23 Temmuz 2011 Cumartesi

fıtrat vicdan ahlak - Zübeyir yetik

Fıtrat, Vicdan, Ahlak

Ahlak İnsanın yaratılışı… Fıtrat... Vicdanî davranış…

Evet, bu üç kelime (etimolojik olarak değil, ama potansiyel ve fonksiyonel yanları ile) aynı anlamın çerçevesinde ya da çevresinde yer alır. Ancak aralarında bir ince ayırım var; “yok” gibi ama “var” olan bir ayırım…  Duruştan, işleyişten, işlevlenişten ileri gelen bir fark...


Şöyle diyebiliriz sanırım: Fıtrat, yaratılışın kendisi… Ahlak, bu yaratılışın işlevlenişi ya da varlık âlemine yansıyışı... Veya yansıyamayışı yahut çarpıtılmış olarak yansıması... Her halükârda bir bakıma fıtratın uzantısı gibi... Fıtratın özüne uygun olan veya olmayan/olamayan uzantı... Yansıma ya da işlevleniş, böyle...


Bu ikisinin arasında bir de “vicdan” var; vicdan basamağı.

Fıtrat, genel bir yapılanma… Vicdan, bu yapının insana yüklenmişliği; insanın doğasında “var” olan “öz”…  Ahlak da bu “öz”ün yaşama geçirilmesi ya da geçirilememesi...


Aralarındaki bu ince ayrıma, daha doğru bir deyişle bu basamaklanmaya karşın, aralarındaki “ayrım” çok ince olduğundan birinin diğeri yerine kullanılması çok da sıkıntıya yol açmaz. Dahası, içlerinden herhangi biri diğerlerini de çağrıştırır ve hatta günlük kullanımda biri diğerlerini de “kapsar”; ifade edilmek istenen “meram” bağlamında kapsar. Fıtrî, vicdanî, ahlakî ya da fıtratı bozuk, vicdan yoksulu, ahlaksız deyişlerindeki gibi.


●●●

Beşer olarak yaratılmış olan varlığın insanlaşma sürecinde üç aşamalı bir gelişmeye tanık oluruz: Ruh üflenmesi, esmanın/isimlerin öğretilmesi, ahit alınması. Yetkilenme, bilgilenme, ahlâklanma. “Ruh” üflenerek “beşer”e yetkin bir fıtrat veriliyor, “esma/isimler” öğretilerek bu yetkiye ilişkin bilgilendirme insanın özüne “vicdan” olarak yerleştiriliyor, “Kalu Belâ” sürecindeki ahitleşme aşamasında da bu verilenlerin “hakça” kullanılmasına ilişkin ahlaklandırma gerçekleştiriliyor. “Ahlaklandırma gerçekleştiriliyor” diyoruz, çünkü o aşamadaki “ahitleşme” bir yol haritasıdır, daha doğrusu verilen ahit doğrultusunda bir yol talimatnamesinin alınması: “Evet, böyle yürüyeceğim; söz veriyorum…”


Yüce ALLAH “kendinden” olan “ruh”u üflediğinde “beşer” kopar, savrulur. “Beşer, şaşar” sözü sanki orası için söylenmiş gibidir; öylesine bir şaşkınlığa düşer. Kendinde “tanrısal” da değil “tanrımsı” bir güç, bir özellik vehmeder. Bugün bile Yeryüzünde tanrısal/tanrımsı bir fıtrattan söz ederek savrulmaya devam edenlerin varlığını anımsarsak bunun nice bir savrulma olduğunu daha kolay anlarız.


“Esma”nın öğretilmesi ile birlikte gerçekleşen “bilgilenme” olayı her şeyi yerli yerine oturtarak bu savrulma olayını sonlandırır. “Üflenen vahiy”i (ruhun bir anlamı da vahiydir; bunu göz önünde tutarak bakıyoruz) “Esmanın öğretilmesi” ile gerçekleşen “bilgilendirici vahiy” alır, kalıplar ve “vicdan” olarak insanın özüne yerleştirir.


Bilgilendirici vahyin, öğretilen “Esma”nın kapsamını ise nelere boyun eğdirildiğini bildiren haberlerden öğreniriz: Gökler, yer ve bu ikisi arasındakiler; “gaybı kapsamayan” şu görünen âlem. Yetki, “bilinen” ile sınırlı olduğuna göre, demek ki “bildirilen” de ancak yetki alanının çerçevesinde. Ve bu sınırlama, bu sınırlar çok önemli. Belki de vicdanın kendisi; vicdanı tanımlayıcı resim.


Nitekim biliyoruz, Âdem âleyhisselam ve eşi bu sınırın dışındaki bir bilgiye, Şeytan’ın fısıldamalarına itibar ettikleri anda “takva çıplaklığı” olayıyla karşılaşır ve Cennet’i yitirirler.


İnsanın yaşadığı ilk ahlak dışı görünümlü olay budur. Yetkisinin ve bilgisinin sınırlarını aşarak, fıtratına uygun olmayan “kalıcılaşma, sarsılmaz egemenlik ve melekleşme” doğrultusunda eğilim gösterip vicdanla bağdaşmayan bir talepte bulunma olayı...


Şu var ki, öyle görünmesine karşın ortada gerçek anlamda ahlak dışılık yoktur. Çünkü Cennet yaşamı sürecinde Âdem âleyhisselam ve eşine kimi uyarılarda bulunulmuş olmasına karşın henüz ayrımda bulunmayı sağlayıcı bir ölçü, yukarıda kullandığım benzetmeyi tekrarlayacak olursak, bir yol haritası verilmemiştir.


Ya da şöyle yorumlayabiliriz. O aşamada Yüce ALLAH tarafından Âdem âleyhisselama bir ahit verilmiş ise de -Şeytan’ın düşmanlığını da bildiren- bu ahit onun tarafından unutulmuştur. Bunun belki de ahdin “tam ahitleşme”deki gibi tarafların sözleşmeleri yerine tek yönlü bir ahit, bir tür buyruk olması, bu sonucu doğurmuştur.


Böyle yorumlayabiliriz diyorum, çünkü daha sonrasında unutulmaması gereken ve aslında da âdemoğullarından hiç kimsenin unutmadığı, genetik olarak özüne kaydedildiği için unutamadığı, ancak onlardan bir bölümünün unutmamasına/unutamamasına karşın inkâr cihetine gidebildiği bir ahitleşme gerçekleşmiştir: Kalu Bela.


Yüce ALLAH’ın Âdemoğullarının bellerinden zürriyetlerini çıkarıp da “Rabbiniz değil miyim?” diye sorması üzerine onların da “Evet, buna şahadet ederiz” yanıtını verişleri...


Burada iki noktayı göz önüne almamız gerekir:


Birincisi, ayette de vurgulandığı üzere artık “Bundan bilgimiz yoktu” denilemeyecek, haliyle de unutmak mazereti geçerli olmayacaktır.


İkincisi: Sorumlulukta bireysellik…


İşte bu “ahitleşme” iledir ki fıtratla başlayıp vicdan aşamasından geçen “insan”, “ahlak” durağına varmıştır. Kendisine üflenen ruh ve öğretilen “esma” bilgisini yaşamına yansıtırken/aktarırken, demek ki, âdemoğlu, Rabbin rabliğini ve kendisinin kulluğunu unutmayacaktır.


Ahlak budur.
Âdemoğulları Kalu Bela’daki ikrarları ile ahlaklanmış olarak insanlığın kemal noktasına erişmiştir. Artık ahlak uyarınca davrandığı sürece bu kemalata sahip olacak, ahdini unuttuğunda ise -unuttuğu ölçüde- aşağılara düşecektir, ta esfel-i safiline dek.


●●●

Ahlakın yaşama dönük yüzünü, yansımalarını belirleyebilmek için “Kalu Bela” olayı üzerinde biraz daha durmamız gerekecek...

Dikkat edilecek olursa orada hem ikrar ve hem de tasdik vardır, Bu, kulların yanıtları dikkate alındığında böyledir. Yüce ALLAH’ın sorusunu göz önünde tutan bir yaklaşımda bulunulduğunda ise bir “hak” tasdiki ifadesi görülür.


Nitekim Yüce ALLAH kendi rububiyet hakkının, “rububiyet”inin ikrar ve tasdikini istemektedir. Ve bu “hak” yanıtlayıcılar tarafından da ikrar ve tasdik edilmektedir. Böyle bir yaklaşım, bizi, ahlak ve hak birlikteliği noktasına götürür.


Ahlaka ilişkin pek çok tanımlar yapılmasına ve bunun uzantısında da pek çok ahlak türlerinden söz edilmesine karşın, biz buradan yola çıkarak diyebiliriz ki, ahlak, hakka/haklara riayetten ibarettir. Ahlakın sorumlulukla bağlantısı, Kalu Bela’nın bir sorumluluk yükleme/yüklenme süreci oluşuyla birlikte ele alınırsa, insanın ahlakıyla birlikte Yeryüzüne geliyor/gönderiliyor olduğu sonucuna varılır.


Zaten buna binaendir ki, bu yazıya “Ahlak... İnsanın yaratılışı...” cümlesiyle giriş yaptık.


Ve gelelim “yaşayan ahlak”a, ahlakın yaşanması konusuna.

Demiştik, “ahlak, hakka riayet.”

Riayet edilecek bu haklara bir başka vesile ile önceki yazılarımdan birinde değinmiştim. Oradan kısa bir paragrafı aktararak, yazımızı noktalayalım…


“‘Hak’lar üçtür. Çünkü Yüce Al­lah’ın hakkı, ALLAH’ın kullarının hakkı, Al­lah’ın diğer yaratıklarının hakkı... İnsan çer­çevesine indirildiğinde: Yüce ALLAH’a yönelişte ubudiyet, diğer insanlarla ilişkilerde ada­let, eşyayı kullanmada da iktisat… Bir başka açılımıyla İman, İslâm, İhsan... Bağlılık, barış, iyilik... Ve uzantıları...”


●●●

Hemen hemen her yazımda sözü dönüp dolaştırıp Âdem âleyhisselamın yaratılışı sürecine getirmemin değerli okuyucularım tarafından yadırganabileceğini ve aynı şeyleri tekrar ettiğim zannına düşebileceklerini var sayarak kısa bir açıklama yapmak gereğini duyuyorum:


Hemen belirteyim ki, insana ilişkin ne kadar soru ve yanıt, sorun ve çözüm varsa bunların hepsi, tümü, tamamı, bütünü, küllisi “Yaratılış Kıssası”ndadır; tabii ki okuyabilen için.


Ve aynı ayetlere atıf yapmama, isnatta bulunmama rağmen yazıların her birinde bu ayetlerin farklı açılımları, değişik veçheleri söz konusu edilmiştir. Varsayın ki, hep aynı sahilden aynı denize giriyor ve denizin aynı bölgesinde dalış yapıyorsunuz. Ama girişlerden birinde kumu, kumsalı, diğerinde deniz dibindeki yer şekillerini, bir başkasında deniz bitkilerini, sonrasında balıkları ve bunların her birinin çeşitliliği sebebiyle de her dalışta onlardan birini inceliyoruz. Yer aynı yer, ama konular hep farklı.


Söylememe gerek yok, Kur’an-ı Kerim sınırsız bir umman. Tek bir ayeti bile öyle. Durmadan dalış yap ve her dalışında farklı farklı şeylerle tanış, farklı farklı yararlar sağla…


Olay budur; vesselam…

Zübeyir Yetik