13 Mayıs 2011 Cuma

ALLAH BEŞERLE NASIL KONUŞUR?

Dikkat ederseniz, “insanın Allah ile konuşması” pek garipsenmez de, “Allah’ın insan ile konuşması” garipsenir hatta infialle karşılanır.
Acaba neden?
Çünkü sütten ağzımızın yandığı için artık yoğurdu üfleyerek yemekteyiz…
Yani “İstismar edilir, önüne gelen peygamberlik iddia eder” gerekçesiyle Allah’ı dilsiz bir Tanrı haline getirmek pahasına “Allah kimseyle konuşmaz” demekteyiz.
Oysa Kur’an “Allah beşerle konuşur…” diyor. (Şura; 42/51-52).
Yaşayan Kur’an esprisi çerçevesinde, bu konuşmanın bugün de oluyor alması lazım. Aksi halde bu ayetin bugün için bir anlamı kalmıyor ve boşluğa düşüyor. Halbuki Yaşayan Kur’an esprisi, Kur’an’ın hiçbir ayetinin boşluğa düştüğünü kabul etmez ve realitede bir şekilde karşılığını arar…

***

Peki o zaman sorun nedir?

Allah ile konuşma “dindarın” dili olarak kalsa sorun değil; “simsarın” dilinde sorun oluyor.

Ne demek dindarın dili, simsarın dili?

Dindarın dili, Kur’an’a paralel olarak her şeyi Allah üzerinden anlatan bir dildir: “Allah yardım etti, Allah korudu; verilmiş sadakamız varmış, Allah ile mazlumun arasında perde yoktur, Allah ‘Yürü ya kulum’ dedi, Allah söyletti” vs. diye konuşur.

Gündelik hayatta çokça kullanırız; kimse bunu sorun etmez.

Fakat simsar, bu dilden misyon çıkarır. Örneğin profesyonelce “Bunu Allah ‘bana’ söyledi/yazdırdı” diyerek kendine özel hale getirip tekelleştirir.

Dindarınki anonim bir dildir. Sadece kendisine yönelik anlamaz. Havayı herkesin soluması gibi Allah’ı da herkesle konuşur görür. Nefes alıp verdiğimiz hava nasıl tek bir kişinin tekeline alınamazsa, ilahî nefes (konuşma/sesleniş) de tek bir kişinin tekeline alınamaz. Her meselenin Allah üzerinden anlatılması bu kavrayış nedeniyledir ki tamamen doğrudur.

Simsarınki ise kişiye özeldir, tekelcidir. Allah başkasıyla değil; sadece onunla konuşmuştur ve ona bunları özel olarak yazdırmıştır.

Dindar simsara adeta şöyle der: Allah her kuluna ilham eder, söyletir… Neden sadece sen?”

***

Kur’an böyle simsar örnekleriyle doludur. Başta müşrikler olmak üzere Yahudilerin, Hristıyanların ve bir çok eski dünya dininin, Allah’a yakıştırmalarda bulunduklarını, iftiralar attıklarını yani demediği şeyi uydurduklarını söyler. Allah’ın öyle demediğini, yakıştırmalarından uzak olduğunu ısrarla vurgular.

Şunu demek ister: Evet, Allah “Yaşayan ve Konuşan Tanrı”dır. İnsanlarla konuştu/konuşuyor. Fakat o iddia ettikleri gibi değil. Onlar yalan söylüyor, iftira atıyor!

Yani Allah’ın insanlarla konuşmadığı/konuşmayacağı değil; konuştuğu/konuşacağı ve fakat öyle demediği/demeyeceği vurgulanır.

İşte bunun için İslam dil, tarih ve kültür evreninde insanın Allah ile konuşma (yakarış, dua, istek, dilek) kapısı açık tutulurken, tersi kapatılmıştır. Güvenlik gerekçesiyle içtihad kapısının kapatılması gibi, istismar gerekçesiyle de Allah’ın insanla konuşma kapısı kapatılmıştır. Sanki biz kapatmakla kapanıyormuş gibi…

Hal böyle olunca, Allah, boyuna susan dilsiz bir Tanrı gibi olmuştur. Artık karşınızda “ebedi sukunete” çekilmiş, adeta emekliye ayrılmış, yeryüzünde kıyametler kopsa, mahşerler kudursa da susan ve hep susacak olan bir Tanrı vardır.

Halbuki Kur’an Allah’ın “Yaşayan” (Hayy) ve “Konuşan” (Mutekellim) bir Tanrı olduğunu ısrarla vurguluyor. İnkarcıları ise “ölmüş tanrılara” (16/20-21) ve dualara icabet bile edemeyecek “dilsiz tanrılara” inanmakla suçluyor. Örneğin Hz. İbrahim bu dilsiz tanrılar için soruyor: “Şu en büyüğüne sorun bakalım, eğer dili varsa?” (Enbiya; 21/63)

Görülüyor ki Kur’an’ın tanrısı, gündelik hayatla ilgilenmeye tenezzül etmeyen, göğün derinliklerinde sessiz sükunete çekilmiş, vurdumduymaz ve keyfemayeşa bir tanrı değildir. Bilakis aktüel hayatın içinde, olaylara anbean tepki veren, acılara, ızdıraplara, yakarışlara, dualara son derece duyarlı, ilkeleri olan, icabında insanların gören gözü, işiten kulağı, haykıran sesi, yürüyen ayağı olabilen, yaşayan, konuşan, “insanlıkla birlikte yürüyen” dinamik bir tanrıdır.

Böylesi bir tanrı anlayışında, Allah’ın susması veya konuşsa bile bir dönemden itibaren bunu sona erdirmiş olması, bir daha zinhar kimseyle tek kelime etmemiş ve de etmeyecek olması düşünülebilir mi?

Tam tersi Allah insanlarla hep konuştu, konuşuyor, konuşacak!

Tarih boyunca hiç susmadı, susmuyor, susmayacak!

Çünkü biz yaşayan (Hayy) ve konuşan (Mutekellim) Allah’a inanıyoruz.

Dindarın dili bunu ifade ediyor.

Hem insana şahdamarından daha yakın olan, insana fucuru ve takvayı (seçecek yeteneği) ilham etmekte olan, tüm zamanlarda ve mekanlarda “Yaşayan ve Konuşan Tanrı”ya (Hayy, Mütekellim) inanacaksınız, hem de O’nun insanlıkla konuşmasını yedinci yüzyılda sona erdirdiğini söyleyeceksiniz!?

Burada bir sorun yok mu?

Var var olmasına da, bu seferde “Her Allah benimle de konuştu/konuşuyor diyene peygamber mi diyeceğiz?” sorusu bizi bekliyor…

Peki bu sorunu nasıl çözeceğiz?

Kanımca yukarıda bahsettiğim “dindarın dili” bu sorunu çözme potansiyeline sahiptir. Onu geliştirmeli, derinleştirmeli ve işlemeliyiz.

Öyle bir şey olmalı ki hem Allah herkesle konuşuyor olmalı, hem de her konuşana peygamber denmemeli!

Böyle olursa ancak hem Allah, hem de peygamberlik gereği gibi takdir edilmiş olur. Aksi halde, şu ana kadar yapıldığı gibi “İstismar olur, önüne gelen peygamberlik ilan eder” gerekçesiyle Allah’ı dilsiz bir Tanrı yaparız.

Böylesine hayati bir konunun Kur’an’da ele alınmamış olması düşünülemez herhalde, değil mi?

Kur’an’ın bu konuya özel bir önem verdiğini ve esaslı bir açıklama yaptığını görüyoruz. Burada ne dendiğini iyi anlarsak, hem Allah’ın herkesle konuşuyor olduğunu, hem de her konuşulanın peygamber demek olmadığını kavramış olacağız.

Bakın nasıl…

***

“Allah beşerle ancak vahyederek konuşur yada/yani perde gerisinden yada/yani dilediğini ona vahyedeceği bir elçi seçerek konuşur. Allah çok yücedir, çok bilgedir. İşte sana da iş ve oluş deryamızdan hayat veren bir mesaj vahyettik. Sen kitap nedir, iman nedir bilmezdin. Ama Biz bu hayat veren mesajı ışık saçan bir aydınlık yaptık. Onunla kullarımızdan lâyık gördüğümüzü doğru yolda yürüteceğiz. Sen de bu doğruluk ve dürüstlük yolunda yürüyorsun; bundan hiç şüphen olmasın.” (Şura; 42/51-52)

Görüldüğü gibi ayette birbirini açan üç konuşmadan bahsediliyor: İlham ederek (vahyen), perde gerisinden (verâi’l-hicâb) ve elçi seçerek (yursile resûlen)…

Kanımca bu ayet son derece dinamik, yaşayan, aktüel bir durumu betimliyor. Yani Allah’ın tarih boyunca ve elân (şimdi, şu an) insanlıkla ne tür bir iletişim (mukâleme) içinde olduğunu anlatıyor.

Şimdi, genelden özele, çoktan aza, anonimden kişisele, en genişten en dar çerçeveye doğru birbirini tefsir eden ve her biri bir iletişim demek olan bu “konuşma derecelerini” bakalım:

İLHAM EDEREK: Vahiy “fısıldamak” demek olduğuna göre yani fısıldayarak, insanoğlunda içsel bir ses oluşturarak, vicdanının sesini dinleterek konuşur. Yada ilham “yudumlamak” demek olduğuna göre yani suyu yudumlayarak içmemiz gibi yudum yudum insanoğlunun içine ilham düşürerek, akıl ve fikir doğurarak, takvayı ilham ederek konuşur. Konuşmanın bu derecesi istisnasız her beşerde vardır.

Buradaki “vahiy” kelime anlamında ve “ilham” manasında kullanılmaktadır. Çünkü vahiy aynı zamanda ilham demektir. Sonraki resul seçerek konuşmada bir kez daha kullanılan vahiyle karışmasın diye “ilham” sözcüğünü kullanıyoruz. Oysa bu da bir tür konuşmadır…

Bu tür vahiy/ilham tüm canlılarda varolan fıtratı ve doğallığı ifade eder. Zira tüm böcek, hayvan ve her kımıldayan canlı Kuran’ın vahiy/ilham dediği içgüdüsel bir güç taşır. Zekeriyya’nın arkadaşlarına vahyi (19/11), şeytanlar arasında vuku bulan vahiy (6/ 112- 121), Allah’ın arıya (16/68), göklere (41/12), yeryüzüne (95/5), Musa’nın annesine (20/38) vahyetmesi, fucuru ve takvayı ilham etmesi (91/8) gibi… Böylece her varlık mertebesinde farklı bir aşama muhafaza edilmekle birlikte içgüdüsel (doğal) vahiy/ilham, insanda akıl, vicdan, gönül, yürek ve zihin ile aynı kategoriye konulmuş olur.

Nitekim bir hadiste “Kim içinde hakka(gerçeğe/adalete), hayıra (erdeme) ve iyiliğe çağıran bir ses duyarsa bilsin ki bu Allah’tandır ve hemen Allah’a hamdetsin. Kim de içinde kötülük ve inkara çağıran bir fısıltı duyarsa ondan uzaklaşsın ve hemen şeytandan Allah’a sığınsın.” buyurulur. (Tirmizi; Tefsir, 2991).

Demek ki insanoğlunun içinde varolan iyiliğe, güzelliğe, doğruluğa, gerçeğe, adalete ve merhamete dair bütün doğal vahiyler/ilhamlar (içsel sesler) Allah’tandır. “İster Allah deyin, ister Rahman bütün güzel isimler O’nundur.” ayetinde geçtiği gibi, ister doğulu ister batılı, ister güneyli ister kuzeyli, ister Müslüman ister Hristıyan, ister Arap ister acem “vicdandan gelen” her ses O’ndandır. Allah bu noktada istisnasız her insanla “vicdanının sesi” yoluyla konuştu/konuşuyor. Fakat çoğu insan bunun farkında değil. İçindeki bu sesi uyutmakta ve batıl bağımlılıklara kendini kaptırarak köreltmekte, karartmaktadır.

Bize düşen birbirimize bu içsel sesi (potansiyeli) hatırlatmaktan (zikr) ibarettir. Yoksa kendi içsel sesimiz üzerine tekel kurup, “Başka kimsede yok, bu sadece bana özel” demek değil…

Kur’an’da “Ben sizin Rabbiniz değil miyim” (Elestü birabbikum) diye sorulup “Dediler ki evet” (Galu bela) diye cevap verilen diyalog, Allah’ın insanoğlunun iç dünyası (ruhu, fıtratı, vicdanı) ile temsilî konuşmasıdır. Her insanda varolan bu fıtrî potansiyeli (doğal vahyi/ilhamı) hatırlatır. (Bkz. ‘Galu beladan beri Müslümanım’ ne demek” başlıklı makale).

Demek ki ayet, Allah’ın insanla nasıl konuştuğuna dair ilk önce genelleme yaparak, bütün herkeste varolan doğal potansiyele atıfta bulunarak başlıyor. Bu bir insana örneğin “Sen doktor, mühendis veya genetik uzmanı olabilirsin. fıtratında/doğanda bu var.” demeye benzer… Arkasından “Fakat bunu geliştirmelisin, bu yönde derinleşmelisin (perde gerisine inmelisin). Böylece alanının uzmanı, yıldızı (elçisi) haline gelebilirsin.” demek gelecektir.

Buradaki durumu Peygamberimizin “Kim içinde hakka(gerçeğe/adalete), hayıra (erdeme) ve iyiliğe çağıran bir ses duyarsa” ifadesi ne güzel açıklıyor. Anlatmaya çalıştığım tam da bu.

PERDE GERİSİNDEN: Verâi’l-hicap gizli, gömülü, saklı olanın içine girmek, derinine dalmak demektir. Dikkat edilirse evrende her şey sanki bir perde ile örtülmüştür. İnsan bedende, tohum toprakta, meyve ağaçta, civciv yumurtada, mineraller suda gizlidir. Ortalama insanlar bunları yüzeysel görür. Fakat bu perdeyi aşıp, gerisine inebilenler orada işleyen düzeni görürler, onun bilgisine ulaşırlar. Yeni mekanik düzenin bir mucidi, evrenin şimdiye kadar gizli kalmış yönlerini ortaya çıkaran bir kâşif, güzel bir senfoni yazan müzisyen vb. bunların tümü kendi alanlarında perde gerisine inmiş kişilerdir. Allah onlarla da keşfettikleri şeyler yoluyla konuştu/konuşuyor. Zaten “keşf” perdeyi kaldırmak demektir.

Simsarın dili ilk burada ortaya çıkar. Bazı insanlar birinci şıktaki doğal vahiy/ilhamdan öte, perde gerisine indiklerini, aradan perdeyi kaldırarak bazı şeyleri keşfettiklerini, kendilerine özel vahiy/ilham geldiğini söylerler ve bundan dolayı kendilerine özel bir misyon biçerek simsarlaşabilirler.

Bunu anlamak için perde gerisine inmenin yani keşfin test edilebilir olması gerekir. Yani perde gerisine indiğini iddia eden kişinin, aynı tecrübenin başkaları tarafından da tekrarlanabilir olduğunu ispat etmesi gerekir. Örneğin suyun 99 derecede kaynadığını, yer çekimi kuvveti olduğunu perde gerisine inerek (görünenin ötesine geçerek) keşfettiğini iddia eden birisi, aynı keşfi herkesin görebileceği şekilde ispat etmesi gerekir. İspat edemezse iddiası sadece kendini bağlar.

Aynı şekilde Allah ile perde gerisine inerek (keşf yoluyla) konuştuğunu ve kendisine bilgi verildiğini iddia eden birisi de, bunu, herkesin tecrübe edebileceği şekilde ispat etmesi gerekir. Aksi halde söylediği sadece kendini bağlar. Bunu peygamberlikten ayırmak için kelam kitaplarında “İlham, keşf ve rüya ‘dinde’ delil olmaz” denmiştir ki az sonra gelecek…

ELÇİ SEÇEREK: Vahiy birinci şıkta kelime anlamıyla ve ilham manasında kullanılırken burada ıstılahi (terim) anlamında kullanılmaktadır. Vahyin/ilhamın en üst derecesidir. En üst derecede fıtrî/doğal melekelerin tümü birden kendisinde uyananlar, insanların liderleri ve rehberleri olurlar. Bu liderler insan hayatının dini ve dünyevi her alanında görülürler. İstisnasız tümü aydınlanmaya ulaşırlar. Her biri kendi alanının yıldızı (elçisi) haline gelirler. Peygamberin bunlardan farkı çalıştıkları alanın farklı olmasıdır. Manevi tabipler olan peygamberlerin ilk ve asıl fonksiyonu insanların manevi ve ahlaki hayatlarını yeniden kurmak ve düzenlemektir.

Demek ki bu derecede vahiy insanın vicdan, akıl, gönül, yürek, kalp ve zihin kapasitesinin tümünün birden “taşması” sonucu ortaya çıkıyor. Bu durumda Allah, benliği genişleyen, iç dünyası taşan kişi ile ilişki kuruyor ve onun temiz vicdanı ve saf yürek temizliği üzerinden insanlığa sesleniyor. Peygamber bu sesleniş ile tarihin meydanına çıkıyor ve kendini peygamber olarak dünyaya tanıtıyor. İddiasının arkasında durarak gerekirse savaşıyor. Böylece peygamber tıpkı arı gibi “Rabbinin yollarında yürüyor.”

***

Şu halde Müslüman da tıpkı arı gibi Allah’ın yolunda yürümelidir. Aslında Allah bu yolu insanlığa göstermekte (hidayet) ve doğru yolda yürümek için bize Kuran’ın ta ilk başında fatiha suresinde dua ettirmekteydi; “Bizi doğru yolda yürüt”. İşte o yürüme bu yürümedir. Arının yaptığını yapmalı ve tabiî ve fıtrî olan yollardan yürümeliyiz. Bu yol aynı zamanda Kur’an lisanında “ahd-i misak” olarak tanımlanmıştır. Yani vicdanen, fıtraten, yaratılıştan bizde var olan fıtratın, vicdanın sesinin, sağduyunun, Âdeme öğretilen esmanın yolundan yürümek… Sık sık vicdanımıza dönmek ve buradan gelen sese (galu bela) kulak vermek… İşte vahiy bu sesin bir “el-emin” de zaman, mekân ve şartlar iyice kıvama erdiğinde, derunî bir varoluş sancısı ve yüksek derecede bir metafizik gerilimle fışkırıp taşmasıdır. Bu taşma hem vicdanın ve merhametin insanoğlunda canhıraş çığlığa dönüşmesi, hem de Allah’ın bir el-eminin saf yürek temizliği üzerinden insanlığa seslenişidir.

Bu durumda “Arı bal yaptı” dememizle “Allah bal verdi” dememizin aslında aynı şey olması gibi, “Vahiy peygamberin vicdanından taştı” demekle “Allah peygambere vahiy gönderdi” demek bir ve aynı şey olur. Yani peygamberlik bir yüzüyle tümden kesbî, öteki yüzüyle tümden vehbîdir. Bu ikisi aynı anda, (hemdem, senkronik) olmaktadır. Tıpkı doğal dilde “Kısırdım, on yıl çocuğum olmadı. İlaç tedavisi gördüm. Sonunda tüp bebek tedavisi ile çocuğum oldu” demenin, dindarın dilinde “Allah bizi on yıl imtihan etti, sonra nur topu gibi bir çocuk ihsan etti”ye dönüşmesi gibi. Aslında bu ikisi aynı şeydir… Yine tıpkı “Yağmur yağıyor” demekle “Rahmet yağıyor” demenin aslında aynı şey olması gibi… İbn Rüşd’ün tabiriyle söylersek, ilki bürhanî (doğa, akıl, felsefe, bilim) dili, diğeri hatabî (din, vahiy, manevî) dildir ve her ikisi de aynı memeden süt emmektedirler.

Bunlar arasında çelişki yoktur. Bu nedenle “Vahiy vehbî mi kesbî midir?” diye tartışanlar yanılıyorlar. Bu ikisi aslında aynı şeydir. Bir gerçeğin iki ayrı yüzü; iki ayrı dille ifade ediliş biçimidir.

Son günlerde Abdülkerim Suruş’un tartıştığı biçimde söyleyecek olursak “Kelâm-ı Muhammed” ile “Kelâmullah” bir ve aynı şeydir. Kur’an’ın kendisine hem Kavli Resulin Kerim (şerefli bir peygamberin sözü) (69/40), hem de Allah’ın Kelamı (2/75, 9/6) demesi bunu gösterir…

***

Yeri gelmişken usule dair bir ara hatırlatma: Fizik-fizik ilişkisi ile fizik-metafizik ilişkisini kurmada aynı mantığı kullanamayız. Yani doğa-insan, insan-insan, tarih-insan ilişkisi düz mantık dediğimiz surî mantıkla kurulabilir. Fakat Allah-insan, Allah-alem, Allah-peygamber ilişkisinde bu mantık geçersizdir. Burada paradox dediğimiz çelişik mantık kullanılır. Düz mantık “ya bu ya şu” diye işleyen mantıktır. Çelişik mantık ise “hem o hem bu” şeklinde işler.

Örneğin “Vahiy peygambere mi aittir (kesb) yoksa Allah’a mı aittir (vehb)” sorusunu düz mantıkla çözmeye çalışırsanız baltayı taşa vurursunuz. Aynı şekilde “Kulun fiilleri insana mı aittir (ihtiyar) yoksa Allah’a mı aittir (kader)” sorusu da böyledir. Çünkü konu Allah-peygamber, Allah-insan ilişkisi ile ilgilidir. Klasik kelam okulları (Eş’ari-Mutezile) düz mantıkla bu ilişkiyi çözmeye çalıştıkları için baltayı taşa vurmuşlardır. Hala aynı mantığı sürdürüp durmanın ne manası var?

***

Şu halde…

Allah insanla tarih boyunca konuşmuş, şimdi de konuşmaya devam etmektedir. Yaşayan ve konuşan Tanrı’ya inanıyorsanız bu böyledir. Kur’an bunun ne şekilde cereyan ettiğini aktarmaya çalıştığımız konuşma biçimleri (doğal vahiy/ilham, perde gerisini keşf, elçi seçerek vahiy) ile açıklıyor.

Bunların hepsi Allah’ın insanla konuşmasıdır. Bütün insanlar, meslekler ve sanatlar için geçerlidir. Etrafınıza bakın her insanın doğumundan ölümüne bu süreci takip ettiğini görüsünüz.

İnsanoğlu önce bir beşer olarak doğal potansiyel (akıl/vicdan/vahiy/ilham/keşf) ile doğar. Bir çok insan bunları içinde uyutur. İnsanların ancak bir kısmı derine dalar yani perde gerilerine inip bunları inkışaf ettirir. Bunların içinden de daha az kısmı bu yolda ilerleyerek derinliklerine daldığı alanın uzmanı, yıldızı, söz sahibi, bir numarası, elçisi olur. Bunlar dini ve dünyevi bütün alanlarda görünürler ve böylece insanların önderleri, liderleri, rehberleri olurlar.

Ele aldığımız ayette, insanoğlu ile bu türden ilişki süreçleri anlatılmaktadır. Bunu, sadece Ortadoğu’daki İbrani ve Arap kültürünün kodları içine hapsederek anlamak yerine bütün insanlığı kapsayacak şekilde açmalıyız. Çünkü Allah’ın İbranilerle veya Araplarla değil; “beşer” ile konuşmasından bahsediliyor.

***

Bu süreçleri Hz. Peygamber’in hayatına uygularsak durum şöyle olur: Her insan gibi Hz. Muhammed de bir beşer olarak doğmuştur. Ayette geçen Allah’ın bir beşerle konuşma süreçlerini yaşamıştır.

0-35 yaş arası dönem, ayetin ilk şıkkındaki doğal vahiy potansiyeli taşıyarak yaşadığı dönemdir. Bu dönemde Hilfu’l-Fudul’e girmiş, iyilik, doğruluk ve adalet adına bir çok iş, icraat ve söylemde bulunmuştur. Hepimiz gibi bu dönemde iyilik ve adalet adına söylediklerinin tamamı Allah’tandı.

35-40 yaş arası beş yıllık dönemde dağlara çekilerek derinlere dalmıştır. Yani perde gerisine inerek bir takım keşfler yaşamış, kendi iç dünyasına dönmüş, yalnızlığa bürünmüş (müddessir) ve vicdanının sesini dinlemiştir.

40-63 yaşları arasındaki 23 yıllık dönemde ise, tabiri caizse dini, ahlaki ve manevi alanın yıldızı haline gelmiş, büyük ve ağır sorumlulukların altına girmiş (müzzemmil) ve elçi seçilerek kendi halkı üzerinden tüm insanlığa seslenmiştir.

İslam kültür muhitinde böyle öne çıkan (seçilen) yıldız kişilere değişik derecelerde övücü isimler verildiğini görürüz: Fahr-i Kainat (Evrenin övüncü), Necmuddin (Dinin yıldızı), Seyfullah (Allah’ın kılıcı), Kelimullah (Allah’ın sesi), Halilullah (Allah’ın dostu), Habibullah (Allah’ın sevgilisi), Esedullah (Allah’ın arslanı), Nuru’l-Hakk (Gerçeğin/adaletin ışığı) vb.

Bunların hepsi dindarın dilinde anonimdir yani bir işte öne çıkmayı, o alanda yıldız haline gelmeyi (elçi seçilmeyi) ifade eder.

***

Demek ki ayette, Allah’ın beşerle konuşma dereceleri genelden özele doğru birbirini açarak betimleniyor: ilham (doğal vahiy), keşf (perdeyi kaldırma) ve özel vahiy (elçi seçerek)… İlki tüm insanlara, ikincisi alanında derinleşenlere, üçüncüsü de seçilmiş peygamberlere mahsustur.

Bunların üçü de Allah’ın beşerle konuşmasıdır. Aralarında derece ve yoğunluk farkı vardır. Nitekim Hz. Peygamber “Mü’minin rüyası, nübüvvetin kırk altı cüzünden bir cüzdür.” (Buhari: Ta’bir 4; Muvatta: 1, (2, 956) yahut “İ’tidal (adaletli olmak), teenni (ileriyi düşünmek, tedbirli gitmek), hal ve gidişi iyi olmak peygamberliğin yirmi dört cüzünden bir cüzdür.” (Muvatta: Şi’r, 17; Ebu Davud: Edeb, 2) derken bunu anlatmaktaydı.

İnsanoğlu (beşer) bu şekilde iyiliğe, güzelliğe, doğruluğa, sevgiye, merhamete, gerçeğe ve adalete dair- aralarında derece ve yoğunluk farkı olmasına rağmen- her ne şey söylüyorsa Allah’tandır: Şairler ilham alarak, filozoflar fikir üreterek, arifler müşahade ederek, bilim adamları keşfederek, peygamberler vahiy alarak…

Bunlar arasında “dinî” anlamda bağlayıcı olan yalnızca peygamberin vahyidir. O da, insanlıkta doğru namına ne kalmışsa hepsini tasdik edip sürdüren (el-Musaddık) Kur’an’da toplanmıştır.

Demek ki vahiy (ilahi fısıltı/ilham/ses) herkese açıktır; fakat her vahiy alan peygamber değildir!

Peygambere gelen vahiy, içerik bakımından değil; kaynak bakımından test edilemez olduğu için, muhataplarının ölçüp biçme ve inanıp inanmama özgürlüğü vardır. Zira dinde zorlama yoktur! Peygambere gelen vahiy tarihin, hayatın ve tabiatın gerçekleri ile çelişmez. Başka bir deyişle kavlî ayet kevnî ayetle ters düşmez. Birbirini açar, tefsir eder

Keza Şah Veliyyullah Dehlevi’nin tasnifi ile yeryüzünde hak dinin şiarları; Kur’an, Hz. Muhammed, Kabe ve Namaz yeryüzünden silinip gitmedikçe (nesh) yeni bir peygambere gerek yoktur, ihtiyaç da yoktur. Bilakis peygamberi söylemlere ve eylemlere ihtiyaç vardır.

Yani onun getirdiklerini, yine onun izinden yürüyerek yeniden dünya gündemine taşıyacak, tıkanıklıkları aşacak, donmaları çözecek, türedi tabuları yıkacak, haham zincirlerini kıracak, hurafeleri temizleyecek yenilenmelere (tecdid) ihtiyaç vardır. Hak dini olanca sadeliği, basitliği, akla ve vicdana hitap ederliği ve tüm insanlığı gözetirliği ile ortaya koyacak yeniden inşalara ihtiyaç vardır. Ki bu da oturup mehdi, mesih, peygamber beklentileriyle değil; kollektif bir çabayla yani onlarca, yüzlerce yenilikçinin (müceddid) gayreti, alın teri, emeği, söylemi ve eylemi ile başarılabilecek bir iştir…

Peygamberi söylemler ve eylemler, kendinden önceki peygamberleri tasdik etmeleri, onlarla aynı kandilden konuşmaları (söylem birliği), aynı inanç ve ilkeleri getirmeleri (iman ve amel birliği), erdemli ve dürüst (el-emin) bir hayat sürmeleri ve yaptıkları karşılığında ücret istememeleri (dinden servet yığmamaları) ile tanınırlar…

***

Dikkat ederseniz, her Adem (beşer/insan), nefes alıp verme yoluyla havayı solur. Böylece yaşam soluğu (ruh) her Ademe hayat bahşeder, can verir… Keza üzerine ölü toprağı serpilmiş her halka Allah, hayat (ruh) dolu mesajlarla yaşam bahşeder, can verir. “Allah Adem’e ruhundan üfledi (üflüyor)” bu demektir. Zira her insan bir Adem, her halk da bir Adem topluluğudur.

Keza her Meryem, rahminde (sevgi ve merhamet yuvası) besleyip büyüterek yeni bir can doğurur. Böylece Nefes-i Rahmânî (sevgi ve merhamet nefesi/soluğu) her kadın rahminde yeni yaşamlar yaratır. “Allah Meryem’e ruhunu ulaştırdı (ulaştırıyor)” bu demektir. Zira her doğan nasıl bir Adem ise, her doğuran da bir Meryem’dir. Bunun için de her doğan çocuk (İsa) da Adem gibidir.

Ve her insan, iç dünyasında iyiliğe, güzelliğe, doğruluğa, sevgiye, merhamete, gerçeğe ve adalete dair vicdanî sesler duyar. Buradan ilhamlar alınır, karanlığın perdeleri yırtılır ve bir tanyeri (fecr) atanda nice güneşler doğar. Böylece insanlıkta nice büyük destanlar yazılır. “Allah beşerle… konuşur” da bu olmak icap eder.

Bütün bunlar dün oldu, bugün oluyor, yarın da olmaya devam edecek: “O, her an bir iş ve oluşta…”, “Sürekli oluş (kevn) ve yeniden yaratılış (halk-ı cedid) halinde…”

Yaşayan (Hayy), yaşam/ruh veren (Muhyi) ve konuşan (Mutekellim) Tanrı yalnızca Allah’tır!

Diğerleri ölmüş, ruhsuz ve dilsiz birer putturlar! İnsanlığın acı ve ızdıraplarına cevap veremezler. Ne ilham ederek, ne karanlığın perdelerini yırtarak, ne de güneşler, yıldızlar doğurarak insanlıkla birlikte yürüyemezler.

Oysa Allah insanoğlunun gören gözü, işiten kulağı, yürüyen ayağı ve haykıran sesi olur. (Buhari; Rikak 38). Böyle binbir çeşit esması ile hiç durmadan zuhur eder.

Allah’ın kapıları her insana açıktır. İnsandır Allah’a kapısını kapatan!

Allah her beşerle konuşur. Beşerdir Allah ile konuşmayan!

Paylaş:

« ĞAYB NEDİR-2 (MELEK, ŞEYTAN, CİN, RUH)

DİNLE EY İSRAİL! »

10 Yorum ;

  1. yusuf kartal 29. May, 2009 at 13:15 #

Adeta benim düşüncelerime tercüman olmuşunuz, bunun için, yazınız için teşekkür ederim.
Etrafımdaki insanlara düşüncelerimi anlatırken gülüp geçen mi istersiniz, şizofren mi diyen istersiniz ama bildiğim birşey var ki doğruyu, güzeli ve temizliği, iyiliği emreden ve benimle benim ses tonumda benim bildiklerimle fazlasına gerek duymadan konuşan bu ses ömrümün sonuna kadar var olacak..
Ben bunu kendi kendimle santranç oynamaya benzetiyorum asla benden öteye geçmeyecek benle yarışmayan fakat beni doğruya taşıyan bir ses..
Yaklaşık İki yıldan beri..Sabırla..
Benim gibi düşünen birinin olduğunu bilmek çok ama çok güzel.. saygılarımla..

YUSUF KARTAL

Cevapla

  1. malik 07. Eyl, 2009 at 15:32 #

Selam

İhsan Eliaçık cennet ve cehenneme / ölümden sonra dirilmeye / iman eder mi?

Vahiyin faili Allah değil beşer ise, bir beşer olan İhsan eli açık hangi gerekçeler ve hangi gözlemler ile öldükten sonra dirileceğine inanıyor ya da inan mıyor ? ( Ölü topraktan ağacın çıkması gerekçesi dışında bir gerekçe olmalı değil mi?)

Veya muhammed nasıl bu çıkarımı elde etmiştir ?

Şeriat vesaire toplumlara göre değiştirilebilir ve tarihsel iken neden şekilsel ibadetler ve uygulamalarda değişkenlik göstermesin ve niçin bir elç beklensin, toplumlara endeksli bir vahiy varsa neden birey merkezli vahiy ve uygulamalar olmasın ki?

Esen kalın

Cevapla

  1. FAZLI BAYRAM 29. Eyl, 2009 at 15:38 #

saçma saçma yorum yapmayın şu yazılara…

Cevapla

  1. malik 12. Eki, 2009 at 16:01 #

Selam FAZLI BAYRAM

Saçma olan kısmı neresi açıklarsan belki SORU cevaplanır,sonrasında YORUM yapabilirim belki,

Esen kalasın

Cevapla

  1. ibrahim pinar 11. Oca, 2010 at 01:53 #

Sayin fazli bayram,yukardaki birkac cumle fesat kokan yazina takildim.

Belliki sen yakani yedek ilahlara/efendi hazretlerine/seyyitlere/sihlara say gitsin kaptirmissin.Ondan dolayida gercek ilahi kuran mesajlarina kendini kapatmissin,Hatta elinden gelse kuran duyulmasin diye teneke calacaksin veya alici verici engelleyen cihaz kullanacaksin.Cunku senin efendilerin guvenlik gerekcesiyle ictihat ve dusunme ve uretme ve yenilenme ve ilerleme vegelisme v.s. yollarini kapatmislar,senin gibileride o kapattiklari hurafe kapisina bekci koymuslar,sende gorevini yapiyorsun.

sizlere gore kuran hayattan sokulup atilmali,yok olurmu mezarlik var orada gerekli anlasilmayan lafzini okuyup olunun topragina ufurmeniz gerekir,yoksa mevta maazallah cehenneme gider.Ee,hayat ne olacak? ne olsun emevi asiret devletinden bu yana sizin efendileriniz dahil sayilamayacak kadar zubur yazdilar,Allaha bunca iftira eden eserler vucuda getidiler,Onlara gore acik kalan kisimlari doldurdularya onlar sizin kitaplariniz.Kuran ve icindeki gercek hayat size gore degil.Siz zuburlerinizle idare edin,olulere okuyun ufurunnnnnnnnnnnnnn,biz kurani kendi dilimizde anlamaya ve geregi gibi yasamaya devam edecegiz.

Biz kirkda bir vermeyecegiz.Komsumuz acsa doyuracagiz,neyimiz varsa paylasacagiz.
Siz kirkda biri basinizdaki efendilerinize verin,onlari sadakalariniza vekil tayin ededurun ve onlar servetlerine servet katsinlar,Arabadan jeep e transfer olsunlar,aclari gormesinler. Biz gercek ac,acik,yoksul,oksuz,yetimleri arayip bulacagiz. onlarla hem hal olacagiz.Bu henuz konunun baslangicidir.Her konu boyledir.Hurafe zuburlere iman edenlerin yasayan kurandan rahatsiz olmalari gayet tabiidir. Slm.hakka tabii olanlara.

Cevapla

  1. murat 03. Mar, 2010 at 15:57 #

guzel olmus abi

Cevapla

  1. HARUN ALTUĞ 09. Kas, 2010 at 05:01 #

Selam üzerinize olsun,
İlk defa eşimle ve sonra da yakınlarımla paylaştığım aynı-tıpkı ifadeleri sizden duymak…Allah’a şükrediyorum.Her ne kadar deli yerine konulmuş ve hatta dışlanmış olsam da aynı yerden aynı şeye aynı amaçla bakan insanların aynı şeyde buluşturulması beni memnun ve de mesrur etti. İşte sırf bu bile Kur’an vahyinin bir icazı ve vad ettiği tevhiddir. Eline,yüreğine,ilmine,cesaretine Rabbim güç versin kardeşim. Afyonlanmış beyinlerimize bir damla su ile canlılık ve güven gelmesine vesile oluyorsun, sakınnn susma İhsan kardeş…Ama sakın susmaa…Son nefese kadar….Yolun açık,menzilin ve durağın cennet olsun, Rabbimden niyazım bu…Ben kardeşinden bir isteğin olur ise eğer…Bil ki; Konya’da bir ğayb insan sana dua ediyor..Fiili dua olması dileğiyle…Allah’a emanet ol..

Cevapla

  1. Ömür 14. Kas, 2010 at 02:20 #

hocam meraba…bu yazi aynı zamanda hallacı mansur olayının izahı degil midir?

Sizi seviyor ve okuyoruz…

Cevapla

  1. seçkin 01. Ara, 2010 at 16:42 #

yazınızı beğendim. allahın peygamberimiz ile sidr(arabistan kirazı ki sebe suresindede geçer) ‘ e hicap alarak konuşması ve hz. musanın ağacı hicap alarak Allah ile konuşmasıda vahy şekillerindendir.keza allah hz. musanın ilk vahy alışını 3 yerde bize hatırlatıyor.

İlk vahyin cennetül me’va ki(konaklama yeri mesire alanı) yanında olduğu sidretül münteha(son sird ağacı ) mevkisinde sidri kaplayarak konuşması ve en büyük ayetini göstermesi de vahy çeşitlerindendir.

Cevapla

  1. ibrahim demirelli 24. Oca, 2011 at 03:54 #

slm ihsan kardesim….
vahyin muhammed peygamberle sabitlestirilmesi düsünceniz disindaki tespitlerinize aynen katiliyorum.. umarim yanlis anlamadim aynen kopyaliyorum ifadenizi…
“Bunlar arasında “dinî” anlamda bağlayıcı olan yalnızca peygamberin vahyidir. O da, insanlıkta doğru namına ne kalmışsa hepsini tasdik edip sürdüren (el-Musaddık) Kur’an’da toplanmıştır.”
Bence bu ifade makale bünyesinde vermek istediginiz mesaja ters düsen bir ifade olsa gerek.
Bir diger elestiriyide Ritüellerle alakali makaleniz icin uradan atif yapmak isterim.. Islamii ritüelleri adeta farkli bir cihetten onaylama temayülüne girmissiniz..Ben sahsen sasirdim bu makaleyi ihsan kardesmi yazmis diye,,,, Eger daha genis kitlelere hitapetme ve ulasma yada cemaatlesme kaygisiyla asina oldugumuz dik durusunuzu bozarsaniz sizi fikri anlamda önder gören insanlari üzersiniz.. Bircok makalenizi takdir ederek ve ufkumuzun genislemesinde fayda hasila ettigi icin defaatle okuyoruz,

Bende sahsen Rabbimizin taqva ve fücuru insana ilham etmesini icimizdeki peygamber olarak mülahaza ediyorum. Din kelimesini ise sorumluluk bilinciyle fitrata uygun yasam tarzi sürmek ve bir misyonu yüklenmek (=yeryüzünün ve insanligin insa ve imari, medeniyetin tekamülüne katki) olarak addediyorum…
Allah katinda tek olan Dinin yine insanlar tarafindan firkalastirilip marka dinler olusturuldugu ( yahudilik, islam, hiristiyanlik, budizm vs) firkalasarak herkesi kendi inanc sistemine, partisine cagirdigini, kendi partisinin hak ve merkezde oldugu, diger muhalif partilerinde ehli dalale, bidat ehli, ates ehli oldugunu söyleyerek… ellerindekininde Allah katindan oldugunu söyleyerek kutsal metinler ve kutsanan elcilerle bir istismar mekanizmasi olusturduklari kanaatindeyim… insanligin medeni olarak geldigi noktada 700 ncü yillarin anlayisina dönmesi geregine ihtiyac varmidir bilmem ama güzel söz ve zikr sadece kurandadir demeyi zikrin ve güzel sözün muhammed peygamberle ne noktalandigi nede bittigi kanaatindeyim. Bu söylemim mushafi dislama yada reddetme olarak algilanmamalidir.

Ben yine sizden ufkumuzu acacak güzel fisiltilar bekliyorum..

Saygilar sunarim…

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder