13 Mayıs 2011 Cuma

Yaratılış, Bozulmamış Fıtrat ve Ahlâk - Mustafa Demir

İNCELEME

Yaratılış, Bozulmamış Fıtrat Ve Ahlâk
Mustafa DEMİR
mdemir004@yahoo.com

Yaratılış deyince, benim aklıma insanın ana rahmindeki ilk başlangıcı ve doğduğu ilk hali geliyor. Buradan ahlak kavramına geçerek, ‘ahlaklı insan’ sözünden insanın ilk başlangıcındaki arı-duru hali ile bağlantı “kurabilir miyim?” diye düşünüyorum.

Tam bu noktada, başka bir soru takılıyor kafama: Acaba, gerçekten insan ana rahmine ilk düştüğünde ve doğduğu an tertemiz midir? Anne ve babadan ayrı, ayrı gelen maddelerin birleşiminden, ana rahminde oluşan ilk canlının kendi bilinci ile bir huy edinebilmesi konusunda neler söylenebilir? Şunun söylendiğini biliyoruz: İnsandaki huylar toplamının yüzde yetmiş beşi genetik yolla geçer, yüzde yirmi biri çevre şartlarından ve yüzde dördü de diğer nedenlerle oluşur. Böyle söyleniyor ve gerçek payının olduğu bazı basit araştırmalarla gözlenebilir. Ama oranların kesinliği hakkında, tereddütler de yok değil.

“Ha-la-qa” kökünden türeyen “ahlak” kavramı üzerinden bunları düşünürken, anne-babanın genlerinin taşıdığı özelliklerin de doğumundan sonra çocuk üzerinde etkili olduğunu kabul edersek, ‘bebek/çocuk bedensel yapısının yanında belli bir ahlaki donanımla doğuyor’ diyebiliriz. Bu noktada şunu da söyleyebiliriz: bebeğin doğumuna kadar ki inşasında herhangi bir kirlenme veya günah söz konusu edilemez. Yaratılışın doğuş aşamasında dünyaya geldiğinde arı-duru, tertemizdir, ama büyüdükçe temiz kalmayı sürdürebileceği gibi, kirlenme durumu da meydana gelebilir. Bütün bir hayat bu risk altında geçer. Yaratılanın yaratılma eylemi, Kur’an’da “ha-la-qa” kelimesiyle, yaratılmış olanın yaratıldıktan sonra, yaşarken taşıyacağı özellikler ise ahlak kelimesi ile anlatılıyor. Fakat aynı yaratılanın doğduğu anda sahip olduğu programı anlatmak için, “fıtrat” kavramı kullanılıyor.

Çeşitli sözlüklerde fıtrat kavramının; “yaratma ve yaratılış biçimi, tıynet, tabiat ve huy; yaratılışın ilk tarz ve heyeti; yaratmak, hilkat; mizaç, ahlak, maya; yaratılıştan gelen ruh veya vücut niteliği, cibilliyet; yaratılıştan insanın sahip olduğu fizyolojik ve ruhi özelliklerin tamamı, yani varlığın sahip olduğu özellikler” anlamlarına geldiği ifade edilmiştir.

Fıtrat kavramının taşıdığı anlamlar göz önünde bulundurulduğunda olayın esasının “Allah’ın yaratışı” olduğu görülebilir. Biz Kur’an’da verilen mesajlardan biliyoruz ki, Allah insanı boşuna yaratmaz ve onu başıboş bırakmaz. Böyle olunca fıtrat kavram ve içeriğiyle dünyaya gelen bebek başka kavramlarla ifade edilebilecek bir yaşam serüveni içinde olacak demektir. Yazının başında kendisi ile söze giriş yaptığımız ahlâk kavramının yanında, belli bir fıtrat üzerine doğan çocuk için, doğduğu andan itibaren bir kimlik ve kişiliğinin oluşması bakımından ‘rab’ kelimesinden türeyen ‘terbiye’ kavramının da çok önemli olduğunu düşünüyorum. Yaratılanın, Yaratıcısı ve Terbiyecisi ile olan bağındaki süreklilik ve ilişki biçiminin fıtratı korumak bakımından önemli olduğunu da vurgulamak isterim.

İnsanı belli bir yaratış (fıtrat) ile yaratan Allah, onları dünya sahnesine çıkardıktan sonra onlara kendileri ile ilgili şöyle bir mesaj gönderiyor. “Onlar, ufak tefek kusurları dışında, büyük günahlardan ve çirkin işlerden uzak duran kimselerdir. Şüphesiz Rabbin, bağışlaması çok geniş olandır. Sizi, yerden/topraktan inşa ettiğinde ve analarınızın karnında ceninler iken de, en iyi bilendir. Bunun için kendinizi temize çıkarmayın. Çünkü O, kendisine karşı sorumluluk bilincinde olanları en iyi bilendir.” (Necm 53/32). Dikkat edilirse bu âyette, insanların arzda ve ana batınındaki inşasından söz ediliyor. Her iki haldeki insanın mayasına dikkat çekiliyor. Görüldüğü gibi burada sözü edilen insanlar orta yol üzere bulunuyorlar. Hatta biraz da kendilerini yükseklerde sanıyorlar. Onların bu tutumları kendi aralarında bir zemin bulsa bile Allah katında olumlu bir tablo olarak görülmüyor. Allah, hiçbir şeyin kendi bilgisi dışında olmadığını, o kadar ki, insanların ana karnında bir çiğnemlik et iken dahi durumlarından haberdar olduğunu hatırlatıyor. Buradan şunu çıkarabiliyoruz; demek ki, insanların bir kısmı yaratıldıkları fıtratlarından uzaklaşmışlar. Başka bir deyişle, ana rahmindeki ceninlerden bir kısmı, dünyaya gelip yaşları ilerleyince kendi özlerine aykırı davranışlarda bulunuyorlar. Fıtratlar neden bozulup ahlaksızlıklar ortaya çıkıyor? Diğer bir söylenişle insanlar neden ‘iyi’den uzaklaşıyorlar?
Fıtrat ve ahlâk kavramları ile birlikte en az bunlar kadar önemli olan ve bunlarla çok yakın ilişkisi bulunan “adalet” kavramından burada söz etmek yerinde olacaktır. Eğer herhangi bir ortamda adalet yoksa zulüm vardır, zulüm varsa insan görevini gereği gibi yapmıyor, fıtratına ters düşüyor demektir. Ayrıca adaletin yokluğundan, insanın kendine ve diğer varlıklara yaratılış amacına uygun davranmadığı da anlaşılır. Oysa Allah (c) şöyle buyuruyor; “Şu halde bütün benliğinle, varlığını her türlü sapmadan uzaklaştırarak tümüyle doğru ve asıl dine yönel. Allah’ın fıtratına… İnsanlık o fıtrat üzerinedir. Allah’ın fıtratında bir değişme göremezsin. İşte gerçek hayat dini budur. Fakat insanların çoğu bunu bilmiyorlar/bilincinde değiller.” (Rum 30/30).

‘Adalet’ kavramı kişinin yaratılışı ve diğer varlıklarla olan ilişkisi bağlamında düşünüldüğünde, o da ‘fıtrat’ gibi önemli ve öncelikli olarak karşımıza çıkar. Çünkü insanın yaratılışa uygun hareket etmesi dediğimiz eylemin en önemli amaç ve hedeflerinden birisi adalettir. Adalet ki, bir toplumda eşitlik, özgürlük, huzur ve güvenin temel taşı ve harcıdır. Yaratılışa uygun hareket etmek (fıtrat), doğal olarak ‘iyi’yi meydana getirir. Bu nedenle fıtrat-adalet ilişkisini daha geniş kapsamlı bir değerlendirme ile ele almak gerekir. O, ayrı bir yazının başlığı ve konusu olabilir. Burada bir alıntı ile birlikte, adaletin zulüm kavramıyla olan ilişkisine kısaca değinmekle yetineceğiz.

“… Gerek fıtrat, gerek sünnet kelimelerinin, hem Allah için, he de insan için kullanıldığı bilinmektedir. Bu demektir ki adalet, insanın fıtratı ve sünnetinin, Allah’ın fıtratına ve sünnetine uygunluk arz etmesidir. “Allah’ın kelimeleri” âyetiyle de (Enam 6/115) az da olsa değerlendirilebilecek “sünnetullah” kavramı (Fetih 48/23, Fatır 35/43), insan fıtratı bağlamında en belirgin şekliyle “Allah’ın yaratışı”nda kendini bulur. Bu konuda anahtar âyet, Rum Sûresi’nin 30. âyetidir. Burada geçen “Allah’ın fıtratı” ifadesi, onunla insanlığı yarattığına çağrışım yapan bir terkip mahiyetindedir. İnsan kendi fıtratına dönerek aslında Allah’a dönmüş olur ki, “haniflik” olarak da adlandırılan “ed-Dinu’l-Kayyim”, işte budur: insan fıtratının Allah’ın fıtratıyla örtüşmesi. Bu aşamada kayyum olan adalet, işte bu kayyum olan din ile eşdeğerdir. İnsanın zaten onun üzerine yaratılması, yine ancak o hal üzere yaşaması ve ona dönmesi anlamını salık verir. İnfitar Sûresi’nin 7. âyetindeki kullanım, adaletin fıtrat ile buluşmasını göstermesi açısından önemlidir. Âyetten anlaşıldığına göre insan yaratılmış (halaka), bir düzen içinde kılınmış, bir nitelik kazandırılmış (sevva) ve uygun bir yapıya kavuşturulmuştur (adele).

Adalet gibi değer içeren bir kavramın, yaratılış anlamında kullanılması hem varlık-bilgi-değer üçlemesinin hem de din-ahlak-adalet ilişkisinin birlikteliğini göstermesi bakımından şayanı dikkat arz eder. “Adele” kelimesinin geçtiği bu surenin isminin “İnfitar” olması da, ayrıca dikkat çekici bir durumdur. Zira İnfitar, ‘fıtr’ kökünden bir kelimedir. Fıtrat ile adalet kavramları arasında kurulan bu paralellik gereği, yasa düşüncesi ile doğa düşüncesini aynı anlama geldiği; farklı bir söylemle yasaya uyması, doğal olmakla aynı anlamı taşıdığı söylenebilir. Bu anlamda doğanın yasası ve aynı anlama geldiği iddia edilen kozmik yasa, her zaman ve her yerde aynıdır, denilebilir. Buna göre iyi ve adil olan, tam da bu yasaya uygun olan demektir. Buradan hareketle denilebilir ki yasa, tüm rasyonel varlıklar için bir ve aynıdır. Bu yaklaşım, hakikatin tekliği düşüncesi ile aynıdır. İyi, doğru ve adil insan, hiçbir yerellik ve tikellik olmaksızın iyi, doğru ve adil insandır. Bu, tümel yasanın ne olduğunun bilinmesi ve sonra da ona uyulması meselesidir.”(1)

Adalet-fıtrat ilişkisi bağlamında “zulüm” kavramına da değinmekte yarar var: “Zulüm kelimesi Kur’an’da hem nur hem adl kelimesinin karşıtı olarak kullanılır. Allah’ın nuruyla bakış, Allah’ın yarattığı o fıtrat üzere bakıştır. Adl olanın feraset ehli olması ya da tersinden söylersek, feraset ehli olanın adil olacağı, bunu da Allah’ın onun üzerine yarattığı fıtrat üzerinde durmaklığına borçlu olduğunu söyleyebiliriz.”(2)

Allah’ın sünnetinde herhangi bir değişiklik olmaz. Ancak insanların fıtratlarında değişiklik, daha doğrusu bozulma olabilir.(3) Fıtrat hali, insanın üzerine yaratıldığı doğal haldir. Eğer kişi hayatını bu şekilde fıtrat üzere sürdürebilirse böyle insan için ahlaklı ve adil insan denir. Ama bir de fıtrat kaymasına uğrayan insanlar vardır. Bu bağlamda Alpaslan Açıkgenç’in ilginç bir örneği var. O, bir yazısında şöyle diyor: “Hz. Ömer’in (ra) dediği gibi “Helvadan putlar yapıp tapar sonra da acıkınca tanrılarımızı yerdik.” Ne kadar anlamsız, donuk ve muğlâk bir fıtrat kaymasıdır.”(4)

Bu bocalamalardan sonra, bulmaktan çok, aramaktan heyecan duyup, hoşlandığımı da söyleyerek, ahlak ve hukuk kurallarının toplumsal yaşam için önemi ve gereğini, biraz da ahlak ve hukuk kurallarının toplumsal yaşamdaki önceliklerinin karşılaştırılmasını yaparak tartışmak istiyorum. Bu bağlamda ‘hukuk kuralları’ ifadesini, insanların toplumsal yaşamı düzenlemek için kendilerinin yaptıkları yasalar anlamında kullanacağım. Ahlak kavramının anlamlarına yukarıda değinmiştik. Bu noktada biraz daha farklı sözlerle tekrar etmek gerekirse, şunları söyleyebiliriz. Ahlak; İnsanları daima iyiye, güzele, sevecenliğe, saygıya, sevgiye, hayır üretmeye, çalışmaya, düşünmeye, her türlü söylem ve eylemde adaleti, eşitliği, özgürlüğü, huzur ve güveni gözetmeye ve de insanlığa faydalı olmaya yönelten bir meziyet, kazanılmış huyların tümüdür.
Bir insanda bütün bu saydığımız meziyetler yoksa ondan hukuk kurallarına uyması beklenemez. Çünkü hukuk kuralları dediğimiz sistem, insanların koyduğu ve kendilerinin uyması beklenen yasalardır. Bu yasalara uymayanlar, cezalandırılırlar. Hukuk kuralları, böyle insanları hapse atıp vicdanlarını daha da katılaştırır; merhametsiz ve duygusuz kişi yapar ki, yaşadığımız şu dünyada buna her an birçok örnek gösterebiliriz. Ama ahlak kuralları o insana her şeyin iyisini, güzelini öğreterek ona doğru yol üzere yaşamayı öğretir, fıtrata uygun söylem ve eylemde bulunmasını sağlar.
Bir insanın kalbinde (inanç ve düşüncesinde) eşitlik ahlakı, meslek ahlakı, vazife ahlakı, karşısındakinin hakkına saygı gösterebilme ahlakı yoksa çeşitli yasalar koyarak, sadece yasa gücü ile o insanı toplumda zararsız bir halde barındırmak çok zordur. Elbette hukuk kuralları ve yasaları tamamen gereksizidir demiyorum, ama mevcut bunca hukuk kuralları varken, acaba neden hapishaneler dolup, taşıyor? Bu durumda bireysel ve toplumsal ahlakın eksik olduğu ve hukuk kurallarının yetmediği söylenebilir.
Ahlaki inançları yıkılan bir kişi küçücük günlük çıkarları için, her türlü aracı kullanmakta sakınca görmez. Böylece toplumun hukuk ve kültür değerleri çözülmeye başlar. Ahlak kurallarının yıkıldığı veya geri plânlara atıldığı yerde ne hukuk ve ne de kültürün verdiği değerlerden söz edilebilir! Çünkü ahlaki inançları yıkılan bir kimse, kişisel ve toplumsal amaçlar için, çaba göstermeyi anlamsız bulur. Kendine ve çevreye ilgisiz bir tutum içine girer. Hayata küser. Görüldüğü gibi, ahlaksızlık bunalımı toplumun kültür ve çalışma düzeninde büyük sarsıntılara neden olmaktadır.
Ahlaki inançları yıkılmış bir toplum içinde, güvenini yitirmiş ve ekonomik gücü azalmış olan bir kişinin tedirginliği işine, evine ve çocuklarına da yansır. Güvensizlik sonucu kademeli bir şekilde beliren saldırganlık eğilimleri ve bunların belirtileri, yetişmekte olan kuşakları olumsuz olarak etkiler. İçinde yaşadığı aile ve toplumda, umut ve güven duygusundan yoksun, insanları insan yapan ahlaki meziyetlerden uzak yetişen çocuk ve genç, geleceğin tedirgin bir insanı olma risk ve tehlikesi içinde yaşar. Böyle kişilerden çalışkanlık, doğruluk, işlerinde verimlilik, iyi ve güzel şeyler üretmek beklenebilir mi? Hayır! Ahlak kurallarının bulunmadığı veya geri plâna itilip bırakıldığı toplumda, insanlıktan, sevgiden, saygıdan söz edilemez. Dolayısıyla hukuk kurallarının yerine getirilmesinden de söz edilemez.
Sonuç; yeryüzünde halifelik makamında bulunan insan, hayatını Allah’ın yaratışı’na uygun sürdürebilirse, niteliği ve kişiliğiyle onurlu bir kimlik sahibi olur: Müslüman…

---------------------
(1) İsmail Doğu, “Hikmet: Adaletin Temeli”, Söz ve Adalet dergisi, sayı: 1, s.54.
(2) İsmail Doğu, a.g.m.
(3) Alpaslan Açıkgenç, “İnsan fıtratında kutsallık”, Söz ve Adalet dergisi, sayı: 4, s.11.
(4) Fıtratın değişmesi ve bozulması konusunda bakınız: Mustafa İslamoğlu, Nüzul Sırasına Göre Hayat Kitabı Kur’an/Gerekçeli Meal-Tefsir, Rum Sûresi, 36 ve 37. dip notlar.

KUR’AN’DA, YARATILANIN DOĞDUĞU ANDA SAHİP OLDUĞU PROGRAM “FITRAT”; YAŞARKEN TAŞIYACAĞI ÖZELLİKLER İSE “AHLÂK” KAVRAMI İLE ANLATILIR.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder