihtiva ettiği de hesaba katılırsa, “kâfir” kelimesinin, gerçeğin üzerini örten ve varlığın aydnlık gerçeğini yanlış telakkilerin ve değer yargılarının karanlığına maruz bırakan kişiyi anlattığı sonucunu çkarabiliriz.

Keza “nifak” kelimesi de geçmek ve nüfuz etmek anlamı taşıdığından, münafıkın kalbindekiyle dilindekinin birbirini yalanlayan şeyler olması dolayısıyla hakikatin içine yanlışı, sahteyi sokan kimse olduğunu söylemek mümkün.

Netice şudur: İman, fıtrata uygun, onun gerektirdiği doğal durumdur. Küfür ise bu doğal, temiz ve saf yapıya sonradan arz olan yabancı ve aykırı bir durumdur ki, imanın saflığını bozan harici bir müdahaledir. Yani iman fıtrîdir, küfür ise arzîdir. Müslim’in rivayet ettiği bir hadis-i kudside “Ben kullarımı hanifler olarak yarattım. (Ancak) onlar(ın kâfir olanlarnı) şeytanlar dinlerinden çevirdi” buyurulmuş olması bu hakikatin dile gelişidir.



FITRAT NE DEMEK?

“Fıtrat”, Arap dilinde “ilk defa yarattı, yaptı, yardı” anlamndaki “fatara” kelimesinden gelen bir isim. Bu anlam, bünyesinde orijinaliteyi, tazeliği ve saflığı da barındırır.

“Fatara” kelimesinin anlamını daha iyi kavrayabilmek için şöyle bir örnek verelim: Hiçbir ışığın olmadı zifiri karanlık bir gecede etrafa göz gezdirdiğimizi düşünelim. Hiçbir noktada karanlığı yaran bir ışık, bir delik göremeyiz. Sanki herşey karanlıkta ve yoklukta kapanık vaziyettedir. Sonra bir yerden ani bir ışık çaktığını tasavvur edelim. İşte bu ışığın aniden belirerek karanlığı yarması “fatara” kelimesi ile ifade edilir ve bu ani beliriş “fıtrat” halidir.

Bir şeyden başka birşeyin, bir tohumdan bir tanenin ve tomurcuktan çiçeğin çıkması olaylarında, ilk maddenin bozulmasından ikincinin vücut bulması söz konusu iken, yokluktan varlığa çkarmada (fatr) böyle bir bozulma durumu yoktur. Bunun için fıtrat kelimesinin bünyesinde, eskilerin “mahz-ı salâh” dedikleri “katkısız saflık, sıhhat ve pürüzsüzlük” vardır. (Elmalılı, Hak Dini, 3/1889-1890)

Fıtrat kelimesinin bu dikkat çekici anlamı dolayısıyla Yüce Allah  Kur’an’da şöyle buyurmuştur:

“O halde sen yüzünü dine, Allah  fıtratına bir hanif olarak tut ki, insanları onun üzerine yaratmıştır” (Rûm suresi, 30)


İSLÂM FITRAT DİNİDİR

Din, yani İslâm fıtrattır. Bir başka deyişle yaradılışın ilk tarzı ve tavrı ne ise, İslâm da insanları o bozulmamış ve dejenere olmamış berraklığa çağırmaktadr. Bu incelik sebebiyle “İslâm fıtrat dinidir” denmiştir.

Şu halde müslüman, yaradılıştaki safiyetini muhafaza eden ve onun herhangi bir yabancı unsur tarafndan bulandırılmasna izin vermeyen, fıtrat yasalarına teslim olmuş kimsedir.

Yaradılışından getirdiği “güzele, iyiye, doğruya yatkınlık, ünsiyet” sebebiyle “insan” ismini almış olan varlık, ancak bütün benliğiyle “din”e, yani İslâm’a, yani “fıtrat”a yöneldiği zaman, evren içindeki ahenk sağlanmış, büyük alem ile küçük alem arasındaki uyum temin edilmiş olur.


Ebubekir Sifil/Semerkand_Aralık-2001

KANT AHLAKI ÖZET

 Kant’ın ahlak anlayışı, her yerde ve her zaman neyi yapmamız gerektiğini değil, neyi istememiz gerektiğini içerir. Bilinçsiz bir “yapma”nın karşısında, “isteme” bir bilinç ve irade işidir. Kendisi dışındaki tüm varlıkların adeta otomatiğe dayalı davranışları karşısında, potansiyel olarak onu değil de bunu yapabilme kabiliyeti, yani özgürlüğü, insanı diğer varlıklardan üstün kılan yegane bir özelliktir. Buna göre ahlak, özgürlüğün zorunlu bir fonksiyonudur; yani davranışın ahlaksal olarak eşsiz kıymeti, eğilimden dolayı değil, iradi bir iyilik yapıldığında ortaya çıkar. Özgürlük prensibi, insanın her türlü dış etki ve güçten bağımsız olarak kendi kendine empoze ettiği bir yasayı ifade eder. Yani, ahlak yasası bakımından insan, hem yasa koyucu, hem yasa yapıcı hem de teba durumunda olduğu için, kendisinden başka bir varlığa itaat etmemiş olur. Bu sonuca ancak, “mükellefiyet ahlakı” ile varılır. Mükellefiyetten dolayı yapılan bir eylem, ahlaksal değerini, onunla ulaşılacak amaçta değil, onu yapmaya zorlayan düsturda (maksim) bulur. Diğer bir deyişle, eylemi anlamlı kılan, onun temelinde yatan “isteme”nin, herhangi bir içerik tarafından değil, ahlak yasası tarafından belirlenmiş olmasıdır. Bir eylemin değeri, özünde iyi olan niyete bağlıdır.
 
KANT VE ÖDEV AHLAKI
Kant, çıkar ahlakına karşı çıkar. Bir hümanisttir. Yani ahlakın kaynağını, insani varlığı aşan herhangi bir dış, aşkın ilkede bulmaz. Ona göre ahlakın kaynağı tanrı bile değil, insandır. Hangi insan sorusuna ise ‘akıllı insan’ diye cevap verir. Akıl, ahlakı olan insanlarda kendini vicdan olarak ortaya koyar. Kant’a göre eylemler, zorlama altında yapılanlar ve özgürce yapılanlar diye ikiye ayrılır. Ahlaksal eylemler ikinci tür eylemlerdir. Kant ödeve uygun eylemlerle, ödevden doğan eylemler arasında da bir ayrım yapar. Örneğin, bakkalın çocuğu kandırmaması, ödeve uygundur fakat ödevden doğmayabilir. Kant özgür olduğumuzdan dolayı sorumlu olmadığımızı, tersine sorumlu olduğumuz için özgür olduğumuzu ileri sürer. Bir şeyden sorumlu olmak için eylemi özgürce yapmamız gerekir. Kant emirleri ikiye ayırır: Hipotetik ve kategorik emirler. Hipotetik Emirler: Koşulludur. Araba sürmek için arabaya binmek gerekir. Kategorik Emirler: Koşulsuzdur. Doğru söylemek, zina yapmamak gibi. Kant’a göre biz sadece akıllı bir varlık değiliz. Aynı zamanda etten, duyarlılıktan ve duygudan meydana gelen bir canlıyız. Akıl, bizim özümüz olmakla birlikte yine de aşkın bir şeydir. Kant’ın temel kaygısı veya amacı, akla uygun davranmak, aklın sesini dinlemek ve bir ödev olarak kendisini ortaya koyan ahlaki buyruğa itaat etmektir.
Kant ahlakının birinci ilkesi, çelişkiden uzak durmaktır.
 İkincisi, ahlaki davranışta insanı, en yüksek değer olarak almaya yöneliktir.

Üçüncü ilkesi, Her zaman akıllı iradeni, evrensel bir yasa koyucu olarak tesis edeceğin şekilde davran. Kant’ın ödevlerinden örnekler: Ülken için savaş, aileni terk etme, sır tut…. Ahlakı olan bir eylem ‘salt iyi niyete dayanan’ bir eylemdir. Aynı zamanda etkili, iyi sonuçları olan bir eylemdir.    Kant, aklımızın bir yönünü çalıştırarak maddi alemdeki evrensel kanunları bulabileceğimizi, diğer yandan da deney ya da gözlem yapmadan (a prirorik olarak), tümüyle aklımızı işleterek manevi hayatımız için tıpkı maddi alemin kanunları (adetullah) gibi kesin ve evrensel kanunlar keşfedip bunları manevi hayatımız için düstur yapmamızı istemektedir. Suyun yukarıdan aşağı doğru akması, bırakılan bir cismin düşmesi, gece ve gündüzün peş peşe gelmesi evrenseldir; insandan gayri canlı varlıkların davranış şekilleri de önceden belirlenmiştir. Onlar, seçim sahibi değildirler; mecburdurlar. Kant’a göre hür insan, aklıyla, doğru hareket tarzlarını bulup, bunlara mutlak anlamda bağlanmalıdır. Böylece dış dünyada zorunluluktan kaynaklanan belirlilikler (kanunlar) şeklinde görünen ahenge iç dünyasında kesin kurallar keşfedip uymasıyla katılmalıdır insan. Anlaşıldığı gibi onun ahlak telakkisi kanun şeklinde bir kesinlik ve süreklilik düşüncesine dayanmaktadır.

kant salt usun elestırısınde salt usun kuram olusturamayacagı dusuncesıyle deney sezı kavram (kategorıler)uclemesıne yer vermıstır bu muhtesem uclu olmadan bılımselbılgı olamaz demıs usculuk ve duyumculugun karsısına deneyustuculukle cıkmıstır.anlamak ta ve okumakta sonderece zorlandıgım ama yınede okumakta inad ettıgım pratık usun elestırısınde de salt aklın eylem olusturup olusturamayacagı konusu uzerınde durmus torebılıme geçıs yapmıstır yukarıda bahsettıgınız surecı uzun uzadıya anlattıktan sonra kendını kendı ıdealızmıyle basbasa bulmustur ve nıhayetınde ınsan aklının fenomenı kavrayabılecegı numenı ıse asla kavrayamayacagını yakalamıstır kant eger ıslam mıstısızmı(tasavvuf)la ılgılenmıs olsaydı ahlak adına soyledıklerının onemlı bır bolumunun kendısınden cok once yakalanmıs oldugunu gorurdu.


  • Zaman,sessiz bir testeredir.
  • Böcek olmayı kabul edenler, ayaklar altında kalıp ezilmekten yakınmamalıdır.
  • Öyle davran ki, davranışların genel kural haline gelsin.
  • Başkalarının yaptığı hatalardan dolayı öfkelenirseniz, onları değil kendinizi cezalandırmış olursunuz.
  • Ne var ki her yandan «düşünmeyin! aklınızı kullanmayın! » diye bağırıldığını işitiyorum. Subay, Düşünme, eğitimini yap! », maliyeci düşünme, vergini öde! , din adamı düşünme, inan! diyorlar.
  • İnanca yer açmak için bilgiyi bir kenara bıraktım.
  • Bütün sahip olduğumuz bilginin tecrübe ile başladığına şüphe yoktur.
  • Aydınlanmanın şiarı şudur: Sapere aude! Kendi aklını kullanma cesareti göster!
  • Aydınlanma; kişinin kendi aklını kullanmaya cüret etmesidir.
  • Başkalarını kendi amaçlarını gerçekleştirmek için araç olarak görme.
  • İnsanın yaratıldığı böyle yamuk odundan düzgün hiçbir şey yapılamaz.
  • İki büyük alem beni kendine hayran bırakıyor: Üstümdeki yıldızlı kainat ve içimdeki vicdan.
  • Uçarken havayı kesen ve onun direncini hisseden kuş, bunu havasız yerde daha iyi yapabileceği kanısına kapılabilir.
  • Aklımda merak, şüphe ve saygı uyandıran iki şey vardır: Üzerimde yıldız gibi parlayan cennet ve içimdeki ahlak yasası.
  • Bilgi deneyle başlar ama deneyden doğmaz.
  • Hayatın çeşitli güçlüklerine karşı üç şey hediye edilmiştir. Ümit uyku ve gülmek.
  • İki şey var ki, ruhumu hep yeni, hep artan bir hayranlık ve müthiş bir saygıyla dolduruyor: Üzerimdeki yıldızlı gökyüzü ve vicdanımdaki ahlak yasası.
  • Savaş ulusların hayvanca var oluş durumudur; barış ise insanca var oluş durumu.
  • Her ne kadar inanmasam da bir tanrının varlığını kabul etmek gerekir.
  • İnsanlar ışığı görmez, ışıkla görür.
  • Dogmalar ve kurallar, insanın doğal yetilerinin akla uygun kullanılışının ya da daha doğru bir deyişle kötüye kullanılmasının bu mekanik araçları, erginleşme ve olgunlaşma için sürekli bir ayakbağı olurlar.
  • Bizler sırlarla dolu bir evrende bir rüyanın rüyasını görmekteyiz. Gerçekte bildiğimiz hiçbir şey yoktur. Bildiğimizi sandığımız şey sadece olaylardır. O olaylar ki, bilmediğimiz bir objeyle asla bilemeyeceğimiz bir süjenin birbirlerine olan ilgisinden doğmuştur.
  • Şüphesiz bizim bildiğimiz şekliyle dünya görünüştür, ama sadece yanılsama değildir, çünkü bu görünüşün biçimleri evrensel ve zorunludur. Yapısı bizimkiler gibi olan bütün zihinler için geçerlidir. Sadece bir bireyin zihninin uyduruk hayalleri değildir; oysa yanılsâma olmak için böyle olması gerekir. Onun için bu görünüş dünyasının bize göre gerçeklik olduğunu söyleyebiliriz. ama gerçekliği kendinde olduğu şekliyle bilmenin bizim için mümkün olduğunu sanıyorsak, kendimizi aldatıyoruz demektir. Dolayısıyla bilgi deney dünyasındâ kalmalıdır . Bunun önüne geçilemez. Dünyanın kendi iç geçekliğine nüfuz edemez. Zihinlerimizin yapısından dolayı o gerçeklik ebediyen bilgimiz dışında kalacaktır.


AHLAKIN MENŞEİNİ AKIL DÜSTURUNU VİCDAN GÖRENLERİN REDDİYESİ

AHLAKIN MENŞEİNİ AKIL DÜSTURUNU VİCDAN GÖRENLERİN REDDİYESİ
Felsefecilerin içerisinde en mükemmel görüşleri ortaya koyan Kant diyor ki: jslazife veya vicdanî mesuliyet ahlaktır. Bunun menşei akıl, düsturu emr ve vicdandır." Bu görüş, diğer felsefecilere nazaran birçok mesleklerden üstündür. Lâkin Kant'ın ortaya koymuş olduğu "Ahlak, vicdanî mesuliyettir, menşei akıl, düsturu emirdir." tarifi birçok cihetlerden isabetli değildir. Kant'a göre bile akıl ve vicdanın hakîkaten ahlaka kâfi bir temel olması nakzolunmuştur.
Fakat Kant'ın, mücerred akıl ve vicdanı ahlakî kanunlara hâkim kılması doğru değildir.
Çünkü eğer Kant yukarıdaki tarifiyle birlikte vahye teslim bir aklı ve vahye dayalı bir vicdanı kasdetmiş olsaydı, ahlakın temel ve menşei hakktndaki görüşleri isabetli olurdu.

Haydi biz de Spencer gibi, bir gayeye yönelmek ahlaktır dersek, şöyle itiraz olunabilir: Hiçbir gaye menfaatten hâlî olmadığına göre toplumun hayatı söz konusu olur. Binaenaleyh toplumun hayat ve refahı aleyhinde olduğu takdirde gayemi icra etmek istersem, diğer ifadeyle gayeme yönelirsem topluma zulmetmiş olurum; yönelmez isem ahlaksız olurum denilir. Hiss-i insaniyyeyi ahlaka temel etsek bile yine Rousseau gibi bir felsefeci bize şöyle itiraz edebilir: insanın doğuştan İtibaren fıtrî olan hissiyle hayrı ve şerri ayırt edeceğine kâni'yim, lâkin hissin, gayenin, emrin ahlaka menşe' yahud sevk-i idare merkezi olmasına kâfi düstur olaca- ğına kâni' değilim. Zira insan nerede olursa olsun, çocukluğundan itiba¬ren belli başlı terbiyelere tâbi tutuluyor, Mesela cehalet, nefsî arzular, bâtıl zanlar, hatalı talimler, bozuk terbiyeler, fâsid kıyaslar, muhit, çevre ve telkinin tesirleri fıtrî olan hâlis vicdanın hislerini öldürür. Binaenaleyh böyle bir felakete mahkum vicdan, his aslâ ahlakın sevk-i idaresini tayin edemez ve rehber de olamaz.
Rousseaunun sözünü takdir etmekle birlikte ilaveten ahlakın menşeini tayin edecek böyle bir vicdanı tesbit etmek için ayrıca saf bir vicdana ihtiyaç vardır. Binaenaleyh ahlakî düsturların vicdanî kanunlarını, özellikle güzel ahlakların menşeini tayın edecek bir vicdanın da çevre, cehalet, nefsânî arzular, hayalî ve vehmî tuzaklardan tamamen kurtul¬muş olması gerekir ki, artık ondan sonra ikinci bir vicdana ihtiyaç kalma¬sın. Bu takdirde ancak ve ancak Allah'ın seçmiş olduğu kulları olan pey¬gamberlerin vicdanları kâfi olur. Peygamberlerin vicdanı, çevre ve nef¬sin tesirinden kurtulması bakımından, Özellikle vahiyle şereflenip saflaştırılması hususunda ayrıca mucize ile teyid olunmaktan dolayı beşer hayatının saadetine hukukî, itikadî, amelî ve ahlakî olarak kâfi bir düstur¬dur, Binaenaleyh "Ahlakın menşei akıl, düsturu emrdir." sözündeki emri tahsis etmek gerekir. Yani Allah Teâlâ'dan gelen emre binaen olan vic¬dan mesuliyeti tayin eder, ahlaka düstur olur denilirse, Kant'ın tarifi tamamlanmış olabilir.
Her ne kadar zamanımızda peygamber yoksa da tarih, siyer âlimleri, vahyi müşahede edenler, mucizeleri görüp bize naklettiler. Şöyleki, yalanlamaya imkan yoktur. En başta Kur'ân-ı Kerîm'in her asırda muci¬zesi tekrarlanmaktadır. Çünkü asır da ayrıca ayetleri tefsir eder. Binaen aleyh ahlakın tüm düsturlarını, vicdanın saflaştırılmasını umûmî bir emre yahud vahiyden mahrum olan hislere değil, ancak ve ancak ayet ve hadis temellerine dayandırmalıyız.
Kant, ahlak, vazife yahud vicdanen mesuliyet diye fikirlerini ortaya koymuştur. Avrupa felsefesini alt üst ederek yeni bir mezhebi ortaya koymakla birçok hakikatlere muvafakat etmişse de, ahlakın kanunî düsturlarına fikirleri aslâ kâfi gelmemektedir. Çünkü kendisi nübüvvet meselesini ele almamakla bir türlü kendi histeriyle ahlakî kanunların düsturunu» menşe' ve sevk-i idare merkezini tayin edememiştir. Nitekim:
"Bütün maddeler ikiye ayrılır;
a-Tecrübe ile varlığı bilinen maddelerdir.   
b-Akıl ve hisle varlığı tesbit olunan maddelerdir. Bu kısım ise mucer- red hayalden ibaret bir şeydir." dediği halde, ahlak bahsinde hıss ı vicdâniyyeye büyük bir ehemmiyet vermiştir. Sanki kendisi böyle bir yolu takib etmekle, Epikorya medresesinin mensublannı ve Revâkıyye mezheblerini reddetmek istemiştir. Kant: "İnsanda hayr-ı a’lâ fazilettir; o fazileti bilfiil meydana çıkarmak ise vecibe ve vazifeden ibarettir." demiş¬tir. Bunu demekle Kant üç görüşü ortaya koyuyor:
1-   İnsanda   cüz'î irade vardır. Bu cüz'î iradenin adi hayr-ı a’lâ’dır. Onu fiile geçirmemiz vazifedir. Bunu demekle,
2-   Akıl   kuvvetiyle iradey| fiile geçirmek arzu ve isteği» vazife ve vic-danın icab ettiği şeydir. Doğrusu, fiilin icra edilmesi aklî kuvvetin eseri¬dir. Demek insanda idrakü ve iradeli bir akıl vardır.
3-   Her   akıl ve vicdan: sahibi bir gayeye sahibdir. Yani insan kendisi bizzat şahsiyetini şunun bunun keyfiyle değil, ancak hem kendisinin hakkında hem de başkasının hakkında bir kanunu icra eder. Şahsiyetin emrettiği kanun ise yine akıl ve vicdanın emrettiği fiildir. İşte ahlak deni¬len şey bilfiil emri yerine getirmekten ibarettir. Öyle ise sen başkasının hukukuna, şerefine riayet etmelisin, çünkü o da senin gibi bir insandır. Binaenaleyh senin ona riayet etmen bir menfaat için olmamalıdır. Çünkü insanın maddesinde bir kıymet, manevi bir değer vardır. Kant'ın hoşuma giden en isabetli görüşü budur. Kant'a göre aklın iki türlü emri vardır; insan hangisinin emrinden çıkarsa öbürünün dairesi altına girer; hangi dairenin emrlerini tatbik ederse, onun tatbik ettiği, fiili, ahlakı ve vazifesidir. Mesela "Sıhhat istersen perhiz tut." aklın şartlı olan emridir. Çünkü sıhhat bir gayedir. Bu emrin İcabı olan perhiz sıhhate kavuşmanın gaye ve vesilesidir, demiştir. Çünkü Kant'a göre böylece tarif etmiş olduğu çalışmak, ahlakı icab etmeyen bir şeydir. Çünkü bundan feragat etmek mümkündür. Öyle ile şartlı olan emr ahlaka temel olamaz, çünkü aklın vermiş olduğu şartlı ve maksadlı emrin tatbik edilmesi şart değildir. Halbuki iş tam aksidir. Yani, şartlı emr de tatbik edilir.
Aklın ikinci emri, mutlak emrdir; vicdana bina edilir. Bu akıl vazifeyi tayin eder. İşte vazifenin adı ahlaktır. Yukarıda belirttiğimiz gibi bu aklın emri,%aye ve maksada dayalı değildir. İşte bu aklın, insan insan olduğu için ona hürmet etmek, haysiyet ve şerefini korumak gereklidir şeklindeki mutlak emridir. İşte vazifeyi tayin edecek emr bu emrdir. İşte vazifeyi tayin eden ahlakın temeli olan akıl budur; tüm kanunlar, vazifeler bu akla yönelir, demiştir. Halbuki, kayıdlt ve kayıdsız her ikisi de emrdir. Arada fark yoktur.
Bu kadar sözü uzatmamız, Kant'ın Epikorya, Revâkıyye meşreblerini 
redderek ortaya koymuş olduğu görüşünü beyan etmek içindir. Kant, İslam dîninden haberdar olsaydı elbette burada fikri çok isabetli olacaktı. "İnkâd-u Akl-il-Mahz" adlı eserinin ahlak bölümündeki fikrinin özeti şudur: "Kul cüz'î iradesiyle fiilini- kisbeder. Aynı akıl ve vicdan iradenin neticesi olduğundan onu sorumlu kılar." der ve bu hususta çokça boca¬lar. Gerçek şu ki, kul cüz’î iradesiyle fiilini kisbeder, yaratmaz, Allah yaratır. Kant, bunun üzerinde çok durmakta beraber bir türlü yaratma sıfatını kisb sıfatından ayıramamıştır. Gerek kendisi ve gerek reddetmiş olduğu fikirler, on üç vecihie hataya düşmüşlerdir:
1-   Kant   ve benzerlerinin "Akıl ve hisle varlığı bilinen maddelerin bir kısmı mücerred, hayalden ibarettir." şeklindeki fikirleri cidden insanı inkara sevk edicidir. Çünkü melek, cin, insanın ruhu, akh ve hissi bilinir, hayalî birşey değildir. Hayal sahasında bunları saymak büyük bir hata¬dır. Zira bunlar tecrübe ve hayalin, hatta maddenin ötesinde kalırlar.
2-   Ahlakm   menşeinin tayininde "Akl-ı amelî yani his, kuvvetli bir menşe'dir." demekle hissi, amelî ahlak olarak göstermesinde büyük bir tenâkuz vardır. Yani aklı Cenâb-ı Vâcib-ul-Vücûd'un varlığına kâfi gör¬mediği halde, Vâcib-ul-Vücûd'un hükmü olan ahlak hakkında kâfi görüp hükmü ona vermesi arasında tenâkuz vardır. Yani hâkimi tanımayan aklı, hâkimin hükmünün icad edilmesinde hükme menşe' kılması tenâkuzdur.
3*Kant insanda olan fıtrî imanı isbat ederek "Fıtrî iman Vâcib-ul-Vü- cûd'un varlığını isbat eder.” demiştir. Demek kendisi Ulûhiyet-i Mutlaka' yi inkar etmiyor. Fakat ahlak ve vazifeyi tayin ederken aklını, Ulûhiyyet-i Mutlaka'nın hükmüris hâkim kılmaktadır. Yani diyor ki: "İlah vardır, lâkin vazife ve ahlakı tayin etmekte vicdan hâkimdir, akıl hâkimdir." Ona göre, sümme hâşâ Allah hâkim değildir. Bu da kendisinden sonra gelenlerin mutlak inkarına sebebiyet vermiştir. Nitekim devamen şöyle der:
4•”Vicdan şunun bunun keyfiyle değil, bilakis kendisi bizzat ahlakî vecibeleri ve vazifeleri tesbit ve tayin eder." Yani vicdan kanunu icad ederjvicdan kanuna mahkum olamaz demek istiyor. Kant'a göre hiçbir kanun kendisine hâkim değil, lâkin kendisinin ortaya koymuş olduğu vic¬danın semeresi olan ahlakî kanunları, tüm insanlara hâkimdir. Onun bu sözü evvelden nakletmiş olduğumuz "İnsanın hakkına riayet etmelisin" demesine muhaliftir. Çünkü Kant'ın tayin ettiği hayr, başkasının vicda¬nına göre şer olabilir. Başkasının vicdanının hükmü olan şerri kaldırması, başkasının hakkına tecavüzdür. Kaldırmaz ise kendi vicdanına göre hük¬metmemiş olur, vicdanı hükümsüz kalmış olur. Bu takdirde hükümsüz bir vicdanı ortaya koymuş oluyor.
5-   Aklın hükmünde iki türlü emr vardır:
a-Şartlı ve kayıdlı emrdir.
b-Mutlak emrdir. 
“Kayıdlı ve şartlı emrin yerine getirilmesi, mesela, sıhhat için perhiz tut, gibi emrleri yerine getirmek şart değildir. Çünkü insan fedakârlık ya¬pabilir." der. Bu takdirde Kant bu maddeyle hayrın mükafatını kaldırıyor. Böylece dînî ve dünyevi gayeleri ortadan kaldırıyor. Mesela "Korunmak istersen doğruyu söyle” cümlesindeki "doğruyu söyle" emri şartlı emrdir. Şartlı emrin yerine getirilmesi şart değildir, çünkü vesiledir. Binaenaleyh doğruluktan feragat icab eder. Böyle bir feragat -yani yalan- akıl ve bütün vicdanlara muhaliftir. Hatta kendisine göre de cinayettir.
6-   Mutfak emrin tatbiki yani "İnsanın insaniyetine riayet et." emrini yerine getirmek mecburidir. Fakat Kant'ın dediği gibi, bu mutlak emrin tat¬biki çok yerlerde mümkün değildir. Mesela aynı mektebde, aynı profesörde tahsil eden iki insanın hisleri, akılları ve aynı aklın mutlak emrleri bir değildir. Nasıl ki cereyandan enerji, buzdolabında dondurucu, fırında kızartıcıdır, öylece aklın mutlak emri de aynı mektebde okuyan bir talebenin dimagmdâ gazab ve cimrilik, diğerinde yumuşaklık ve cömertlik, oburünde korkaklık veya cesareti emreder. Bu takdirde aklın mutlak emri iki talebeyi tenâzu' kanununa sevk eder; intihab ve mutabakat kanunlarının icra edilmesine sebeb olur. Bu da nizâm-ı âleme muhaliftir. Öyle ise ahlakî düsturların hükmüne hâkim, Allah'ın bildirisidir; akıl değildir.
Kant'ın aklı hâkim kılmasından dolayı büyük bir çılgına yol açılmış, ondan sonraki Bochner, Hegel, Kari Marks gibi bir çok felsefeciler, Kant' ın saltanat-ı fikriyyesinden yükselip materyalist fikri bir çılgın olarak mey¬dana getirmişlerdir. Bunların yapmış oldukları anarşi, meydana getirdik¬leri tahakkümlerin yegane sebebi Kant'tır. Çünkü Kant, mutlak hükmü vicdana, akla havale eder. Herkesin aklı bîr olmadığına göre tekâmü- liyye mezhebinin ortaya koymuş olduğu tenâzu', intihab, mutabakat, virâset kanunlarının tatbikatları mecburi oluyor. Demek istiyorum ki, Kant felsefede gerçekte büyük bir mesafeyi aşmıştır, Ulûhiyet-i Mutlaka'yı da kabul etmiştir, fakat nübüvvet meselesini ve Allah'ın hükmünün ahlakın temeli hakkında kâfi olmasını ihmal etmiştir veya inkar etmiştir. İşte onun bu ihmalkârlığı veya inkarı materyalizmin temel taşı olmuştur ve sonraki felsefecilerin inkarına sebeb olmuştur.
7-  «Kant bütün maddeleri ikiye ayırıp birinci kısmı, tecrübe sahasına dahil etmek istediği maddeyi, hangi tecrübe yoluyla tesbit edebilmiştir ki, diğer kısmı da akıl ve hisle tesbit olunabilsin ve ona hayalî şekil isnad edilsin? Hayale girmeyen ve sığmayan maddeyi hangi kaideye binaen keyfiyetsiz, sûretsiz bir âleme yani ruhâniyete dahil ediyor? Şöyle bir soru sorulabilir: Madde var mıdır, yok mudur? Şübhesiz vardır, denilir. O halde şekil ve sûretsiz maddenin tasavvuru nasıl mümkündür. Hayale
gelince, hayal bir maddenin şeklinin karikatürünü veya resmini çejker» Halbuki Kant'ın kasdetmiş olduğu ruhâniyette hayaf yoktur. İşte bu nok¬tayı tesbit eden Bochner ve emsâli, maddeye hasr-ı nazar ettikleri için tamamen inkara gitmişlerdir. Görülüyor ki Kant'ın felsefesi tamamen ruhâniyete dönüşmesi gerekir iken, aksine tamamen maddeye kalbolun- maktadır. Buna sebeb de yine Kant'ın maddeleri ikiye ayırıp, birine hayalî şekil vererek ruhâniyet meselesine sokmasıdır.
8-   Karrt’m   tesbit etmiş olduğu vicdan, fıtrî iman ve aklın tahlil edici olması hakkında biz de müttefikiz, bunlar vardır. Ancak aklı, vicdanı, hayra ve şerre miyar kılması doğru değildir, yani çok cüz'î yerlerde miyardır. Yukarıda dediğimiz gibi iki kişinin akılları, vicdan ve ruhları değişik sıfatlardadır. Hatta bir vicdan, daimi olarak bir halde kalmaz deği¬şir. Şimdi gazab halinde iken biraz sonra yumuşak olabilir. Şu halde vic¬dan, ahlakın menşei olamadığı gibi, akıl da ahlakın düsturu olamaz. Çünkü gözün görmesi mahdud olduğu gibi, normal vicdan ve aklın hükmü de mahduddur; bugün, yarın ve dünü bir anda göremez. Binaena¬leyh ahlakın temel düsturları ayet ve hadis olmalıdır; akıl ve vicdan da miyar olmamalıdır, alet olmalıdırlar. Allah'ın hükmü yani peygamberlerin bildirisi bugün, yarın ve dünü bir gördüğünden, neden, nasıl, ne kadar, niçin kelimelerine de sığmadığı için mutlak hâkimdir; işte değişmeyen hüküm budur. Aksi takdirde, bir vicdanın tahakkümü altından çıksak, öbür vicdanın tahakkümü altına girmiş oluruz. İnsanın hayatı, beşer siste¬miyle sınırlandırılmadığı gibi şartlandırılamaz da, çünkü bu esarettir.
9-   Buraya   kadar sıraladığımız izahtan anlaşılıyor ki, Kant, aklın enirlerini ve hissi; vazifeye temel kılmakla vazifenin temelini kaybediyor. Nitekim kendisi de "İnkâd-u Akl-il-Mahz" adlı eserinde ahlakî vazifeleri budağa benzetir ve över. Sonra feryad ediyor:
PtlfNSy vazife! Acaba sana layık olan menşe' nedir, senin kökünü nerede bulabilirim?" der. Bu feryadla kendisi de akıl ve vicdanın, güzel ahlakın ulviyetine kâfi gelmediğini itiraf eder.??????:)
10-   Vicdanın   tayin ettiği kanunim mutlak hâkimiyetini itiraf etmekle dostluk ve beşerî kardeşliği, samimiyeti ortadan kaldırıyor. Kant'ın ahlakî kanuna mutlak emrini hâkim kılmasını çok garib gören Schiller adlı filozof, onu reddetmek maksadıyla şöyle der: “Ben dostlarıma hizmet ederim, fakat ne fayda ki bu hizmeti nefsânî meylimden dolayı yapıyorum. Dolayı¬sıyla faziletli olmadığıma kanaat ederim. Vicdanın mutlak hâkimiyetinden çokça muzdaribim.” Schiller demek istiyor ki, birçok kimseler masum oldukları halde kanunun tahakkümü altında ezilirler, vicdan bunlara yar¬dımcı olmayı ister, lâkin aynı vicdanın daha önce çıkarmış olduğu kanun buna engel olur. Demek vicdan bu noktada, kula merhamet ve şefkati
ortadan kaldırıyor. İlaveten şöyle deriz: Bu felsefeciler, hükmü akla ver¬mekle aklı mahkum kılmaktadırlar.
11-   Kant:   "Emrler bir kemâliyet olduğu için değil, bir ahlak olduğu için ona ittibâ' lazımdır.'' der. Bu takdirde Kant'a göre mesela "İbadet edin.” emrine itaat etmekte bir kemâliyet söz konusu olmuyor. Bilakis zannettiği gibi değil, emr kemâliyeti elde etmek için meşrû'dur. Çünkü "İbadet et" emri büyük bir saadeti taşıyor ki, o saadet dünyada şöhret, ahirette şereftir. Şu halde kemâliyetten tecrid edilen emr, güzel ahlaktan da tecrid edilmiştir. Çünkü ahlak, kemâliyetle üstünlüğü kazanır.
12-   Kant'ın   ahlak ve felsefe yolundaki tekâmülü sûrî ve nazarîdir. Başkası icrâsına mecbur ise de kanunu çıkaranın hakkında bir serbesti- yeti ifade eder. Binaenaleyh kanunu çıkaran kimse, kılıfı kuzu, ruhu kurt gibidir. Bu ise İslam dîninde nifakla tabir edilir.
13-   Vicdan   ve aklın ortaya koymuş olduğu umum cinayetlerde cezayı icra eder amma, Kant, hayrı işleyene hiçbir mükafat vermez. Bu ise hayrılara sed çekmektir. Hülâsa kendi hayatından ilham alan tüm beşerî kanunlar, mutlak ceza vermek yolunu tercih eder. Bu ise insanı ıslaha değil, anarşiye sevk eder. Birkaç cihetle beşerî kanun, İslam kanununa muhaliftin
a-Beşerî kanunun hâkimi istediği kimseyi cezadan kurtarır. Çünkü kendisinin vicdanı da kanunu ibtal ve ihlal edecek bir kanundur.
b-Beşerî kanun mutlak cezayı vermek yolunu tercih eder; İslam kanunu ıslaha çalışır.
c-Beşeri kanun "suç işlenmesin" diyemez, "suç görülmesin" der. İslam kanunu ise "suç işlenmesin" der. Yani tenha bir yerde bir adamı öldürmek suç değildir. Hiç adam öldürmeyen bir kimse, adam öldürmüş gibi görülürse beşer kanununa göre ceza alır.
d-İslam hukukunun tayin ettiği cezalarda afuv söz konusu değildir. Beşer kanununda ise cânileri afuv etmekle cinayetin çoğalması usulü vardır. Netice-i meram, gerek Kant ve gerek herhangi bir indî kanun beşerin saadet ve fefaha kavuşmasına kâfi gelmemektedir. Çünkü akıl, vicdan ve indî kanunlar, çoğu zaman şeytânî hislere, nefsânî arzulara, çevre telkinlerine bina edilir. Bunlar hepsi insanı yoldan çeviren nefsânî arzulardır. O halde akıl ve vicdan altın ise, özellikle ahlakî kanunların çı¬karılmalında mihenk taşı lazımdır. Mihenk taşı ise Asrı Saadete göre vahy-f llâhiyye, Asrı Saadetten sonra kıyamete kadar ise o vahyin tesbit etmiş olduğu ve bildirdiği Kur'an ve hadistir, Kur*an ve hadîsi, akıl ve Pcdana miyar kılmayan insanlar, kıyamet gününde nedâmet ve hasret
çekerek şöyle diyeceklerdir. «Şu muhakkak ki Allah kafirleri rahmetinden kovmuş, onlara çılgın bir ateş hazırlamıştır. Kendileri orada ebedî olarak kalıcıdırlar. Onlar ne bir yâr, ne de bir yardımcı bulmayacaklardır. O gun yüzleri ateşte evrilip çevrilirken: "Eyvah bize! Keşke İslam hukukunu icra etmekle Allah'a itaat etseydik, Peygamber'e itaat etseydik." diyeceklerdir. Onlara tâbi' olanlar da o gün: "Ey Rabb'imiz! Hakikat biz reislerimize ve büyüklerimize uyduk. Onlar da bizi yoldan sap- tırdılar." demişlerdir * diyeceklerdir. "Ey Rabb'imiz! Onlara azabdan İki katını ver. Onları büyük bir lanetle rahmetinden kov;V [26] Demek dünya hayatında şeriati - ayet ve hadîsi hayatına hlkim kılmayı tbırakıp yaz'î kanunları hâkim kılanlar, kıyamet gününde çok pişman ola¬caklardır. Ve “Eyvah bize! Keşke İslam hukukunu icra etmekle Allah’a itaat etseydik, Peygamber'e itaat etseydik, diyeceklerdir.” Bunlar vaz'î kanunları Allah’ın şeriatine kıyas ettiler yahud yetersiz görmüşlerse ebedî; inandıkları halde vaz'î kanunlar! hâkim kıldılarsa muvakkat cehen¬nemde kalacaklardır. Artık mü'min %me itaat ettiğini ne ile amel ettiğini ciddi bir sûrette bilmelidir.

kant ve vicdan tanrısı

18’inci yüzyıl sona ermeden, bu çağdaki felsefenin öncülerinden sayılacak olan İmmanuel Kant (1724-1804) felsefe üreten bir felsefe profesörü olarak insanlara özgüven telkin eder:
‘Gerçek aydınlanma, insanoğlunun kendi kendini altına soktuğu, olmayan bir dış otoritenin boyunduruğundan kurtarması sayesinde gerçekleşebilir. Dinsel dogmalardan, tuhaf tuhaf ayinlerden ve dini otoritelerin empoze ettiği bağlardan kurtulmadan, insan var olan kendi içsel gücüne güvenme duygusunu geliştiremez. Tanrı, kendi irademizin üzerindeki despot bir varlık değildir. Çünkü Tanrı kendini irade üstü değil, irade içi bir usulle ifşa etmektedir.
Tanrı evrendeki ve dünyadaki düzenin devamlılığı için mutlaka gereklidir. İnsanlar her zaman Tanrı’ya muhtaçtırlar; çünkü insan çok üstün özelliklere sahip olması yanında, son derece gaddar ve yıkıcı bir yapıya da sahiptir. Akıl tek başına bu negatif özelliklere gem vuracak güçte değildir. Aklın limitlerinden daha geniş olan bir Vali mutlaka gereklidir. Yıkıcılık, yapıcılıktan daha güçlü değildir; fakat yıkmak kolay, yapmak zordur. Bu yıkıcı özelliğinin engellenmesi, Tanrı inancının geliştirdiği vicdan sayesinde gerçekleşebilir.’

Düşünce ve dış dünyayı algılama üzerine de felsefe üreten Kant, bunların uzay ve zaman içinde değiştiğini ve izafî olduğunu savunur:
‘Pembe gözlük takan dünyayı pembe görür... Hiç limon görmemiş birinin limonu ilk gördüğünde ağzı sulanmaz...’

Galu Bela ve vicdan fıtrat

Galü Bela - Anlayışı Üzerine

‘GÂLÛ BELA’DAN BERİ MÜSLÜMANIM”’ ne demek?
“Hani Rabbin Ademoğullarından; onların bellerinden zürriyetlerini almış ve onları kendilerine şahit tutarak “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” demişti. Onlar da “Evet, şahit olduk” demişlerdi. İşte bu kıyamet günü “Bizim bundan haberimiz yoktu” dememeniz içindir.” (Araf; 7/172).
İslâm kültüründe “ahd-i misak ayeti” olarak bilinen bu ayet, Allah’ın ezelde insan ruhlarını yarattığında onlara “Ben sizin Rabbiniz değil miyim” (Elestü bi Rabbikum) diye sorup “Dediler ki, evet” (Gâlû bela) cevabını aldığı ruhlar âlemi (ervâh-ı âlem) toplantısı, meclisi (bezm-i elest) olarak meşhurdur…
Bu anlayış İslama ters bir anlayıştır. Görüldüğü gibi ayette ne “Ruhlar alemi” (Ervâh-ı âlem), ne de “Değil miyim (diye sorulan) meclis” (Bezm-i elest) diye bir tabir geçmemektedir.
Peki Kur’an burada ne anlatıyor?
Bu şunun için önemli; Kur’an’da sık sık bu ayetteki diyaloğa göndermede bulunulduğunu görüyoruz. Kur’an’ın dünyasında “Kendi nefsine zulmetmek, verdiği ahd-i misakı bozmak, Allah’ın birleştirilmesini istediği şeyi ayırmak, kendi nefsine hainlik etmek” gibi tabirlerde hep bu diyaloğa göndermede bulunuluyor. (ör. Nisa; 5/105).
Burada ister istemez şöyle sorulur:
“Ruhlar aleminde verdiğim söz mü?
Ben ne zaman söz verdim ki?”
Öyle ya, düşünün bakalım ruhlar aleminde verdiği sözü hatırlayan var mı?
Hatırlayamazsınız.
Çünkü burada sanıldığı gibi ruhlar alemi, bezm-i elest vs. diye bir şeyden bahsedilmiyor.
Ayetleri verili tarihten, yaşayan hayattan, somut insandan ve canlı tabiattan kopararak, uzaklara, çok uzaklara taşıyarak “ruhaniyat” oluşturduğunu zanneden anlayışın, burada da çok yakınımızda, bizzat içimizde, doğrudan doğruya hayatın içendeki somut insanın her gün her saat yaşadığı bir gerçekliği ıskaladığını ve ayeti ruhlar ve periler dünyası tadında bir masala dönüştürdüğünü görüyoruz.
Öyle görünüyor ki ayet “Varlığın diliyle konuşan Kuran” dediğimiz üslûbun en çarpıcı örneklerinden birisidir. Burada insanoğlunun yaratılıştan (bellerinden zürriyetlerinden) gelen “fıtrat, vicdan ve sağduyu” dediğimiz melekeleri dile getirilip konuşturulmakta, onlara soru sorulmakta ve cevapları -yaratan kendisi olduğu için- onlar adına yine Allah tarafından verilmektedir.
“Sonra duman halindeki göğe yöneldi. Ona ve yeryüzüne “İsteyerek veya istemeyerek gelin” dedi. İkisi de “İsteyerek geldik” dediler” (Fussilet; 41/11) ayetindeki gibi…
Buna edebi anlatım sanatlarında konuşamayacak durumdaki olay ve varlıkları dile getirip konuşturma (intak) deniyor.
Çiçekle konuşan Yunus Emre’nin dizelerinde olduğu gibi;
“Sordum sarı çiçeğe annen baban var mıdır?
Çiçek dedi ey derviş baba annem babam topraktır”
Kur’an bunun örnekleriyle doludur.
Özellikle Mekki surelerde çarpıcı bir anlatımla gelen ve bir takım konuşamayacak durumdaki varlıkları, yemin ederek, yani kasem vavını “dile gelip konuşarak tanıklık yapma” tarzında bir edebi sanat ifadesine dönüştüren ayetlerde olduğu gibi;
“ aydınlık!, güneşi yansıtan ay!, açtıkça açan gündüz!, örttükçe örten gece!, görkemli yapısıyla gökyüzü!, o uçsuz bucaksız genişliğiyle yeryüzü!, titrenerek yaratılan can!, günahı da sevabı da esinleyen ilham ki;
Veya Zilzal suresinde yeryüzünün konuşturulması gibi;
“Yeryüzü o müthiş sarsıntı ile sarsıldığı zaman
Ağırlıklarını çıkarıp attığı zaman
İnsan “Ona neler oluyor?” dediği zaman
İşte o gün dile gelip haber verecek her şeyi
Çünkü Rabbin ona vahyetmiştir
O gün insanlar yaptıklarının kendilerine gösterilmesi için guruplar halinde ve tek tek gelecekler” (Zilzal; 99/1-6).
***
Şimdi…
İşte bu ayette de her doğan çocuğun, doğuştan (bellerinden zürriyetlerini alarak) fıtratına yerleştirilen tabiî melekelerin tıpkı yeryüzü, gök, dağlar, duman, güneş, yıldız, ay, eller, gözler, deriler gibi dile getirilip konuşturulduğunu görüyoruz.
Böyle yapmakla insanoğlundaki fıtrat, vicdan ve sağduyunun neler yapabileceği, potansiyel imkânlarının neler olduğu onları bizzat içinde taşıyan insanoğluna gösterilmek istenmektedir. Ki insan yarın kıyamet gününde “Bundan haberim yoktu, bilmiyordum.” demesin.
Demek ki her insanda yaratılıştan varolan fıtrat, vicdan ve sağduyu Allah’ı bulabilecek güçtedir. Yeter ki dondurulmasın, üzeri heva ve hevesle, batıl bağımlılıklarla örtülmesin. Vahyin esas amacı insanoğlundaki bu melekeleri harekete geçirmek, açmak, vurulduğu zincirlerinden ve bağlarından kurtarmaktır. İnsanoğlu bu sayede içindeki bu fıtri sesi dinleyecek ve Allah’ını bulacaktır.
Türkçe’de “vicdanın sesini dinlemek”, “sağduyudan şaşmamak” dediğimiz şey, işte bu “Evet, sen bizim Rabbimizsin, şahit olduk” şeklinde dile gelen fıtratın/vicdanın/sağduyunun sesini dinlemek, bundan şaşmamak demektir.
İnsanoğlu işte bundan şaşmamalı, bu sese sık sık dönmelidir. Bu ses onu eğer vahim bir yanlışlık yapmazsa Allah’ına götürecektir. Yine Türkçe’deki “zürriyeti bozuk, vicdansız, cibilliyetsiz” vs. deyimleri de “Bu sese kör ve sağır olmuş, bundan şaşmış, vicdanının sesini duymayan, oradan gelen sese kulak asmayan” anlamındadır.
Şu halde yaratılış, karakter, yapı, tabiat anlamına gelen “fıtrat”, iyiyi kötüden, hayrı şerden ayırmayı sağlayan iç görü, ahlâk şuuru, his, duyu manasına gelen “vicdan” ve doğru düşünme melekesi, doğruyu yanlıştan ayırma özelliği, aklıselim, diri kalmış duyu manasına gelen “sağduyu”, burada, “Allah’ın, birbirinin belinden (sırtından) doğup gelen Âdemoğullarının özüne yerleştirerek bizzat kendilerini şahit tuttuğu şey” demek oluyor. Keza “Allah’ın birleştirmesini istediği şey” ifadesi ile de buna atıfta bulunuluyor.
Şöyle de denilebilir: Allah’ın insanoğlunun özüne yerleştirdiği ve genellikle iç dünyamızda düşünme, anlama, akletme, tefekkür, korkma, titreme, ürperme, sezme, duygulanma vb. anlarında veya bir dış uyarıcının sarsıcı telkini ile ortaya çıkan, üzeri açılan, harekete geçen, inkişaf eden, vecde gelen işte bu fıtrat, vicdan ve sağduyunun sesine kulak vermeliyiz. Onu dinlemeli, kestirip atmamalı, onunla irademizi birleştirmeli, bir araya getirmeliyiz.
Şu halde olası bir “Allah var mı?” sorusuna, yazılmamış bir şekilde iç dünyamızda bulduğumuz “Evet, O var” diyen ışıltı Türkçe’de “vicdanın sesi” dediğimiz şeyin ta kendisidir. Nitekim vicdanın kelime manası “bulma yeri” demek, vecd de “buluş”…
Neyi buluyorsun?
İçinde bir fıtrat, vicdan ve sağ (diri kalmış, ölmemiş) bir duyunun, yanının olduğunu…
Gündelik hayatta insanoğlu her yanlış yaptığında bu yanından bir takım sesler duyar. İşte o ses “Gâlu, bela” sesidir. Yani “Evet var, Allah var, ölüm hak, bu yaptığım yanlış” diyen ses…
İşte budur ruhun derinliklerinden gelen evet sesi…
İşte budur insana şahdamarından daha yakın olan sesleniş…
Her insanın iç dünyasında yankılanır durur.
Bu ses kelimelere dökülmemiş ve fakat iç dünyamızda yankılanıp duran iyiliğin, merhametin ve adaletin sesidir. Fıtratın, vicdanın ve de diri, canlı, ölmemiş, yaşayan meleke anlamına gelen sağduyunun sesidir.
Allah, insana, işte buradan gün boyu, her an seslenip duruyor.
Duymuyor musunuz?
Müslüman işte bu sesi duyan, ona kulak verendir.
***
Demek ki vahiy (içteki fısıltı) ile vicdan (içte bulunan) dediğimiz şey nefes-i Rahmanî’nin yani sevgi ve merhamet ses ve soluğunun iki yüzü oluyor. Hz. Peygamber bunu kendi içinde buluyor ve o buluş (vecd) ile açılan kapıdan Allah ona fısıldıyor yani vahyediyor. Kur’an da işte bu vecd ile açılan kapıdan gelen vahiylerin toplandığı kitabın adı oluyor. Bu nedenle onda akla ve vicdana aykırı hiçbir şey yoktur, olamaz. Çünkü akıl, vahiy ve vicdan, üç farklı istikametten gelen aynı sesin üç yüzüdür. Her üçü de Kur’an’ın hiçbir yerinde olumsuz manada kullanılmamıştır.
Bu sebeple olmalı ki Kur’an kendini insanlığa şöyle tanıtır;
Bu, insanlığın vicdanı (basairun li’nnâs), yol gösterici ve kesin bir imana ulaşmak isteyen halk için sevgi ve merhamet kaynağıdır.” (Casiye; 20).
Yani: Bu Kuran, insanlığın basiret damarı, kalp gözü, ölmemiş duyuları, körelmemiş iç görüsü, donmamış vicdanı ve diri kalabilmiş, yaşayan sağduyusudur. Bunları uyandıran, harekete geçiren bir hatırlatmadır (zikra). Bir yol gösterme (huden), sevgi ve merhamet (rahmet) kaynağıdır. Hala akletmeyecek misiniz? Bu akıl tutulması neden?
Demek ki “Ne zamandan beri Müslümansın?” sorusuna verdiğimiz “Galu beladan beri” cevabını değiştirelim:
Fıtratımın ve vicdanımın sesini dinlediğimden beri
Ruhumun derinliklerinde yankılanan o sese kulak verişimden bu yana Müslümanım
elhamdülillah…

Vicdan, Vicdanlılık ve Vicdansızlık Üzerine

Vicdan, Vicdanlılık ve Vicdansızlık Üzerine
  Mustafa Öztürk

Vicdan
Vicdan insanın en mümtaz yanı, en ince tarafıdır. İnsandaki bu incelik selim fıtratla ilgilidir. Denilebilir ki vicdan selim fıtratın şuur halindeki bir tezahürüdür. İçsel bir ahlâkî şuur olarak vicdan her zaman hak, adalet ve hakkaniyetten yanadır. Bu bakımdan vicdan insanın belki de en güvenilir ahlak hocasıdır. Çünkü o gerek bireysel gerek toplumsal tutum ve davranışları ahlâkî açıdan hiçbir kayırmada bulunmadan ve hiçbir çifte standarda yaslanmadan değerlendirir. İnsan ahlâkî değerleri ihlal ettiği zaman, içinde kendi “ben”ine hâkim olabilecek güçlü bir “ben”in baskısına maruz kalır. İşte bu baskı mercii vicdandır. O herhangi bir şey hakkında “Evet” ya da “Hayır” dediğinde aklın aksi yönde bir şey söylemesi mümkün değildir. Gerçi akıl bazen nefsin, şeytanî arzu ve isteklerin lehinde iş görebilir. Dahası akıl, şeytanî his ve dürtülerle pekâlâ ayartılabilir ve böyle bir durumda tabir caizse gemi azıya alıp anarşist bir hüviyete bürünebilir. Ama vicdan asla! Bu yüzden denebilir ki vicdan akıldan mutlak surette daha temiz, daha masum ve daha dürüsttür. Vicdan, akıl ve duyu arasında bir sıralama söz konusu olduğunda üstünlük kesinlikle vicdana aittir. İkinci sırada akıl, son sırada ise duyular yer alır. Üstünlüğün her daim vicdanda kalması onun selim fıtrattan ve aynı zamanda dinî-ahlâkî değerlerlerden besleniyor olmasındandır. İşte bu mutlak üstünlüğü sebebiyledir ki vicdan akılla çatıştığında, aklın talimatıyla hareket etmek caiz değildir. Çünkü bu tarz bir hareket selim fıtratı bozmak anlamına gelir. İnsanın işlediği bir ahlâkî suç karşısında vicdanın tazibi başladığında, aklın bu azabı dindirmeye yönelik mazeret üretiminin hiçbir şekilde kâr etmemesi de bu gerçeğin bir göstergesidir.
Öte yandan, vicdan insanın bozulmamış tabiatından süzülüp gelen ahlâkî bir şuur olduğu için hak, hakkaniyet ve adaletin ne olduğunu düşünme, akıl yürütme gibi yollarla değil doğrudan bilir. Oysa akıl hep birtakım kıyaslar ve mantıksal önermeler üretir. Vicdan ile akıl arasındaki farkı anlama noktasında Müddessir 74/18-25. ayetlerdeki içerik öğretici olabilir. Rivayetlerden öğrendiğimize göre bu ayetler Mekkeli müşriklerin önde gelen figürlerinden biri olan Velîd b. Muğîre hakkında nazil olmuştur. Bu şahıs önyargısız ve hesapsız bir duyguyla Kur’an mesajına kulak verince, vicdanının sesi, “Bu ne bir şair ne de kâhin sözüdür” der. Ancak bu arada aklı biraz da çevre baskısıyla vicdanının sesine karşı çıkar ve ardından zihninde kıyas ve mantık kurgusuna dayalı bir düşünme süreci başlar (Bkz. Taberî, Câmiu’l-Beyân, XII. 309). Bu süreç surenin 18. ayette innehû fekkera ve kaddera diye ifade edilir. Sonuçta söz konusu şahsın aklı vicdanına galip gelir ve bu durum bir sonraki ayette Allah tarafından, “Hay kahrolası, ne [berbat] düşünce üretti, ne kötü akıl yürüttü” diye değerlendirilir.
Gelinen bu noktada akla çok kötü bir rol biçtiğimiz düşünülebilir ve “Allah Kur’an’da akletmeye onca atıfta bulunmuşken akla böyle bir rol biçilmesi son derece isabetsizdir” denebilir. Ancak bize göre isabetsiz olan, böyle denilmesidir. Çünkü Kur’an’da geçen akıl (akletmek), salt akıl değil vicdanın ya da selim fıtratın sesine kulak veren akıldır. Eğer aksi olsaydı, yukarıda anılan ayetlerden akıl yürütmede pek mahir olduğu(!) anlaşılan Velîd b. Muğîre, ilk hitap çevresindeki müşriklerin değil müminlerin önde gelen şahsiyetlerinden biri olurdu. Ne var ki öyle olmadı. Çünkü söz konusu şahıs, doğrunun ne olduğu konusunda ölçüt olarak vicdanı değil, nefsanî arzularınca ayartılan aklı esas almıştı. Nitekim İblis de Velîd b. Muğîre ile benzer bir tecrübeyi yaşamıştı. Zira İblis, tıpkı Mekkeli müşrikler gibi Allah’ın ilahlığını kabul etmiş, ancak O’nun secde emri karşısında -deyim yerindeyse- vicdanının sesini dinlemek yerine egosunu tek efendi sayan aklının buyruğuna uyarak kendini isyan ve küfre götüren bir kıyas üretmişti (Bkz. Sâd 38/71-76).
Akıl özellikle Batı’daki Aydınlanma tecrübesinden bu yana İslam dünyasında da pek çok Müslüman aydın için doğru ve yanlışın ne olduğunu gösteren yegâne ölçüt olarak baş tacıdır. Evet, akıl neyin ne olduğunu bilir, kavrar; fakat kalp ve gönülle ahenkli bir işbirliğine yanaşmadığında yanlış istikametlere yönelir. Aklın mürebbisi vicdandır. Vicdanın mahalli ise Kur’an’da sadr, fuâd, lüb, nühâ gibi kavramlarla ifade edilen ya da kısaca ilâhî bir cevher olan kalp ve gönüldür. Ancak vicdanın mahallinin akıldan öte kalp ve gönül olması, onun sulu gözlü bir duygusallık, öfke ve başkaldırı nedir bilmeyen katıksız bir uysallık gibi görülmesini gerektirmez. Bilakis vicdan, haksızlık karşısında herkesi ve pek tabii ki kendini de adamakıllı sorgulayan, bu sorgulamasında “ama”, “fakat” diye başlayan hiçbir mazeret kaydı koymayan, hiçbir çifte standarda yaslanmayan bir güçtür. Dahası vicdan, kütlesi olmayan ama etkisi dışımızdaki bütün otoritelerin yaptırımından çok daha yoğun bir güçtür. Ayrıca vicdanın algısında “Ben” ve “Öteki” gibi kategorik bir ayırıma yer yoktur. Çünkü vicdan, başkasını kendisiyle özdeş görür; dahası başkasını anlamaya, onun duygusunu paylaşmaya, acısını kendi acısı gibi yaşamaya çalışır. Yine vicdan, hep haklının, mağdurun, mazlumun yanında yer alır. Bu yüzden en temel bileşeni genellikle zulüm ve adaletsizlik olan dünyevi iktidar ve güç odaklarıyla vicdan arasında hep büyük bir mesafe, asla sona ermeyen bir çatışma bulunur.
Vicdanlılık
Vicdanlılık ya da vicdan sahibi olmayı en iyi anlatan şey, iç sızısı ve azap olsa gerektir. Nitekim günlük dilde sıkça kullanılan, “vicdanı sızlamak”, “vicdan azabı çekmek” gibi deyimler de vicdanlılığın mahiyetini anlamada sızı ve azabın başat rol oynadığını gösterir. Burada sözü edilen sızı ve azap, haksızlık ve adaletsizlik gibi bir ahlâkî bir suç işlendiği anda başlar ve keşkelerle devam eder. Böyle bir durumda vicdan insana suçlu olduğunu tam anlamıyla ikrar ettirir ve bu aşamadan itibaren insan ne kendi vicdanının hâkimliğinden ne de kendi hakkında verdiği acımasız hükümden kurtulabilir. Bu noktada Tevbe 9/118. ayeti hatırlatmak gerekir. Bu ayette Tebük seferine katılmayan ve affedildiklerine ilişkin hüküm geciktirilen üç kişiden söz edilir. Ka’b b. Mâlik, Hilal b. Ümeyye ve Mürâre b. Rebî’den oluşan bu üç kişi, ilgili ayetten anlaşıldığına göre, vicdanlarının sesini dinlediklerinde dünya onca genişliğine rağmen başlarına dar gelmiş, derin nedamet duygusu kendilerini tazib etmiştir (ve-dâkat aleyhim enfüsühüm).
Bu ayette geçen nefs kavramının vicdana karşılık geldiği söylenebilir. Buna mukabil, “Nefs hep kötülüğü telkin eder” (Yûsuf 12/53) mealindeki ayet hatırlatılabilir ve dolayısıyla vicdan gibi temiz bir şuur ile nefs arasında doğrudan bir ilişki kurmanın isabetsiz olduğu ileri sürülebilir. Ancak nefsin hep kötülüğü telkin ettiğini bildiren ayet, genellikle sanıldığının aksine, genel geçer anlamda “nefs”e değil, “Ben [bütün bunlara rağmen] kendimi temize çıkarmıyorum.” (Yûsuf 12/53) sözünden de anlaşılacağı üzere, Hz. Yûsuf’un veya Züleyha’nın kendi nefsiyle ilgili hükmüne işaret eder. Nitekim mutasavvıflar da Kur’an’daki kullanımlarından hareketle nefs kavramını emmâre, levvâme, mutmainne, mülheme, râdiye, mardiyye, kâmile gibi farklı kategorilere ayırmışlardır. Hep doğrunun, haklının ve adil olanın tarafında yer aldığı, yanlışlık ve haksızlık karşısında ise sızlayıp insanı tazib ettiği dikkate alındığında, vicdanlı olmanın belki de tam olarak nefs-i levvâme kavramıyla ifade edilebileceği söylenebilir. Zira nefs-i levvâmenin en temel özelliği, kahr-ı nedamet, yani işlenen suçlardan duyulan pişmanlığın insanı ezmesidir.
Nitekim tâbiûn neslinin ünlü müfessiri Mücâhid, Kıyâme 75/2. ayette Allah’ın yeminine konu olan nefs-i levvâmenin bir medh sıfatı olduğunu, zira burada ifa fırsatını elden kaçırdığı iyiliklerden dolayı pişmanlık duyup kendini kınayan, işlediği günahlar yüzünden nefsini ayıplayan, iyilik adına yaptıklarından dolayı da kendi nefsini şımartmayan bir insanın, yani gerçek manada bir müminin nefsinden söz edildiğini belirtmiştir (Bkz. Mâverdî, en-Nüket ve’l-Uyûn, VI. 151). Aynı şekilde Hasen el-Basrî de nefs-i levvâme hakkında, “Bu gerçek müminin nefsidir; zira gerçek mümin her daim kendi nefsini kınar. ‘Bu sözümle neyi kastettim?’, ‘İçimden geçen bu duygu ve düşünceyle neyi murat ettim?’ diye kendi kendini sorgular ve yine iyilik namına yapamadıklarından ötürü de nefsini paylar.” demiştir (Bkz. Hevvârî, Tefsîru Kitâbillâhi’l-Azîz, IV. 440). Seyyid Kutub bu konuda en doyurucu yorumun Hasen el-Basrî’ye ait olduğunu söyledikten sonra şunları eklemiştir: “İşte Allah katında üstün ve değerli olan nefis, bu özünü eleştiren, uyanık, çekingen, sakıngan, iç konuşmalarla kendini denetleyen, hesaba çeken, çevresini gözetleyen, arzularının iç yüzünü belirlemeye özen gösteren, kendi kendini aldatmaktan kaçınan nefistir” (Bkz. Seyyid Kutub, Fî Zilâli’l-Kur’ân, X. 285).
Bütün bu izahlar da teyit etmektedir ki nefs-i levvâme, vicdanlılık ya da vicdan sahibi olmanın Kur’an’daki en uygun kavramsal karşılığıdır. Diğer taraftan, vicdanlılığın en temel tezahürlerinden biri nedamet duygusudur. Bu duygu genellikle “keşke”lerle başlar ve “keşke”lerle devam eder. Eğer bu “keşkeler”, hata ve günahtan avdet etmeyi mümkün kılan bir nedamete dönüşmezse hiçbir anlam içermez. Anlamlı ya da yanlıştan dönmeyi mucip bir nedamet duygusuyla mezcolmuş tüm “keşkeler” ise Kur’an’da tövbe (tevbe) kavramıyla ifade edilir. Tövbe, işlenen suçtan dolayı pişmanlık duymak ve bu duyguyla Allah’ın huzurunda “Ben yanlış yaptım” diye itirafta bulunmaktır. Buradaki itirafçı ise vicdandır.
Yeri gelmişken vicdanlılığın sevgi ve merhamet ile ilişkili olup olmadığı meselesine de kısaca değinmek gerekir. Sevgi, nesnesi müphem olarak kullanıldığında amorf (şekilsiz/biçimsiz) bir kavramdır. Çünkü sevginin nesnesi iyi de olabilir kötü de. Oysa vicdan hep iyinin yanında yer alır; kötünün karşısında ise sızlanır. Vicdan, sevgi ve merhamet temelli bir duygu olarak kabul edildiğinde özellikle ahlak, adalet ve hakkaniyet konusunda şaşmaz terazi olma özelliğini kaybeder. Çünkü insan kötü de olsa sevdiği şeyleri kayırır. Bu türden kayırmalara kimi zaman merhamet duygusu eşlik eder. Kaldı ki salt sevgi ve merhametten çok kere maraz doğar. O halde vicdanın temeli sevgi ve merhamet değil, adalet ve hakkaniyet duygusudur. Bunun içindir ki Allah Nisa 4/135. ayette şahitlikle ilgili olarak, “Ey Müminler! Bizzat kendinizin, ana babanızın veya akrabanızın aleyhine de olsa, bütün gücünüz ve samimiyetinizle adaleti gerçekleştirin, hep haktan ve hakkaniyetten yana olun. Allah için şahitlik eden kimseler olun. Şahitlik konusunda insanların zengin veya fakir olmasına bakarak adalet ve hakkaniyetten sapmayın. [Yani zenginin gözüne girmek yahut yoksula merhamet etmek uğruna hak ve hakikati söylemekten kaçınmayın]. Zira Allah zenginin de fakirin de durumunu sizden çok daha iyi bilmektedir. Şu hâlde, sakın arzu ve isteklerinize uyup adaletten ayrılmayın. Eğer şahit olarak gerçeği çarpıtırsanız veya şahitlikten büsbütün kaçınırsanız bilin ki Allah yaptığınız her şeyden haberdardır!” buyurmakla sevgi ve merhamet duygusuna değil, vicdanın buyruğuna uyulması gerektiğine işaret etmiştir. Bu ayetten hareketle denebilir ki adalet duygusu sevgiden mutlak surette üstündür. Zira adalet duygusunu sevk ve idare eden güç sevgi değil vicdandır. Ancak vicdanın son kertesi adalet duygusu değildir. Bunun da ötesinde sorumluluk duygusu vardır. İnsanın Allah’a karşı sorumluluklarını hatırlatan ve bu konuda insanı salih amele yönlendiren unsur ise vicdandan öte gerçek manada imandır.
Vicdansızlık
Vicdan her insanda vardır ve bundan dolayıdır ki neyin ahlâkî neyin gayri ahlâkî olduğu hususunda vicdan herkese aynı şeyi söyler. Ancak kimi insanlar vicdanın sözünü dinler, kimi insanlar dinlemez. Söz dinleyip dinlememek iradeye bağlıdır. Selim fıtratı bozulmuş olan insandaki irade vicdanının sesine pek kulak vermez; onun iyilik yolundaki tavsiyelerini dinlemez. Vicdan insanoğlunun selim fıtratını ifade etmesi hasebiyle özünde iyidir. Ancak bu iyilik mutlak değil görecelidir. Vicdanın iyi oluş keyfiyetini güçlendiren temel faktör Allah korkusudur. Bunun içindir ki Merhum M. Akif, “Ne irfandır veren ahlaka yükseklik, ne vicdandır; Fazilet hissi insanlarda Allah korkusundandır.” (M. Akif Ersoy, Safahat, Beşinci Kitap) demiştir.
Vicdanı rahatsız eden ve aynı zamanda güçsüzleştiren unsurlara gelince, bunların başında masiyet (günah) yer alır. Günahlar ilk planda vicdanı rahatsız eder. Nitekim Hz. Peygamber, “Günah nedir?” sorusuna, “Vicdanı (nefs) rahatsız eden şey” (Tirmizî, “Zühd” 52) diye cevap vermiş; ayrıca fetvanın vicdandan istenmesi gerektiğini belirtmiştir (İbn Hanbel, el-Müsned, IV. 194). Günahların alışkanlığa dönüştürülmesiyle birlikte vicdanî rahatsızlık gitgide zayıflar ve sonunda vicdan hiçbir günaha tepki vermez hâle gelir. Vicdansızlığı yaratan hâl işte bu hâldir. Çünkü böyle bir halde vicdan artık ölmüş olur. Vicdanın ölmesi demek, bir bakıma ruhsal beynimizin, hatta en güvenilir ahlak hocamızın ölmesi demektir. Diğer bir deyişle, vicdansızlık, egomuzu ve duygularımızı kayırmak, dolayısıyla selim fıtrat gereği kendi kendimizi suçlama, sorgulama, kendi aleyhimize tanıklık etme ve yine gerektiğinde kendi kendimize savaş açıp ceza verme yetimizi ya da kısaca en başta kendimize karşı dürüst olma erdemimizi kaybetmektir. Haddizatında vicdansızlık dünyevî düzlemde daha fazla işe yarar. Zira bu sıfat bir bakıma ahlâkî değer açısından had-hudut tanımazlık demektir. Bu sıfatla muttasıf bir insanın salt dünyevî emellerine ulaşma, bu tür hedeflerini gerçekleştirme imkânları çoğalır. Ancak bu durumda vicdandan, dolayısıyla insandan geriye hemen hiçbir şey kalmaz. Çünkü vicdanını kaybeden insan hem vahşileşir hem de hayvanileşir. Gelinen bu nokta ise Kur’an’da ahlâkî sefilliğin zirvesi anlamında kullanılan “esfel-i sâfilîn” derekesinin ta kendisidir.

İhlâslı Vicdan Mehmet Şirin Seven

Vicdan,  insanın fıtratına dercedilmiş olan, doğuştan gelen hakikatlerin bir miyarıdır. Vicdan  bir nevi insanın iç aleminin mizanlarını kalbe gönderen bir iç kanaldır. Bu iki kanaldan gelen veriler ve malumatlar kalp denilen latifede depolanır ve kalp bu verilere göre gelişir ve şekillenir.
Vicdan hak ve hakikatlerin hissedilmesini sağlayan ve insana ihtar eden bir mekanizmadır. Vicdan, manevi alemlerin esası ve haritası konumundadır. Hakikatlerin uçlarının temerküz ettiği cami bir aynadır. Hem ahlaki değerlerin hem de doğruluğun ana üssü gibidir. İnsan yanılsa bile vicdan yanılmaz.
Her insanın vicdanında bir inanma ihtiyacının olması, insanı tevhide sevk eden en önemli iç dinamiklerden birisidir. Yani insanın bir şeye inanma ihtiyacı vicdandan gelen bir duygudur ki, çok insanlar bu duygunun rehberliğinde hakkı bulmuştur.
Afaki alemler nasıl tevhide birer levha, birer işaret ise, insanın enfüsi alemi, yani vicdan, kalp, ruh, fıtrat gibi ahvaller de aynı şekilde tevhide enfüsi birer levha birer işarettirler. Afakta yazılmış bütün hakikatler insanın enfüs aleminde, yani fıtrat ve vicdanında daha okunaklı ve daha beliğ bir şekilde yazılmıştır. İnsan bu yazıları iman penceresi ile okusa tevhide dair sayısız işaretleri bulur.

Evet, fıtrat kanunları yalan söylemez. Eşyanın tab'ında bulunan vasıf ve hususiyetler, insanı aldatmaz. Meselâ, dünya "Dönüyorum." diyorsa, dönüyordur. Tohum, "Beni toprağa atın; şartlar yerine gelince filiz çıkarıp, ağaç olacak ve meyve vereceğim." diyorsa, dediğini yapar. Su, "Soğuk bana vurursa donar, buz olurum." derse, dediği gibi olur. Ateş, "Yakarım"; yerçekimi, "Boşlukta kalma, çeker ve yere çarparım."; bülbül, "Şakırım"; yılan "Sokarım ha!" diyorsa, dediklerini yaparlar. Evet, hiçbir fıtrat, hilâf-ı vâki beyanda bulunmaz.

Teklif altına giren bir ruh ve vicdanları olmadığı hâlde cansız maddeler, nebat ve hayvanat fıtratlarıyla yalan söylemezken, vicdan, dolayısıyla da idrak ve şuur sahibi insan fıtratı yalan söyleyebilir mi? Şuur, bir tanzim edici olarak devredeyse, o zaman vicdan da, fıtratına uygun şekilde fonksiyonunu eda eder. Zihne, şuura, duygulara, latîfelere yön ve mânâ kazandıran meknî bir hazine, bir potansiyel olan vicdanın mühim bir unsuru kalb ve kendinden güç aldığı kumandanı da ruhtur. Evet bir kimse, eğer fıtratı bozulmamışsa ve şuur da vazifesini eda ediyorsa, bu takdirde o insan, kitapları ve kâinat sayfalarına yazılmış delilleri okumasa bile -pek çok düşünürün söylediği gibi- yine yalan bilmeyen sızlanışlarıyla vicdan, Rabbini bulacak ve bilecektir. Şu kadar ki, ruhu hesaba katmadan vicdanı meçhul bir mekanizma içinde kabul etmek, vicdansızlık ve ruhsuzluk olur.
İhlâslı Vicdan Mehmet Şirin Seven Kalp ve vicdan, sadece iki kelime fakat derin hakikatler saklayan ince sırların keşfine birer anahtar olan , insanın bilmesi gereken esrarlı iki muamma. Devamlı bir ve beraber olması gereken iki latife, iki cihazat. İnsanın maddi ve manevi hayatına hayat kaynağı olan en önemli duyguların kaynağı, paha biçilmez Allahın iki hediyesi. İnsanı insaniyet mertebesine çıkaran, insanı hakiki insan yapan, Allah� tanımanın ve bilmenin varlığını tasdik edip anlamanın yeri ve mahalli olmak gibi büyük vazifelere hâiz olabilecek kapasitede yaratılan, kalp ve vicdan sarayları. İnsanlık hayatı bunlar ile kaimdir. Nasıl ki maddi hayatımıza hayat olan kanı bütün vücudumuza dağıtan kalp, hayatiyetimizi sağlıyorsa, manevi hayatımızı da ayakta tutan, yine kalp ve vicdanımızdır. Nasıl ki ; kalpten maksat, yalnız bedenin her tarafına kan dağıtan bir et parçası olmaması, aynı zaman da asıl kalp vicdandaki birçok his ve duygularımızın aks edip yansıyarak görüldüğü ve akıldan çıkan fikirlerin kabul yada red edildiği bir latifemizdir . Hem kalp nasıl bedenimizi ayakta tutuyorsa, asıl kalpteki iman sayesinde de manevi hayatımız aydınlanıp ışık verir, bedenimizi nurlandırır, Allahı tanıyıp muhabbet edebilecek bir kabiliyete gelir. Fakat iman nurunun sönmesiyle karanlığa bürünür, elmastan kömüre dönüşür nursuz maddi bir kalpten ibaret kalır. İnsan vicdanı fıtraten yaratıcısını arıyor, tanımak istiyor. Hak ve hakikati arayan insan vicdanı bir arayış içerisindedir. Evet kalp bir latife-i Rabbaniyedir ki mazkarı hissiyatı vicdan, makesi-i efkarı dimağdır. Kalp, iman yahut küfür ile mahiyeti değişen enteresan bir cihazat-ı insaniyedir. Cenab-ı hakkın , kulun cüz-i ihtiyariyesinin sarfından sonra kalbine ilka ettiği bir nur olan imanla ancak Allahın isim ve sıfatlarını anlayıp hayatını nurlu ve saadetli yapabilir. Küfür ise bu hakikatleri zıddına çeviren, kainatı ıssız, zulmetli, kötülüklerin yeri gösterir, insanı insaniyet mertebesinden düşürtür. İnsanın vicdanı sağduyusu hakikate fıtraten taraftardır ve kalbide nokta-i istinad ve istimdat noktalarıyla bağlı olarak devamlı şekilde vicdanından gelen sese kulak verdiğinde kalbin ihtiyacı olan yaratıcısını tanımakla ve ona bağlanmakla ancak tatmin olur. Çünkü, insan aciz ve fakir olduğundan karşısındaki birçok düşmana karşı bir dayanak noktası arar, bulduğu zamanda elinden bırakmak istemez ona kuvvetlice yapışır. Aynı şekilde insanın sınırsız ihtiyaçlarını karşılayabilmesi içinde bir yardım bulma ve alma noktası arar bu maddi ve manevi ihtiyaçları da karşılandığında minnettar olur. İşte her vicdanda var olan bu iki duygu penceresiyle bakıldığında vücudu sani, yani yaratıcının vücudu anlaşılıp, görülür. Akıl gözü görmese de fıtri fıtrat gözlüğü onu vicdana gösterir.Fıtrat yalan söylemez, vicdan nezzardır, kalp penceredir. Yine başka bir yerde fıtrat ve vicdan akla bir penceredir, tevhid şualarını neşreder. Bir şeyin iyi mi, kötü mü olduğu; hayırlı mı, şeyli mi olduğunu ve bunun gibi hükümlerin doğruluğunu, vicdanteraziyle tarttığımızda bize doğru olanı söyleyecektir. Peygamberimize (s.a.s) bir meseleden dolayı: -Ya Resulallah, yaptığım bu iş (fiil) doğru mu?Yaptığım zaman günah olur mu? Diye soran sahabeye şu manidar cevabı vermiştir. Onu vicdanına sor. Çünkü vicdan her zaman doğru olanı telkin eder, devamlı suretle hak ve hakikate taraftardır. Akıl tatil-i eşgal etse de nazarını ihmal etse de,vicdan sanii unutmaz. Kendi nefsini inkar etse de onu görür, onu düşünür, ona müteveccihtir. Kalbin hissettiği manaların harekete gelmesiyle çeşit çeşit meyiller ortaya çıkar. Bundan dolayı insanın fikirleri kalbin hislerinin temayülatından çıkar, otemayülat da ruhun ihtisasatından ve ihtiyacatından oluşur. Ruh ise iman nuru ile harekete gelir. Hayır ise yapar, şer ise kendini çekmeye çalışır. Daha kör hisler onu yanlış yola sevk edip mağlup etmez. Vicdanın hakkı gösterip de insanın onu dinlememesi, nefsine pay çıkarması sonucu olarak his ve hevesinin ağır basmasıyla vicdanın sesine kulak vermemesi vicdana en büyük zulümdür. Vicdan terazisinin iki kefesi var his ve akıl, eğer bunlar dengede kalırsa insan hakikati bulur, vicdanen rahat eder. Çünkü, aklın nuru olan ilmin akıldan çıktığını, kalbin ziyası olan nurun da vicdandan ışık aldığını ve ancak bunların beraber olmasıyla insanın denge halinde olacağını görebiliyoruz. Her şeyde bir ihlas olduğu gibi vicdanda da bir ihlas vardır. Yaratıcısını arayan ve rızasını gözeten vicdan ihlaslıdır. İhlaslı olan kişide vicdani murakebesini yapmış, akıl- kalp dengesini sağlamış vicdan sahibi insandır. Vicdansız insan Allahı unutmuş, insan bozması bir hayvandır. Hem, insanın kalbi ve vicdanı beraber olmalı. Çünkü, kalpsiz vicdan olmayacağı gibi vicdansız kalp de (kalp ) olmaz. Bunun gibi kalpsiz akıl da olmaz. Çünkü,nuru akıl kalpten gelir. Kalpsiz akıl (akıl) olmaz. İnsaniyet aleminin de bir nevi vicdanı kamuoyudur, efkar-ı ammedir. Dünyada bütün insanlar için evrensel hukuk beyannameleri, ahlaki normlar bulunması insanların bu insani erdemleri cihanşümul vicdanla kabul edip, her türlü haksızlık, zorbalık, zulüm ve cinayet, insan temel hak ve hürriyetlerinin ihlali gibi yanlışlıklara vicdanından gelen erdemle hakkaniyetle hüküm vermesi, işte bunun bir aksi sadasıdır Kalp ve vicdan manevi mevcudiyetin temeli olması bakımından teşbihte hata olmasın- bir nevi ağacın kökleri gibi ağacı ayakta tutup ona hayat vermesi misali kalp ve vicdanda insanın maneviyatını ayakta tutan, mukaddesata bağlılığını sağlayan çok derin ve geniş mahiyetleri olan en değerli varlığımızdır. Sevginin , muhabbetin ve ilahi aşkın menbaı ve yeri olan vicdan ve kalp , mümin insan için onun muhabbetiyle kendinden geçmekle, kalbin göz bebeğinde aksi nurunu yerleştirmekle, insanı âlâ-i illiyine çıkaran bir kudsi hadisin meali şerifi olan ben göklere ve yere sığmam, fakat mümin kulumun kalbine sığarım hakikati gereği kalbin ve vicdanın mana ve ehemmiyetini anlayarak asıl muhabbeti ve sevgiyi Allah vermemiz gerektiğini yine Allah kalbin bâtınını, iman ve marifet ve muhabbeti için yaratmıştır. Kalbin zahirini sâir şeylere müheyya etmiştir. Cinayetkar hırs, kalbi deler. Sanemleri (Allah namına olmayan sırf nefsani ve şehevani sevgi ve aşkların muhatabı mahbuplar) içine idhal eder. Allah darılır, mahsudunun aksiyle mücazat eder. Bilirim arkadaş seni cemalperetsin , lakin tasalanma Kalbini Allah� aç göreceksin ki, bir muamma. Sev seveceksen bütün güzellikleri, ammâ Sevdiğin zaman, Allah namına sev daimâ. 1. İşaratül-icaz, s.78 2. Muhakemat, s.107 3. Mesnevi-i nuriye, s.208 4. Mesnevi-i nuriye, s.215 5. Hakikat çekirdekleri 6. Sözler, s.119 7. Hutbe-i şamiye, s.146

VİCDAN, SÜPEREGO ve FITRAT

Tema Balcı
İnsan kendi üzerine düşünebilen tek canlıdır. Kendilik duygusu varolduğumuzun bilincinde olduğumuzu gösterir. Bilinç (şuur) hayatın en üst düzey tezahürüdür. Adeta bütün bir yaratılış süreci bilinci ortaya çıkarmak için tasarlanmış gibidir. Yüce Yaratıcı kendini, eserleriyle tanıyacak, sanatının bütün inceliklerini kavrayacak, merhametini sevgisini hissedip algılayacak bir varlık murad edince ona bilinci vermiştir. Bu bilinç nimetinin insan varlığında doğru bir şekilde çalışmasını sağlamak maksadıyla “fıtrat-ı zişuur” denilen vicdan mekanizmasını yaratmıştır.
Batı düşuncesinde vicdanla ilgili değişik tahlil ve yorumlar mevcuttur. Ben burada Erich Fromm’un değerlendirmelerinden yararlanarak İslam düşüncesindeki vicdan anlayışına intikal edeceğim.
Tanımsal olarak vicdan; ‘yapılan veya düşünülen eylemlerin, doğru veya yanlış olduğuna karar veren içselliştirilmiş ahlaki ilkeler toplamı’ olarak tarif edilmekte ve Freud’un süperego kavramsallaştımasından farklılık arzetmektedir. Süperego çocukuk döneminde inşa edilen bilinçsiz bir yapıdır. Temelde toplumu temsil eden ebeveynler vasıtasıyla, “özdeşim” sürecinde kurulur. Çocuğun ceza ve ödül mekanizmasıyla toplumsal değer yargılarının ve ahlak kurallarının içselleştirilmesini sağlar. Süperego insanın hayatı boyunca hesap vereceği kurgulanmış, sanal içsel bir otoritedir.
Bunun karşılığında vicdan tamamen bilinçlidir. Kendi ahlaki değerlerini dolaysız bir biçimde kendiliğinden yargılar. Her insanda fıtraten varolan ahlaki bilinçlilik halidir. Kişinin bilinçli ve iradi olarak yaptığı davranışlarında adeta yargıç statüsündedir. Erich Fromm vicdanı ikiye ayırmaktadır:
1-    Otoriter vicdan
2-    İnsancıl vicdan

Otoriter vicdan, insanın harici alemindeki güç merkezlerince inşa edilir. Otoriter vicdan mekanizmasını besleyen, dişlilerini yağlayan,  cezalandırılma korkusu ile ödüllendirilme ümididir. Devlet, anne-baba, öğretmen, polis, komutan hasılı toplumda gücü, yaptırımı, otoriteyi temsil eden aktörler, hakimiyetlerini bu sanal vicdan üzerine kurarlar. Korku, yalnızlık, kınama, suçluluk duyguları gibi süreçler devrededir. Toplum aygıtının devasa ceza ve ödül çarkları bilinçaltının karanlık dehlizlerinde dönüp durmaktadır. Buna rağmen kişi kendi bütünlüğünü harcama pahasına da olsa, güven içindedir. Büyük bir çarkın küçük bir dişlisi olmak onu yalnızlığın acılarından kurtarmaktadır. Vicdanının sesine kulak verdiğini zannettiği için de suçluluk duygusu yaşamamaktadır.

İnsancıl vicdan, her insanda doğuştan varolan insan olmasının gereği ceza ve ödül kaygılarından bağımsız içsel bir sestir. Fromm’a göre insancıl vicdan, insani  bütünlüğümüzün gözcüsüdür. İnsanın kendisi için duyduğu sevgi dolu ihtimamın sesidir. Kendi kendimize karşı yine kendimizden gelen bir tepkidir. İnsanın kendini dinlemesidir. Otoriter vicdan başkaları için toplumsal ödevleri için varolurken, insancıl vicdan kendi bütünlüğü için yani “kendisi” için varolmaktadır. Devasa toplum çarkının sağlıklı işlemesi itaatkar, uyumlu bireylerin varlığına bağlıdır. Otoriter vicdan sayesinde toplum kendi yapılanmasını oluşturmakta, yapının devamı içinde adeta insan ruhuna otoriter vicdan çipini yerleştirmektedir. Freud insanın sırf insan oluşundan kaynaklanan fıtri bir ahlaka sahip olabileceğine inanmamıştır. Çünkü ona göre insanın kişiliğini toplumsal süreçler inşa etmektedir. Toplumsal güçlerden bağımsız, saf, yalın bir insan gerçeği (fıtratı) olabileceğine inanmadığı için, bütün kavramsallaştırmalarını insanın başkalarıyla ilişkiler bağlamında yapmıştır. Fromm bu noktada Freud’a katılmayarak insanın doğuştan ahlaki bir varlık oluduğuna inanmaktadır.Toplumun etkilerinden bağımsız bir ruhsal gerçekliği olduğunu eserlerinde dile getirmiştir.

İslam düşüncesinde vicdan doğrudan Yüce Yaratıcıyla bağlantılı çalışan bir santraldır. Allah’ın “elest bezmi”ndeki muhaveresinin kodlarını muhtevi, genişlemeye müsait ruhsal bir güçtür. Fıtrat-ı zişuur olan vicdan tasdik,takdir,hayret gibi ontolojik duyguların merkezidir.
Fıtrat insanın yaradılışındaki saf halidir. Yaradanın rububiyetine şahid olmaya söz verdikleri elest bezmindeki saf hallerinin şuur halinde tezahürü vicdandır. Vicdanın bütünlüğe ve itminana ermesi iki ihtiyacın fıtri ve doğru bir biçimde giderilmesiyle hasıl olacaktır. Bunlardan birisi nokta-i istinad, diğeri nokta-i istimdaddır. Vicdan insanın ruhuna sürekli baskı yaparak bu iki ihtiyacın doğru bir şekilde düzenlenmesini ister. İstinad ve istimdad süreçleri en yalın ve kuvvetli bir şekilde bebek ve çocukta tezahür eder. ‘Çocuğu anneye ve çevreye bağlayan en önemli davranış kalıbı bir dayanak noktası aramak (nokta-i istinad) ve ihtiyaçlarını giderecek, onu tehlikelerden koruyacak bir medet noktası (nokta-i istimdad) bulmak ihtiyacıdır.’ Bebeğin bütün fonksiyonları gelişmediği için aciz ve yoksuldur. Bebeği anneye yaklaştıran sözkonusu ihtiyaçları gideren obje olmasıdır. Yetişkin olduğumuzda insaniyetimizden kaynaklanan acz ve fakrımız değişik formlara bürünerek devam eder. En amansız güçsüzlüğümüzü ölüm karşısında hissederiz. Hasılı hayatımız boyunca istinad ve istimdad noktaları aramaya devam ederiz. Vicdanımız sürekli bizi bu arayışa zorlayarak kopukluğa ,yalnızlığa, hiçliğe, anlamsızlığa tepki göstererek anksiyete yaşar. Vicdan sürekli Yaratıcıyı arar. Arzu ve ihtiyaçlarının nihayeti olmayan insan için gerçek istinad ve istimdad noktası her şeye kadir kudreti sonsuz bir Yaratıcıdır.

Vicdan, kozmik hakikati hiçbir delillendirmeye ihtiyaç hissetmeksizin anlayıp kavrayabilen ‘bilinçüstü bir bilinç ve şuur’dur. Vicdan fıtratın bir neticesi olduğu için ‘güdü’ lerimizi tetikler. İnsanın devamlı güvenli ortamlara meyletmesi, mazluma acıması, haklının tarafını tutması güdülenmenin sonucudur. Adeta kozmik insan hakikatinin şehadet alemine yansımalarıdır. Fıtri ahlakiliğin tezahürleridir. Zaten günümüz itibariyle küresel çapta insan haklarının kabulü insan nev’inde mündemiç böyle evrensel bir ahlakın varolduğunu göstermektedir.
İslami düşüncede vicdan mekanizması dört unsurdan oluşmaktadır:
1-    irade
2-    zihin
3-    his ve latifeler
4-    duyular ötesi idrak
İrade, istemekten daha şumullü bir anlama sahiptir. Acı, elem, zorluk cekeceğini bildiği halde doğruyu tercih etmektedir. İnsanı ambivalenz (iki zıt şeyi beraber isteme) azabından kurtarır. İrade icrayı da içinde taşır.
Zihin, iyi ve doğruyu kıyas yoluyla bilmemizi sağlar ve iyiler arasında derecelendirme yaparak egodan farklı olarak da sadece iyi ve doğruyu bildirir. Vicdani zihin mutlak hakikate eğilimlidir. Huzur ve itminana o zaman kavuşur.
His ve latifeler, doğruyu ve güzeli sevmek vicdanın hususiyetidir. İstinad ve istimdad noktalarının kaynağını bulan bütün his ve latifelerini minnettarlık ve şükür duygularına yönlendirir.
Vicdanın dördüncü unsuru olan duyular üstü idrak, son derece hassas algılarla donatılmış bir his çeşididir. Varlığımızdaki bu terazi-misal his, içimizdeki sestir. ‘yapmamalıydın’, ‘yapman gerekir’ veya ‘niçin yaptın?’ gibi içsel seslerle bizi yargılıyan bu idrak hissimiz, vicdan mekanizmasının en hassas enstrümanıdır.
Otoriter vicdan yapılanmasının sayısız zararlarından en hayati olanı, insani vicdanı perdeleyerek adeta sesini kısmasıdır. Daha önce söylediğimiz gibi otoriter vicdan sayesinde insan bilinçaltından idare adilen robot-misal bir mahluka dönüşmektedir. Zira insanı yöneten en güçlü duygular benliğine hakim olmuştur. Korku ve endişe bunların başında gelmektedir. Vicdani unsurlar ya devredışı kalmıştır, veya etkileri son derece zayıflamıştır. İnsani vicdan hakim olacağı zamana kadar insanın arayışı sürecektir. ‘Necisin, nereden geliyorsun, nereye gideceksin?’ sorularına anlamlı cevaplar bulununcaya kadar vicdan sürekli bir şekilde uyarılarına devam edecektir. Bulunan cevaplar vicdanda tasdik görürse ‘elest’ ahidleşmesinde verdiği sözün yerine getirilmesinden doğan itminan hissi kişiyi huzura kavuşturacaktır.
Vicdan Genişliği
İnsanın engin bir himmetle bütün insanlığı kucaklaması, kalp kapılarını herkese açması, hep affedici, bağışlayıcı, mürüvvetkar ve özellikle de bütün insanların hidayetini dileyip herkesin ebedi mutluluğunu istemesine vicdan genişliği denmektedir. Vicdan böyle bir inkişaf ve genişliğe ulaşırsa, ahlaki olarak zirveye çıkmış, mahiyetinde mekni bulunan bütün enerjisini açığa çıkarmış demektir. Bu mübarek enerji bütün kin ve düşmanlıkları sinesinde eritebilecek ve ne kadar iyilik varsa dışarıya boşaltabilecek kudrettedir. Bu aynı zamanda vicdanın bütün unsurlarıyla sosyalleşmesi demektir.
Vicdan Kültürü
Bütün varlığa karşı alaka duyma demektir. Yüce yaratıcının bir sergi gibi önümüze serdiği sanat harikalarını hayranlıkla tefekkür etmek, her an onun huzurunda olduğumuz şuuruyla oturup kalkmak, bu dünyada işimizin ne olduğunu devamlı düşünmek, tefekkür eksenli bir hayat yaşamak vicdan kültürünün gereğidir.
Sonuç olarak, batı düşüncesindeki vicdan mefhumuna yüklenen anlamlarda gerçek payı bulunmakla beraber, islam düşüncesindeki vicdan telakkisi kadar fonksiyonel değildirler.
Vicdan bütün enerjisi ve potansiyeliyle, elest bezminin mübarek bir şahidi olarak içimizdedir. Yanılsama zincirlerinden kurtuldukça o kutlu sesi daha berrak ve gür bir şekilde duyacağımıza benim inancım tamdır.

Yararlanılan Kaynaklar:
1-    Erich Fromm, Kendini Savunan İnsan, Say Yayınları
2-    Ramazan Özcankaya, Ruh- İçimizdeki Biz, Hayat Yayınları
3-    B.S. Nursi, Nokta Risalesi
4-    E. Hamdi Yazır, Hak Dini Kuran Dili, Yenda Yayınları
5-    Fethullah Gülen, Diriliş Çağrısı, Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı

ilk insan ve nübüvvet fıtrat ilişkisi Bahattin Dartma

http://www.dinbilimleri.com/DergiPdfDetay.aspx?ID=221  dosyasının html sürümüdür.
G o o g l e taradığı belgelerin otomatik olarak html sürümlerini oluşturur.
Page 1
KUR’ÂN BAĞLAMINDA İLK İNSAN
VE NÜBÜVVET-FITRAT İLİŞKİSİ
Bahattin DARTMA*
ÖZET
Kur’ân ve sünnete göre ilk insan ve ilk peygamber Adem’dir. Ancak, bu
konuda Kur’ân ve sahih sünnetten onay alamayan bazı farklı görüşler
serdedilmektedir.
Bu küçük çaplı etüdümüzde, Kur’ân ve sahîh sünnete göre ilk insan ve
ilk peygamberin kim olduğu belirtildikten sonra özellikle, merak edile-
ceğini tahmin ettiğimiz şu sorulara cevap aramaya çalıştık:
-Allah (cc), meleklere, yer yüzünde bir halife görevlendireceğini haber
verince onlar bu halifenin kan dökeceğini ve fesat çıkaracağını nere-
den/nasıl bildiler?
-Adem’e peygamberlik/halifelik görevi ne zaman verilmiş olabilir?
Kanaatimize göre Adem peygamber olarak, hemen değil, fıtratın bozul-
masından sonra, kan dökme, fesat çıkarma gibi bir takım tasvip edil-
meyen olayların ortaya çıkmasının ardından görevlendirilmiştir.
Allah (cc) o zamanki mevcut insanlar arasından bir halife tayin edeceği-
ni meleklere bildirince onlar, ilk etapta böyle bir görevin kime verilece-
ğini bilmiyorlardı; o ana kadar mevcut insanlar arasında meydana gelen
bir takım olumsuz olayları da görmüşlerdi. Onların, Allah’a karşı, ‘kan
dökecek, fesat çıkaracak birini mi halife olarak görevlendireceksin?’
şeklindeki sözleri de bu sebeplerden dolayı idi.
Anahtar Kelimeler: Adem, peygamber(lik), halife, fıtrat, insan, cin, me-
lek.
ABSTRACT
THE FIRST HUMAN BEING AND THE RELATIONSHIP BETWEEN
PROPHETHOOD AND PRIMORDIAL HUMAN DISPOSITION (FIT,RAH)
ACCORDING TO THE QUR’ĀN
According to the Qur’ān and Prophetic narrations, Adam is the first
human being and prophet. However, there were set forth some claims
that have no foundation in the Qur’ān and sound Prophetic narrations.
In this study, after identifying who the first human being and prophet is
according to the Qur’ān and sound Prophetic narrations, I will try to
find answers to the followings questions:
-How did angels know that man would shed blood and cause mischief
when God said to them that He would appoint man vicegerent on the
earth?
-When might Adam be given prophethood and vicegerency?
I believe that Adam was not appointed prophet just after his creation.
Rather, he was given this office as a result of the breakdown of the pri-
*
Doç. Dr. Yüzüncü Yıl Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Tefsir Ana Bilim Dalı. E-mail:
bahagani@mynet.com.tr
Page 2
Doç. Dr. Bahattin DARTMA
10
mordial human disposition, the shedding of blood and the rise of mis-
chief on the earth.
When God informed the angels that He would appoint one of the human
beings, who were present at that time, as vicegerent, they did not know
who He would give this office. Nevertheless, they witnessed some mis-
chiefs caused by men previously. This is why they objected to God, say-
ing, “Will you give the office of vicegerency to one who will shed blood
and cause mischief on the earth?”
Key Words: Adam, prophethood, vicegerent, primordial human disposi-
tion (fitrah), human being, angels, Jinns.
Üzerinde yaşamakta olduğumuz dünyada ilk insan ve ilk pey-
gamberin kim olduğu meselesi zaman zaman tartışılmış ve konuya
ilişkin çeşitli görüşler ileri sürülmüştür.
Biz bu küçük çaplı etüdümüzde konuyu, Kur’ân hâlesinde ele
alarak, insanın menşe’i/yaratıldığı madde ve yaratılışı esnasında ge-
çirdiği merhalelere hiç değinmeden sadece ilk insan ve ilk peygambe-
rin kim olduğunu tesbit ettikten sonra özellikle, Allah (cc), meleklere,
‘yer yüzünde bir halife görevlendireceğini’ haber verince, onlar bu
halifenin kan dökeceğini ve fesat çıkaracağını nereden/nasıl bildiler?
Adem’e peygamberlik/halifelik görevi ne zaman verilmiş olabilir? so-
rularını cevaplamaya çalışacağız.
Kur’ân-ı Kerîm’e bu açıdan bakılacak olursa ilk insanın kim ol-
duğunu en açık bir şekilde ortaya koyan âyetin, Âl-i İmrân (3)
sûresinin 59. âyeti olduğu görülecektir. Çünkü âyette zâhir isim
Âdem’in yer alması, onu bu konuda ilgili diğer âyetlerden öne çıkar-
maktadır:
ﺎﻗ ﻢﺛ باﺮﺗ ﻦﻣ ﻪﻘﻠﺧ مدﺁ ﻞﺜﻤآ ﷲا ﺪﻨﻋ ﻰﺴﻴﻋ ﻞﺜﻣ نإ
نﻮﻜﻴﻓ ﻦآ ﻪﻝ ل
.
“İnne mesele Îsâ indellâhi kemeseli Âdeme. Halekahû min
türâb[in] sümme kâle lehû kün, feyekûnü = Allah nezdinde
İsâ’nın durumu, Âdem’in durumu gibidir. Allah onu topraktan
yarattı. Sonra ona “ol!” dedi ve oluverdi.”1
Rivâyete göre âyetin nuzûlüne sebeb olan hâdise şöyle gelişmiş-
tir: Necrân’dan bir grup Hıristiyan peygamberimize gelerek,
‘Neden bizim inandığımız Îsâ’ya dil uzatıyorsun?’ der.
Bunun üzerine Hz. Peygamber, ‘onun hakkında ne dediğimi sa-
nıyorsunuz?’ sorusunu sorar.
Hıristiyan heyetin, ‘ona Allah’ın kulu diyormuşsun’ şeklindeki
cevabına karşılık Resulullah şöyle devam eder:
1. Âl-i İmrân (3), 59.
Page 3
Dinbilimleri Akademik Araştırma Dergisi VI (2006), Sayı: 1
11
“Evet, Îsâ Allah’ın kulu ve peygamberidir, bâkire kızın rahmine
yerleştirdiği kelimesidir.”
Necrânlılar bu sözlere öfkelenirler ve ‘bize babasız dünyaya gelen
başka bir insan gösterebilir misin?’ diye sorarlar. Bunun üzerine yu-
karıdaki âyet nâzil olur.2
Âyette kısaca, yaratılış bakımından Hz. İsâ’nın, topraktan yara-
tıldığı açıkça ifade edilen Hz. Âdem gibi olduğu, sonra kendisine ol
dendiği ve onun da oluverdiği anlatılmıştır.
“Halekahû min türâbin” ifadesindeki “hû” zamiri Hz. Âdem’e
râcidir/aittir.3 Yani ‘Allah Âdem’i topraktan yaratmıştır.’
Bu durumda Âdem’in topraktan, dolayısıyla ana-babası olmadan
yaratılan ilk insan olduğu kendiliğinden ortaya çıkmış bulunmakta-
dır. Zaten, -nüzül sebebinden de anlaşıldığı gibi- onun bu şekilde
yaratılışından hareketle Hıristiyanlara şu mesaj verilmek istenmiş
olmalıdır: Ey Hıristiyanlar! Siz, babasız olarak dünyaya geldiği için
Îsâ’nın Allah’ın oğlu/tanrı olduğuna inanıyorsunuz. Fakat Âdem’in
babası olmadığı gibi anası da yoktu. Bu sebeble sizin Îsâ’dan ziyade,
Âdem’i Allah’ın oğlu/tanrı kabul etmeniz gerekir. Halbuki siz onu
tanrı olarak tanımıyorsunuz. İşin doğrusu şudur: Bir insanın, baba-
sız veya hem babasız hem de anasız yaratılması onun tanrı olmasını
gerektirmez. O insanın bu yollardan herhangi biri veya daha değişik
usûllerle yaratılmasının önemli birtakım hikmetleri/sebebleri vardır.
Öyleyse siz, bu batıl inançlarınızdan vazgeçip ilah olarak sadece ve
sadece Allah’ı ve O’nun birliğini kabul etmelisiniz!
Kur’ân-ı Kerîm’e göre ilk insanın Âdem olduğu böylece belirlen-
dikten sonra, konunun hadiste nasıl yer aldığına da bakmanın fay-
dalı olacağını düşünüyoruz.
Tirmizî’nin rivâyet ettiği bir hadiste Resulullah şöyle buyurmuş-
tur: “Bütün insanlar Âdem’in oğulları/çocuklarıdır. Âdem ise
topraktan yaratılmıştır.”4
İşte hadiste de Âdem’in topraktan yaratıldığı ve ilave olarak in-
sanların ondan üredikleri açıkça beyan edilmiştir. Onun, topraktan
yaratıldığına ve insanların da ondan neşet edip çoğaldığına göre -
2. et-Taberî, Ebû Ca’fer Muhammed b. Cerîr, Câmi’u’l-Beyân an Te’vîli Âyi’l-Kur’ân,
Beyrut, 1988, III, 295-296; Vâhidî, Ebu’l-Hasan Ali b. Ahmed, Esbâbu’n-Nüzûl,
(thk., Kemâl Besyûnî Zeğlûl), Beyrut, 1991, 1. baskı, s. 106-107; Fahreddîn er-Râzî,
Muhammed b. Omer b. el-Huseyn b. Ali, et-Tefsîru’l-Kebîr, 2. baskı, Dâru’l-Kütübi’l-
İlmiyye, VIII, 74.
3. el-Ukberî, Ebu’l-Bekâ’ Abdullah b. el-Huseyn, et-Tibyân fî İ’râbi’l-Kur’ân, (thk., Alî
Muhammed el-Becâvî), Beyrut, 2. baskı, I, 267. Ayrıca bkz., Muhyiddîn ed-Dervîş,
İ’râbu’l-Kur’âni’l-Kerîm ve Beyânuhû, Beyrut, 1992, 3. baskı, I, 523.
4. Tizmizî, Ebû İsâ Muhammed b. İsâ b. Sevrate, Süneu’t-Tirmizi, İst., 1981, Menâkıb,
74.
Page 4
Doç. Dr. Bahattin DARTMA
12
yukarıdaki âyette olduğu gibi- ilk insan olduğu kendiliğinden anla-
şılmaktadır.5
Çalışmamızın, birinci kısmı olan Kur’ân’a göre ilk insanın kim ol-
duğunu bu şekilde tesbit ettikten sonra şimdi ikinci kısmı olan ilk
peygamberin kim olduğu sorusuna cevap aramaya geçebiliriz.
Hem Kur’ân-ı Kerîm’de ve hem de hadislerde Hz. Âdem’in ilk pey-
gamber olduğu sarâhaten ifade edilmektedir:
ﻊﻴﻤﺱ ﷲا و ﺾﻌﺑ ﻦﻣ ﺎﻬﻀﻌﺑ ﺔیرذ ﻦﻴﻤﻝﺎﻌﻝا ﻰﻠﻋ ناﺮﻤﻋ لﺁ و ﻢﻴهاﺮﺑإ لﺁ و ﺎﺣﻮﻥ و مدﺁ ﻰﻔﻄﺻا ﷲا نإ
ﻢﻴﻠﻋ
.
“İnnellâhe’stafâ Âdeme ve Nûha[n] ve âle İbrâhîm’e ve âle
İmrân’e ale’lâlemîne zürriyyeten bazuhâ min baz[in], ve’llâhü
semîun alîm[ün] = Allah, birbirinden gelme bir nesil olarak,
Âdem’i, Nûh’u, İbrâhîm âilesiyle İmrân âilesini seçip âlemlere üs-
tün kılmıştır. Allah, işiten ve bilendir.”6
Âyetteki ıstafâ(=en sâfisini seçip almak)dan7 maksat, “peygam-
ber göndermektir”8 İkinci âyetteki “birbirinden gelme bir nesil
olarak” kaydı, gramer olarak hal olup9 peygamberlerin geliş sırasına
göre zikredildiklerini ifade eder. Bu da tabii ki, sıralama da en başta
yer aldığından Hz. Âdem’in ilk peygamber olduğunu göstermektedir.
İbrâhîm ailesiyle İmrân ailesinden ise diğer peygamberler kastedilmiş-
tir.10
Hz. Âdem’in, peygamberlerin ilki olduğunu gösteren delillerden
biri de, Kur’ân’ın peygamberleri, genellikle gönderiliş sırasına göre
zikretmesidir. Yukarıdaki âyette olduğu gibi şu âyetlerde de bu beyan
tarzı görülmektedir:
“İşte bunlar, Allah’ın kendilerine nimetler verdiği peygam-
berlerden, Âdem’in soyundan, Nûh ile birlikte taşıdıklarımız-
dan, İbrâhîm ve İsrâ’îl’in soyundan, doğruya ulaştırdığımız ve
5. Hz. Âdem’in topraktan yaratıldığı ve diğer insanların da ondan çoğaldıkları dair
başka hadisler için mesela bkz., Ahmed b. Hanbel, Müsned, İst., 1982, II, 248, 378,
524, IV, 186, 400, 406, VI, 168; Ebû Dâvud, Süleyman b. el-Eş’âs es-Sicistânî,
Sünenu Ebî Dâvud, İst., 1981, Sünnet, 16; Tizmizi, Tesîru’l-Kur’ân, 2 (Bakara), 1;
İbn Mâce, Ebû Abdillah Muhammed b. Yezîd el-Kazvînî, Sünenu İbn Mâce, İst., 1981,
Mukaddime, 10.
6. Âl-i İmrân (3), 33-34.
7. Bu kelime hakkında geniş bilgi için bkz., er-Râğıb el-İsbahânî, Huseyn b. Muham-
med, el-Müfredât fî Ğarîbi’l-Kur’ân, İst., 1986, s. 418 (safv mad.); Yazır, Hamdi, Hak
Dini Kur’ân Dili, İst., Eser kitabevi, II, 1082-1087.
8. Kurtubî, Ebû Abdillah Muhammed b. Ahmed, el-Câmi’ li Ahkâmi’l-Kur’ân, Dâru
İhyâi’t-Türâsi’l-Arabî, IV, 62, (buradaki görüş Zeccâc’dandır); Âlûsî, Şihâbuddîn es-
Seyyid Mahmûd, Rûhu’l-Me’ânî fî Tefsîri’l-Kur’âni’l-Azîm ve’s-Sebi’l-Mesânî, Dâru’l-
Fikr, II. Cilt, III. Cüz, s. 132, (buradaki görüş de İbn Abbas’tan mervîdir).
9. Kurtubî, Ahkâmu’l-Kur’ân, IV, 64, (bu görüş ise Ahfeş’e aittir).
10. Geniş bilgi için bkz., Âlûsî, Rûhu’l-Me’ânî, II. Cilt, III. Cüz, s. 131, 132; Vehbe ez-
Zühaylî, et-Tefsîru’l-Münîr, Beyrut, Dâru’l-Fikri’l-Mu’âsır, Dımaşk, III, 211-212.
Page 5
Dinbilimleri Akademik Araştırma Dergisi VI (2006), Sayı: 1
13
seçkin kıldığımız kimselerdendir. Onlara çok merhametli olan
Allah’ın âyetleri okunduğunda ağlayarak secdeye kapanırlar-
dı.”11
“Hani biz peygamberlerden söz almıştık: Senden, Nûh’tan,
İbrâhîm’den, Mûsâ’dan ve Meryem oğlu İsâ’dan da. Biz onlardan
pek sağlam bir söz aldık.”12
Hadiste ise Hz. Âdem’in ilk peygamber olduğu daha net olarak
beyan edilmiştir. Hz. Peygamber’le Ebû Zerr arasında geçen bir ko-
nuşmanın bir yerinde şu ifadeleri görüyoruz: “Ey Allah’ın Resûlü!
Peygamberlerin ilki kimdir? dedim. Resûlullah: Âdem’dir bu-
yurdu.”13
O halde, hem Kur’ân ve hem de hadise göre ilk insan ve ilk pey-
gamber Hz. Âdem olup başka görüşlerin bu iki ana kaynaktan onay
almaları pek mümkün görünmemektedir.
Acaba Âdem’e bu peygamberlik görevi ne zaman verildi? Şimdi de
araştırmamızın önemli bir yönünü teşkil edecek olan bu mühim so-
ruyu cevaplamaya çalışalım.
Allah Te’âlâ Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle buyurmaktadır:
اﻮﻝﺎﻗ ﺔﻔﻴﻠﺧ ضرﻷا ﻲﻓ ﻞﻋﺎﺟ ﻲﻥإ ﺔﻜﺋﻼﻤﻠﻝ ﻚﺑر لﺎﻗ ذإ و
ﻦﺤﻥ و ءﺎﻣﺪﻝا ﻚﻔﺴی و ﺎﻬﻴﻓ ﺪﺴﻔی ﻦﻣ ﺎﻬﻴﻓ ﻞﻌﺠﺗ أ
نﻮﻤﻠﻌﺗ ﻻ ﺎﻣ ﻢﻠﻋأ ﻲﻥإ لﺎﻗ ﻚﻝ سﺪﻘﻥ و كﺪﻤﺤﺑ ﺢﺒﺴﻥ
.
“Ve iz kâle Rabbuke li’l-melêiketi innî câilün fî’l-erzı halî-
fe[ten]. Kâlû e tecalü fîhê men yüfsidü fîhê ve yesfikü’d-dimâ’ ve
nahnü nüsebbihu bi hamdike ve nükaddisü leke. Kâle: İnnî
e’lemü mâlâ te’lemûn = Bir zamanlar Rabbin meleklere:Ben
yeryüzünde bir halîfe yapacağım/tayin edeceğim demişti. On-
lar, bizler hamdinle seni tesbih ve takdis edip dururken, yeryü-
zünde fesat çıkaracak, orada kan dökecek birisini mi halîfe
yapacak/tayin edeceksin? dediler. Allah da onlara: Sizin bile-
meyeceğinizi herhalde ben bilirim, dedi.”14
Hem âyetin daha sağlıklı bir şekilde anlaşılması ve hem de muh-
temel birtakım sorulara fırsat verilmemesi için buradaki “cecale” ke-
limesine “tayin etmek”, “halîfeten” kelimesine de “Allah adına
O’nun -nâ’ibi/temsilcisi olarak- emir ve yasaklarını yürütecek,
sonra da kendisinin arkasından gelip ona halef olarak aynı
11. Meryem (19), 58.
12. Ahzâb (33), 7. Konuyla ilgili başka âyetler için mesela bkz., Bakara (2), 140; Yûsuf
(12), 38; Sad (38), 45; Şûrâ (42), 13; Hadîd (57), 26.
13. Ahmed b. Hanbel, V, 178, 179, 265.
14. Bakara (2), 30.
Page 6
Doç. Dr. Bahattin DARTMA
14
görevi üstlenecek olan”15 anlamı vermek daha isabetli görünmek-
tedir. Aksi halde akla, cevap bulmakta güçlük çekilebilecek bazı so-
rular gelmektedir. Mesela, “cecale” kelimesine “yaratmak”16,
“halîfeten” kelimesine de “bir öncekinin/başkasının yerine geçen”17
gibi sadece lügat anlamı verilirse, ister istemez hatıra şu soru gel-
mektedir: Bu halîfeden18 önce kim veya kimler vardı?
Bazıları daha önce cinlerin var olduğunu söylemektedirler. Sözü
edilen halîfe onların yerine geçmiştir.
Cinlerin insanlardan önce yaratılmış oldukları doğrudur.
“Cinleri de daha önce zehirli ateşten yaratmıştık.”19
Bu durumda akla, söz konusu halîfenin onların yerine geçmesi-
nin mümkün olmadığını iş’âr eden şu tür sorular gelmektedir.
Mâhiyetleri birbirinden farklı olan varlıklar birbirlerinin yerlerine na-
sıl geçebilir? Eğer böyle bir şey olmuşsa bunun hikmeti/sebebi ne
olabilir? Bu önceki varlıklar -farzedelim ki cinler-, halîfenin onların
yerlerine geçmesiyle yok mu edildiler? Veya onlar hala mevcutlar da
dînen mes’ûliyetleri mi ortadan kalktı? Mantıkî olarak düşünülürse
yerlerine başkaları geldiğinden o varlıklar (yani cinler) ya yok edilmeli
veya halen var iseler sorumlulukları kalkmış olmalıdır. Fakat bunla-
rın hiçbirisi olmamıştır. Cinler hala mevcut ve mes’ûldürler.20
Bir de, içinde Hz. Âdem’in peygamber olarak gönderildiği zamanı
da tesbit etmeye çalışacağımız şu önemli mesele vardır. Allah
Te’âlâ’nın, “Ben yeryüzünde bir halîfe yapacağım/tayin edece-
ğim” hitabına melekler, “yeryüzünde fesat çıkaracak, orada kan
dökecek birisini mi halîfe yapacak/tayin edeceksin?” şeklinde
karşılık vermişlerdir. Meleklerin bu sözleri bir itiraz değil, bir bilgi
edinme/öğrenme talebi olarak değerlendirilmelidir. Çünkü onların
yaratılış gaye ve görevleri gereği böyle bir itiraza hakları olmayıp, sa-
dece Allah’ın emirlerini yerine getirmekle mükelleftirler:
15. Yazır, Hak Dini, I, 299, 300. Ayrıca bkz., el-Mâverdî, Ebu’l-Hasen Alî b. Muhammed
b. Habîb, en-Nüketü ve’l-Uyûn, (ta’lîk, es-Seyyid b. Abdilmaksûd b. Abdirrahîm),
Beyrût, 1992, 1. baskı, I, 94, 95.
16. El-Mâverdî, en-Nüket, I, 94; Kurtubî, Ahkâmu’l-Kur’ân, I, 263.
17. İbn Fâris, Ebu’l-Hüseyn Ahmed, Mu’cemu Mekâyîsi’l-Lüğa, (Abdusselâm Muhammed
Harun), Beyrut, 1991, II, 210 (haleka mad.); el-Mâverdî, en-Nüket, I, 94; er-Râgıb el-
İsbahânî, el-Müfredât, s. 223, (haleka mad.); Zemahşerî, Ebu’l-Kâsım Carullah
Mahmûd b. Omer, el-Keşşâf an Hakâ’iki’t-Tenzîl ve Uyûni’l-Ekâvîl fî Vücûhi’t-Te’vîl,
1977, 1. baskı, Dâru’l-Fikr, I, 271; Fahreddİn er-Râzî, Tefsîr, II, 165.
18. Âyetteki halîfeden maksat âlimlerin ekseriyetine göre Hz. Âdem’dir. Mesela bkz.,
Zemahşerî, el-Keşşâf, I, 271; Kurtubî, Ahkâmu’l-Kur’ân, I, 263; İbn Kesîr, Ebu’l-Fidâ
İmâduddîn İsmâ’îl, Tefsîru’l-Kur’îni’l-Azîm, Beyrut, 1969, Dâru’l-Ma’rife, I, 69, 70, 71.
19. Hicr (15), 27.
20. Ateş, Süleyman, İnsan ve İnsan Üstü/Ruh, Melek, Cin, İnsan, İst., 1995, 3. baskı, s.
29, 39.
Page 7
Dinbilimleri Akademik Araştırma Dergisi VI (2006), Sayı: 1
15
“Ey inananlar! Kendinizi ve âilenizi, yakıtı insanlar ve taş-
lar olan ateşten koruyun. Onun başında, acımasız, güçlü, Al-
lah’ın kendilerine buyurduğuna karşı gelmeyen ve emredildik-
leri şeyi yapan melekler vardır.”21
Şimdi burada asıl cevab bekleyen soru şudur: Melekler bu
‘halîfenin yeryüzünde fesat çıkaracağını ve kan dökeceğini’ nereden
öğrendiler/nasıl bildiler?
İlgili kaynaklarda bu soruya, hiç birini sağlıklı bulmadığımız bir-
takım cevaplar verilmiş, yorumlar yapılmıştır.22
Verilen cevaplara göre meleklerin, insanın bu menfî fiillerini şu
şekillerden biriyle öğrenmişlerdir:
●Levh-i Mahfûz’dan öğrenmiş olmaları:
Levh-i Mahfûz, sadece Allah’a mahsus ve mahiyeti bizce meçhûl
olan bir yerdir.23 Meleklerin kendiliklerinden buradan bir şey öğren-
meleri nasıl mümkün olabilir? Onların, insanın bu tür negatif özel-
liklerini oradan öğrendiklerini bir an için kabul edelim. O zaman bu,
onların dilediklerinde istediklerini oradan bizzat kendilerinin öğrene-
bilecekleri anlamını tedâ’î ettirir. Elimizde ise bu yönde bir delil mev-
cut değildir. Bilinen o ki, Allah, dilediği şeyleri onlara bir şekilde bil-
dirmektedir. Bir de, eğer o fiiller melekler tarafından Levh-i
Mahfûz’dan öğrenilmişse o zaman bundan, o fiillerin orada yazılmış
olduğunu, yeri ve zamanı gelince yapılacağını onların bildiği anlamı
çıkar ki, bu takdirde böyle sözler sarfetmelerinin bir anlamı/hikmeti
olmaz; bir bakıma ‘hasılı tahsil’e benzer bir şey olur.
●İnsanlardan önce cinler vardı, onlar yeryüzünde fesat çı-
kardılar, kan döktüler, insanı da cinlerle mukâyese ederek öğ-
rendiler:
Bunu kabul etmek, meleklerin ictihad yaptıklarının kabulü an-
lamına gelmektedir. Çünkü mukâyese, ictihad esnasında başvurulan
bir usûldür. Elimizde ise meleklerin ictihad yaptıklarına ve böyle bir
ameliyeyle mükellef olduklarına dair bir bilgi bulunmamaktadır. Hem
mahiyetleri birbirinden farklı varlıklar arasında mukayese yapmak
ne derece sağlıklı olur/gerçeği yansıtabilir? Fesat çıkaran, kan döken
bir varlığın yerine aynı özelliklere sahip başka bir varlığın yaratılma-
sının ne gibi bir hikmeti olabilir? Bunlardan daha önemlisi ateşten
21. Tahrîm (66), 6. Konuya ilişkin başka âyetler için mesela bkz., Nahl (16), 49-50.
22. Verilen cevaplar ve yapılan yorumlar için mesela bkz.: Mâverdî, en-Nüket, I, 95, 96;
Zemahşerî, Keşşâf, I, 271; Fahreddîn er-Râzî, et-Tefsîr, II, 169-170; Kurtubî,
Ahkâmu’l-Kur’ân, I, 274, 275; İbn Kesîr, Kasasu’l-Enbiyâ, Kahire, Dâru’l-İttihâd, 1.
baskı, s. 12-13; a. mlf., Tefsîr, I, 69, 70, 71; Kâsimî, Muhammed Cemâluddîn,
Mehâsinu’t-Te’vîl, Beyrut, 1978, Dâru’l-Fikr, II, 96; ez-Zühaylî, et-Tefsîr, I, 125.
23. Er-Râğıb el-İsbahânî, el-Müfredât, s. 688 (levh mad.).
Page 8
Doç. Dr. Bahattin DARTMA
16
yaratıldığı bildirilen24 cinlerin kanı olur mu? Ayrıca bütünüyle cinle-
rin yeryüzünde fesat çıkardıklarına ve kan döktüklerine dair herhan-
gi bir haber de nakledilmemiştir.
●Zan ve tevehhümle bildiler:
Zan ve tevehhümle elde edilen bilgi yakîn (kesinlik) ifade etmez.
Ayrıca bunlar meleklerin hususiyetlerinden de değildir. Onlar yuka-
rıda da belirtildiği gibi Allah’ın emirlerini yerine getirmekle yükümlü-
dürler.
●Hârût ve Mârût öğretti:
Hârût ve Mârût, Cibrîl gibi vahy meleği değildir.25 Dolayısıyla me-
leklerin bu işleri onlardan öğrenmeleri mümkün görünmemektedir.
●Allah’ın kendilerine bildirmesiyle öğrendiler:
Şüphesiz ki Allah her şeyi hakkıyla bilendir. Ancak gerek Kur’ân-
ı Kerîm ve gerekse sahih hadislerde insanların bu tür menfî yönleri-
nin meleklere Allah tarafından bildirildiğine dair herhangi bir ifadeye
rastlanmamaktadır. Bir de eğer o meş’ûm işler onlara Allah tarafın-
dan bildirilmiş olsaydı bu hâsılı tahsîl kabîlinden, yani Allah’ın ken-
dilerine bildirdiği şeyleri tekrar sorup öğrenme(ye çalışmak) olurdu ki
bunun da faydasız bir iş olduğu açıktır.
●Meleklerin sadece kendilerinin masum olduklarını, kendile-
ri dışında hiç bir yaratığın masum olmadıklarını bilmeleriyle:
Melekler, kimin masum olup kimin olmadığını nereden ve nasıl
bilebiliyorlar? Bu durum onları ne derece ilgilendiriyor? Böyle bir pe-
şin hükümde/ön yargıda bulunmaya ne hak ve yetkileri var? Bu, ge-
leceğe ait gâ’ib bir haberi bildirmek olmuyor mu? Ayrıca peygamber-
lerin ma’sûmiyetleri nerede kalıyor?
Görüldüğü gibi adetlerini çoğaltabileceğimiz bu tür soruların hiç
birine müsbet cevap verme imkanı yoktur.
●İnsanın yaratıldığı maddenin özelliklerini ve tabiatını bil-
meleriyle:
Bu cevaba göre melekler, iyi bir inceleme ve araştırma yapma
melekesine sahip olmalıdırlar. Meleklerin ise, bu tür özellikleri-
nin/görevlerinin olduğuna dair elimizde nass kabîlinden herhangi bir
bilgi bulunmamaktadır. Ayrıca bu cevap, Bakara (2) sûresinde anlatı-
lan,26 meleklerin, Âdem’in Allah’tan öğrenip de kendilerine arzettiği
isimleri bilememeleri olayına da aykırı görünmektedir. Çünkü bir
maddenin özelliklerini öğrenip tabiatını tanıyarak bir hüküm çıkara-
24. Hicr (15), 27; Rahmân (55), 15.
25. Yazır, Hak Dini, I, 446.
26. Bakara (2), 31-33.
Page 9
Dinbilimleri Akademik Araştırma Dergisi VI (2006), Sayı: 1
17
bilmek/sonuca varabilmek çok daha ileri derecede bir bilgi birikimi
ve tecrübe gerektiren bir ameliyedir. Ayrıca bu cevaba göre, aynı kök-
ten geldikleri için bütün insanlar fesat çıkarmalı ve kan dökmelidir-
ler. Ancak ne geçmiş ve ne de içinde yaşadığımız tarih böyle bir şeye
tanıklık etmemiştir. Bu tür tasvip edilmeyen işleri yapmayan pek çok
insan bulunmaktadır.
Verilen bu cevapları böylece tenkid ettikten sonra şimdi daha
ma’kûl gördüğümüz cevabımıza geçebiliriz.
Melekler, “bizler hamdinle seni tesbih ve takdis edip durur-
ken, yeryüzünde fesat çıkaracak, orada kan dökecek birisini
mi halîfe yapacak/tayin edeceksin?” sözlerini, Allah Te’âlâ’nın, o
zamanki mevcut insanlar arasında meydana gelen birtakım fesatlarla
yaralama ve öldürme gibi kan dökme olaylarının ardından, kendisini
temsîlen emir ve yasaklarını icra edecek bir halîfe/peygamber tayin
edeceğini/görevlendireceğini onlara bildirmesini müte’âkib söylemiş
olabilirler. Buna göre meleklerin, halîfenin söz konusu olumsuz işle-
rini öğrenmeleri, herhangi bir yerden, ya da şu veya bu şekilde değil,
muhtemelen o olayları görmeleri, onlara şahit olmaları neticesinde
hasıl olmuştur.
Âyette “halîfe” kelimesinin, “halîfeten/ﺔﻔﻴﻠﺧ ” şeklinde nekre ola-
rak zikredilmesinin de bu fikri te’yid ettiği söylenebilir. Çünkü Allah
Te’âlâ meleklere bir halîfe tayin edeceğini haber verdiği zaman, onlar
bu halifeden maksadın bir peygamber, yani bir hidâyet rehberi (Hz.
Âdem) olduğunu ilk etapta bilmiyorlardı. Eğer halîfenin, mevcut in-
sanlar arasından tayin edilecek hidâyet rehberi bir peygamber olaca-
ğını bilselerdi o sözlerini söylemezlerdi. Zîra onlar bilirlerdi ki hiçbir
peygamber fesat çıkarmaz ve haksız/boş yere kan dökmez.
Demek ki onlar ilk anda halîfenin kim olacağını bilmiyorlardı. Bu
sözlerini de onun için söylemişlerdi.
O halde bu olay ne zaman gerçekleşmiş olabilir?
Allah Te’âlâ Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle buyurmaktadır:
“O halde sen yüzünü, bir hanîf olarak dine, Allah’ın insan-
ları üzerine yarattığı fıtrata çevir. Allah’ın yaratışında değiş-
tirme olmaz. İşte dosdoğru din budur; fakat insanların çoğu
bilmezler.”27
Âyette Yüce Allah’ın insanları fıtrat üzere yarattığı ve bu fıtrata
dönülmesi gerektiği vurgulanmıştır.
Hadislerde de fıtrat konusu üzerinde önemle durulmuştur:
27. Rûm (30), 30.
Page 10
Doç. Dr. Bahattin DARTMA
18
“Her doğan (İslâm) fıtrat(ı) üzer(in)e doğar. Sonra anne-
babası onu ya yahûdi, ya hıristiyan ya da mecûsi/müşrik ya-
par...”28
“Her insanı annesi fıtrat üzere doğurur. Sonra anne-babası
onu yahûdi, hristiyan veya mecûsi yapar.”29
Görüldüğü gibi hadislerde her insanın İslâm fıtratı üzere doğdu-
ğu, sonradan kendisine başka düşüncelerin/inançların telkin edilip
kabul ettirilerek fıtratının değiştirildiği/bozulduğu anlatılmıştır.
Fıtrat, şu şekilde tarif edilmektedir: “Kişinin, doğuştan, Al-
lah’a inanmaya, O’na ibadet etmeye ve ahlâkî esaslara uymaya
yatkın/meyilli olmasıdır.”30 Bazıları da fıtratın tarifini şöyle yap-
mışlardır: “Allah’ın insanları, kendisini bilmek, birliğini ve
kendisinden başka ilah olmadığını kabul etme istidadı üzere
yaratmasıdır.”31
Allah ile kul arasında ezelî bir sözleşme anlamındaki misak/elest
günü ile aynı zamanda başlayan32 “fıtrat, başka hiç bir cihete yönel-
meyen katıksız tevhiddir, bağlanıştır... Gerçek din, selîm ve en sağ-
lıklı gidişattır, salt Allah’a iltica, O’ndan ittika, şirk içinde bulunan-
lardan olmamadır...”33
Anlaşılan odur ki insan, kendisine başka bir din/inanç telkin
edilmeyip Hak İnanç (fıtratı) ile başbaşa kalırsa, yapısındaki bu
istidatı sayesinde o Hak İnanç’tan başka hiç bir inancı benimsemez,
onu Hak İnanca tercih etmez.34
İnsandaki bu Tek Allah inancı
(tevhîd) ve ahlâkî prensiplere uyma temayülü doğuştan ge-
28. Buhârî, Muhammed b. İsmâîl, Sahîh, İst., 1981, Cenâ’iz, 80, 92, Kader, 3; Müslim,
Ebu’l-Huseyn Müslim b. el-Haccâc, Sahîh, İst., 1981, Kader, 22, 23; Tirmizî, Kader,
5; Ahmed b. Hanbel, II, 233, 275, 282, 315, 346-347, 393, 410, 481.
29. Müslim, Kader, 25. Fıtratla ilgili başka hadisler için mesela bkz., Buhârî, Vuzû’, 75,
Da’avât, 6, 7, Tevhîd, 34; Müslim, Zikir, 56, 57; Tirmizî, Da’avât, 116; İbn Mâce, Du’â,
15; Ahmed b. Hanbel, IV, 299, 302; Dârimî, Ebû Muhammed Abdullah b.
Abdirrahmân b. el-Fazl, Sünenu’d-Dârimî, İst., 1981, İsti’zân, 54.
30. Yasin Muhammed, “Fıtrat ve İslâm Psikolojisi”, (Orijinal adı: Fitrah and İts Bearing
on the Principles of Psychology), (çev., F. Mehveş Kayani), İslâmî Sosyal Bilimler
Dergisi, III. Cilt, II. Sayı, İst., 1995, s. 44, 45, 49. Ayrıca bkz., Öztürk, Yaşar Nuri,
Din ve Fıtrat, İst., 1990, s. 11.
31. Nesefî, Ebu’l-Berekât Abdullah b. Ahmed b. Mahmûd, Tefsîru’n-Nesefî, İst., 1984,
III, 272; İbn Kesîr, İmâduddîn Ebu’l-Fidâ İsmâ’îl b. Omer, Tefsîru’l-Kur’âni’l-Azîm,
Beyrut, 1969, III, 432.
32. Öztürk, Din ve Fıtrat, s. 55, 56. Ayrıca bkz., Fazlur Rahmân, Ana Konularıyla
Kur’ân, (çev., Alpaslan Açıkgenç), Ank., 1993, 2. baskı, s. 51.
33. Kılıç, Sadık, Fıtratın. Dirilişi, İst., 1991, s. 15.
34. Kılıç, Fıtrat, s. 15.
Page 11
Dinbilimleri Akademik Araştırma Dergisi VI (2006), Sayı: 1
19
lir/yaratılışından kaynaklanır, sonradan kazanılan bir özellik değil-
dir.35
İşte yaratılıştan gelen tabi’î dînî temayül ve eğilim, belli bir dev-
reden sonra sosyal ve kültürel çevre tarafından yapılan telkin ve mü-
dahalelerle değiştirilmekte ve yozlaştırılmaktadır.36
Şu âyetlerde bu gerçek şöyle dile getirilmiştir:
“İnsanlar sadece bir tek ümmetti, sonradan ayrılığa düştü-
ler...”37
“İnsanlar bir tek ümmet idi. Sonra Allah, müjdeleyici ve
uyarıcı olarak peygamberleri gönderdi. İnsanlar arasında, an-
laşmazlığa düştükleri hususlarda hüküm vermeleri için, onlar-
la beraber hak yolu gösteren kitapları da gönderdi...”38
Bu değiştirme teşebbüs ve girişimi Resûlullah’ın bildirdiğine göre
çocuğun konuşmaya başlayıp inancını ifade edebilecek seviyeye gel-
dikten sonra başlamaktadır:
“Her doğan çocuk/insan fıtrat üzere doğar. Dili dönünce-
ye/konuşmaya başlayıncaya kadar bu fıtratta kalır. Dili inan-
cını ifade edecek seviyeye gelince, anne-babası onu ya yahûdi
ya da hristiyan yapar.”39
İşte Hz. Âdem’e peygamberliğin, fıtratın bozulmasından sonra ve-
rilmiş olabileceği ihtimalini düşünmekteyiz. Tarihe bakılırsa pey-
gamberlerin fıtrata tamamen ters düşülerek yabancılaşıldığı, toplu-
mu ayakta tutan manevî dinamiklerin çürüdüğü, hukukun bütünüy-
le ihlal edildiği, ahlâkî yapının tefessüh ettiği/bozulduğu...40 zaman-
larda, insanları tekrar fıtrat dinine döndürmek, bir diğer ifadeyle ya-
ratılıştan gelen tevhid ilkesini tekrar yerleştirmek amacıyla41 gönde-
rildiği gerçeğinin bu düşünceyi doğruladığı söylenebilir. Aksi halde
yeterli şartların/gerekçelerin oluşmadığı bir topluma, önemli bir
hâdise olan ‘peygamber göndermenin’ kayda değer bir hikmetinin ol-
duğunu düşünme imkanı yok gibidir.
35. Ateş, Süleyman, Yüce Kur’ân’ın Çağdaş Tefsiri, İst., 1989, III, 413, a. mlf., ve a.
eser, İst., 1990; VII, 20; a. mlf., Kur’ân-ı Kerîm’in Evrensel Mesajı/Yeniden İslâm’a,
İst., 1997, I, 10.
36. Daha detaylı bilgi için bkz., Öztürk, Din ve Fıtrat, s. 62, 64.
37. Yûnus (10), 19.
38. Bakara (2), 213.
39. Müslim, Kader, 23; Ahmed b. Hanbel, III, 353, 435, IV, 24.
40. Detaylı bilgi için bkz., Ateş, Çağdaş Tefsir, III, 368, VII, 22; a. mlf., Kur’ân-ı Kerîm’in
Evrensel Mesajı, I, 18, 72, Mevdûdî, Ebu’l-Alâ, Tefhîmu’l-Kur’ân, (ter. Muhammed
Han Kayani ve arkadaşları), İst., 1996, VII, 115; Fazlur Rahmân, A. K. Kur’ân, s. 51.
41. Krş., Çağrıcı, Mustafa, “İslâm’da Eğitim-Ahlak Meseleleri ve Toplum Kalkınması”,
İslâm Üzerine Düşünceler, Ank., 1986, 2. baskı, s. 15.
Page 12
Doç. Dr. Bahattin DARTMA
20
Ancak, ilk ve az nüfuslu42 bir toplum olması hasebiyle, fıtrata
aykırı olan düşünüş ve davranışların sonraki devirlere nisbetle daha
geç başlayıp yavaş yayıldığı düşünülebilir.
Bu arada akla şöyle bir soru gelmektedir: Bu devrede, meydana
gelen problemleri çözmek için “hukuk” yok muydu? Ya da hukuk ne
zaman ortaya çıktı? Bunu şöyle cevaplayabiliriz: Bu kısa zaman zar-
fında henüz hukukun olmadığı, fıtrat safiyetini koruduğu, daha açık
bir ifadeyle bozulmamış olan fıtrat, hukukî/cezâ’î müeyyide gerekti-
recek olayların vukuunu önlediği için hukuk kurallarının, kan akıt-
ma, yaralama ve adam öldürme gibi o dönemde meydana gelen ve
artık fıtratın bozulması nedeniyle önleyemediği olayların cereyanın-
dan sonra, bu tür olayları önlemek üzere vazedilmiş olabileceği dü-
şünülebilir. İsrâ’îloğulları için konan bazı hukukî kaidelere, Hz.
Âdem’in, iki oğlundan birinin diğerini öldürmesi hâdisesinin gerekçe
yapılması,43 hukuk kurallarının daha sonra konduğu fikrini destek-
ler nitelikte görünmektedir.
Konunun daha iyi anlaşılması için şöyle bir şema çizmek sanırız
faydalı olur:
о
о
о
42. Kurtubî’nin kaydettiği bir haberde, Hz. Âdem ile Havvâ’nın, kız ve erkek olarak kırk
çocuklarının olduğu haber verilmektedir. Bkz., Ahkâmu’l-Kur’ân, I, 264.
43. Bkz., Mâ’ide (5), 27-32.
Elest günü/Misâk Ve Fıtratın insan tabiatna/yaratılışına yerleştiilmesi Dünyaya geliş  Fıtratın sâfiyeti/Tevhid
dönemi
Fıtratın bozulması/Fesat ve kan dökme gibi olayların zuhuru/meleklerin bu tür olaylara şahit olması/Allah’ın meleklere yeryüzünde bir halîfe görevlendireceğini bildirmesi/Adem’e halifelik-peygamberlik görevinin verilmesi/Hukuk kurallarının vazına başlanma dönem(ler)i
Page 13
Dinbilimleri Akademik Araştırma Dergisi VI (2006), Sayı: 1
21
Kısaca şunu söylemek istiyoruz: Kur’ân ve hadise göre ilk insan
ve ilk peygamber Hz. Âdem’dir. Hz. Âdem’e peygamberlik görevinin
ise, yaratılır yaratılmaz hemen verilmemiş, insan fıtratının bozulma-
sından sonra zuhûr eden birtakım meş’ûm olayların ardından veril-
miş olması daha makul görünmektedir.