13 Mayıs 2011 Cuma

ABSÜRD DİN,ÇİFTE HAKİKAT VE BÖLÜNMÜŞ DİNİ HAYATLAR

“Absürt” sözcüğü Hind-Avrupa dil kökünde sağır, dilsiz, boğuk sesli (surdo) dan Latince’ye sağır (surdus/absurdus) olarak, oradan da Fransızca’ya saçma, anlamsız (absurd) manası kazanarak geçmiş…
TDK sözlüğünde “saçma” sözcüğünün karşısında ise şunlar yazıyor: Akla uygun olmayan, yersiz bulunan, pestenkerani, absürt… Pestenkerani de Farsça’da uyduruk, saçma sapan görünüm, resim demek…
Bu durumda “absürt din”; sağır olduğu için çevresini duymayan, kör olduğu için çevreyi göremeyen, dilsiz olduğu için kendini ifade edemeyen, ifade etse bile boğuk sesli adam gibi söylediğinden bir şey anlaşılmayan, bu nedenle de pestenkerani yani uyduruk, akıl dışı, saçma sapan bir görünüm arzeden din demek oluyor.

Çünkü böylesi bir din gerçekliğe (tarihe, hayata ve tabiata) gözünü kapamış, dışarıda ne olup bittiğiyle ilgilenmemekte, kendi hayal, kuruntu, ritüel ve teoloji dünyasında yaşamakta, yaşayan gerçekliğe yabancılaşmış ve bu yüzden de tarih, hayat ve tabiat karşısında yamulmuş, “ne idüğü” belirsiz, saçma sapan (pestenkerani) bir resim gibi olmuştur.

İşte buna “absürt din” diyoruz.

***

“Dini bu işe bulaştırma, din ayrı dünya ayrıdır” sözünü çokça duymuşsunuzdur…

Gerekçe şu: Dinin, kendi içinde “absürt” olması normaldir. Çünkü din dediğin zaten dogma ve akıldışılık demektir… Din (Hrıstiyanlık) da görüldüğü gibi dogma ve akıldışılıklarla dolu… Oysa dünya sürekli değişim halinde ve akla uygun işliyor. Bu nedenle absürt dini gayet makul akan dünya sürecine, hele de devlet işlerine bulaştırmamak lazımdır…

Bu gerekçenin modern dünyada çokça revaç bulması, aslında, tarihteki Hristıyanlık tecrübesi ile çokca ilgili, hatta ona tepki biçimlenmesi nedeniyledir.

Hemen fark edileceği gibi, gerekçe, tam bir “zihinsel bölünmüşlüğü” faş ediyor.

Bir yanda dogma ve akıldışılıklarla dolu “dini hayat”, diğer yanda akıl ve mantığın hüküm sürdüğü “dünyevî hayat”…

***

Sorunu aşma yolunda Hristıyanlık tecrübesi yaşayan Batı düşünce tarihinde iki ismin kavşak noktası olduğunu görüyoruz: Tertullianus ve Descartes…

Tertullianus (öl. 220) Hrıstiyan inancını, Yunan felsefesinin “piç sorularına” karşı savunmak için şöyle bir argüman geliştirdi: “Evet, absürt (dogma, saçma ve akıldışı) ama inanıyorum.”

Çünkü Tertullianus’a göre din felsefeden, vahiy akıldan, iman bilgiden daima üstündür. Hatta vahiy akla aykırı da olabilir buna rağmen vahye teslim olunmalıdır. Akıl kendi başına bir hiçtir. İyi, akılla bulunan değil; vahyin bildirdiğidir. Örneğin “Tanrı’nın insan (İsa) biçimine girdiği ve bir insan olarak acı çektiği” dogması (vahyi) akla aykırı ve absürt bir durum. Buna rağmen inanmak gerekir. Zaten din de esasında budur.

Tertullianus’un bu argümanlarına Rönesans dönemine gelindiğinde “Madem din absürde inanmadır; o halde başta devlet olmak üzere dünya işleri bunlarla yürümez. Al absürt (dogmatik, saçma ve akıldışı) dinini, kilisene çekil” şeklinde cevap verildi. Laiklik de buradan doğdu.

Tertullianus’un, bu argümanı geliştirirken işin buralara varacağını tahmin etmiş midir bilmeyiz, ama aynı şeyi İslam için yapmaya kalkanların önlerinde duran tecrübeden ders almadıkları ve Tertullianuslaşarak bindikleri dalı kestikleri tarihin garip bir cilvesi olmaktan öte acı bir gerçek…

Öte yandan Descartes (öl. 1650) de Tertiluianos’un argümanını felsefi (epistemolojik) olarak temellendirdi. Kartezyen (Des-cartesien: Descartes’e ait) felsefe dediğimiz “çifte hakikat” görüşünü “absürt dinin” üzerine geçirdi. Böylece alanlar ayrılacak, hem din hem de dünya rahatlamış olacaktı…

Descartes’e göre varlık, özleri birbirinden farklı üç tözden (cevher) oluşur; Tanrı, Ruh ve Madde… Din manevi (Tanrı), dünya maddi aleme aittir. Tanrı madde alemiyle (din dünya ile) ruh aracılığı ile ilişki kurar. Ruh, beyindeki kozalaksı bez bölgesinden insanla ilişkiye geçer. Bu nedenle insan diğer varlıklardan farklı olarak belirlenimin (determine) dışına çıkabilir. İnsan ruhu dışındaki bütün doğa, bitkiler, hayvanlar ve insanın fizikî bedeni tıpkı bir makine gibi işler. Ancak insandaki ruh bu mekanik evrene ait değildir…

Hal böyle olunca dinin/manevî alanın kralı ile, dünyanın/maddî alemin kralı ayrı ayrı olacaktır. Çifte hakikat çifte otorite getirecek fakat bunlar birbirinden ayrılacak, birbirinin alanına girmeyeceklerdir. Artık dinde akıl ve mantık aramanın manası yoktur. Çünkü nasıl olsa alanlar ayrılmış, insanların manevi/kutsal dünyası dine terkedilmiştir. Orada her türden absürtlüğün; akıldışılığın, dogmanın, sağırlığın, körlüğün, dilsizliğin, tılsımın, sırrın, gizemin, büyünün olması gayet normaldir.

Zaten din dediğiniz de esasında bundan başka bir şey de değildir. Bu haliyle gereklidir de. Çünkü monotonluktan sıkılan modern insanın, sinemada fantastik bir kurgu filmi seyredip kafa dağıtması gibi, zaman zaman tapınağa da giderek “absürt dinin” vaazlarıyla uctuya kaçtıya, rahatlamaya ihtiyacı olacaktır.

***

Kilisenin “absürt dini”ne karşı çıkış yolları arayan batılı zihin sonunda “doğal din”e ulaştı. Din, olsa olsa böyle bir şey olabilirdi. Bu noktada da iki isim görüyoruz: Jean Bodin ve Herbert Cherbury…

Jean Bodin (öl. 1597) Rönesans döneminde gelişen “doğal din” akımının ünlü temsilcilerinden birisidir. “Yedilerin Konuşması” adlı kitabında ayrı dinlere mensup yedi kişiyi tartıştırır. Sonunda şu sonuçlara varır: “Bütün dinler doğal olan ve baştan beri bulunan tek bir dinin çocuklarıdır. Bu doğal dinin temel esasları şunlardır; Tanrı’nın bir olduğuna, ahlak bilincine, özgürlüğe, ölümsüzlüğe ve öbür dünyada bir misilleme (ceza ve mükafat) olacağına inanmak… Bu düşünceler her insanda, her toplulukta doğal olarak vardırlar…

Herbert Cherbury (öl. 1648) ise Fransız Jean Bodin’in savunduğu doğal din görüşünü daha derli toplu hale getirir. “Doğruluk Üzerine” adlı kitabında doğal bir din anlayışı geliştirip dinin özünü buraya dayandırır. Buna göre her dinin temeli, her yerde ve her zaman için geçerli şu beş önermedir: 1- Tanrı vardır 2- Bu Tanrı’ya tapınılmalıdır 3- Dindarlığın özü ahlak ve erdemdir 4- Günah ve suçlardan dolayı pişmanlık duyulmalıdır 5- Öbür dünyada bir ceza ve mükafat olacağı beklenmelidir. Hangisi olursa olsun, her dinde bu önermelere aykırı olmayan şeylere inanılabilir. Sağlıklı bir din için bu beş esas temel ölçü olmalıdır…

***

Şimdi, bir Müslüman olarak düşünelim. Hangisi “bize” yaklaşmıştır? Tertullianus’un “absürt dini” mi, Descartes’in “çifte hakikat”ı mı, Bodin ve Cherbury’nin “doğal dini” mi?

Eğer Tertulliuanus’un absürt dini derseniz, insanlık vicdanının “Başta devlet olmak üzere dünya işleri absürtle yürümez. En iyisi sen al bu absürt dinini camine çekil, senin yerin orası” denmesine razı olmanız gerekir. Nitekim denmiştir de. Bunun böyle olmasında Tertullianus anlayışı ile İslam’ı anlayanların büyük payı olduğunu düşünüyorum. Çünkü böyle bir din sonuçları bakımından aynı muameleye tabi tutulmaktan kurtulamazdı.

Descartes’in “çifte hakikatı” derseniz, absürt dine felsefi gerekçe üretmiş olursunuz. Halbuki İslam’da “tevhid” vardır; hakikat tek bir bütündür ve parçalanamaz.

Bodin ve Cherbury’nin “doğal dini” ise belki de batılı zihnin bulduğu İslam’a en yaklaşmış din anlayışıdır. Zaten doğal; fıtrî, fıtrata uygun olan demek. İslam ise, pek tabi bir fıtrat (doğal, tabiî, sağduyu, akıl ve vicdan) dinidir.

***

Yazının başındaki gerekçeye dönelim.

Absürt olan din Tertullianus’un Yunan felsefine karşı savunmak zorunda kaldığı Hristıyanlıktı. Bu nedenle tabiî ki devlet absürt bir dinin kilise dogmaları ile yönetilemez. Bu nedenle alanları ayırmak ve bunun için de “çifte hakikat” düşüncesi geliştirmek dışında çare yoktur. Laiklik tam da burada gereklidir.

Fakat çifte hakikat düşüncesini felsefi olarak reddeden ve hakikatın tek bir bütün olduğunu söyleyen, kendisini doğal yani fıtrata uygun bir akıl ve vicdan dini olarak vazeden tevhid dini söz konusu olduğunda bu ayrım geçersizdir.

Batıda doğal din fikrine ulaşanların, bunun bin sene öncesinden, hem de mükemmel bir şekilde vazedildiğini bilmiyor olmaları mazeret olarak kabul edilebilir. Fakat “fıtrat dini” kültüründen gelenlerin ve fıtrat dinine zaten mensup olanların mazereti geçersizdir. Hele böylesi bir dinin “absürt din” ve “çifte hakikat” muamelesine tabi tutulması cehaletten de öte affedilecek gibi değildir.

Çünkü böyle olunca “tevhide” inanan bir Müslümanın da hayatı bölünür.

Artık bir din vardır bir de dünya…

Dinî hayat başkadır dünyevî hayat başka…

Böyle birisi dini hayatında her türden absürte; akıldışılığa, saçmalığa, uçtu kaçtıya, sırra, tılsıma gözünü kırpmadan inanır. Sanırsınız ki bu adam din işlerinde asla akla inanmıyor, hatta tümden akılsız birisi… Fakat iş dünya hayatına gelince aynı kişi alabildiğine rasyonel, pragmatist ve modern yaşar. Hiçbir işinde absürtlüğe prim vermez, kılı kırk yararak hesaplar yapar. Sanırsınız ki bu adam dünya işlerinde asla dine inanmıyor, hatta tümden dinsiz birisi.

Böyle birisi dini hayatında alabildiğine hoşgörüsüz olurken (Çünkü kutsala akıl karıştırılmaz ve dinde farklılık olmaz) iş dünya önüne çıkmaya gelince alabildiğine hoşgörülü kesilir.

Böyle birisi kendinden güçlüye gayet ılımlı, alımlı, uyumlu ve uysal bir köle, kendinden zayıfa karşı ise acımasız bir Firavun olur.

***

Bütün bunlar, aslında, akıl ve vicdan dinine değil; absürt dinine, tek hakikate değil; çifte hakikate inanıldığından dolayıdır. Böyle birisinin dini hayatı bölünmüş, zihninin yarısı eski çağlarda, diğer yarısı modern çağda kalmıştır. Dini hayatına alabildiğine hurafe, dünyevi hayatına ise alabildiğine akılcılık ve pragmatizm hakimdir. Dini hayatı alabildiğine dünya dışıyken, dünyevi hayatı alabildiğine dünyalıdır.

İşte böyle bölünmüş, parça parça olmuş dini hayatlar…

Bu haliyle Müslüman zihin bir “bilinç yarılması” yaşamaktadır. Ruhu asr-ı saadette bedeni modern dünyada gidip gelmekte, bir türlü zihin parçalanmasını yenememekte ve adım adım Hıristıyan zihnin batıda yaşadığı sona doğru yaklaşmaktadır.

Nedir bu son?

Hurafeye batmış, tarihten çoktan çekilmiş ve dünya dışı kalmış absürt bir din…

Ona sadece inanılır. Çünkü dindir ne olsa gider. “Absürt ama inanıyorum” yegane teselli kaynağıdır. İnsanlık yaralarına merhem olacağından değil; sırf ayakta kalsın, sürsün diye…

Peki nasıl çıkacağız işin içinden?

Allah, Kitap, Peygamber… Bütün dini değer ve kavramları tarih, hayat ve tabiatla yani “Yaşayan Gerçek” ile test edeceğiz. Doğru ve yanlış, hurafe ve hakikat buradan çıkacak…

Eğer dinimiz artık yaşayan gerçekliğin işine yaramıyorsa, kanayan hiçbir insanlık yarasına merhem olmuyorsa, ayetlerinin “ma’şeri vicdan”da bir karşılığı kalmamışsa, o artık insanlığın atan kalbinin ve sızlayan vicdanının değil; şu an boşluk, ıssızlık ve sessizlikten başka bir şey duyulmayan eski çağlar tarihinin konusu haline gelmiş demektir…

Bu hazin sona engel olabiliriz, olmalıyız.

Çünkü Allah’ın tarih, insanlık ve dünya süreci üzerindeki iradesi bizim üzerimizden tecelli etti, ediyor ve edecek…

Bunun yolu, Hristıyan batının yaşadığı “absürt din” ve “çifte hakikat” anlayışını meydan okuyucu bir dinamizmle aşmak ve “bölünmüş dini hayatları” tevhid etmekten geçmektedir…

Yazdıklarımızı okuyunuz; hep buna katkı sağlasın diyedir…

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder