13 Mayıs 2011 Cuma

İnsana Tanınan Üç İlahî İmkan: Fıtrat – İşaret – Hidayet

İnsana Tanınan Üç İlahî İmkan:
Fıtrat – İşaret – Hidayet
Cağfer KARADAŞ
Doç. Dr. UÜ. İlahiyat Fakültesi
caferkaradas@hotmail.com

İnsan
İnsan, İslam inancına göre başlangıçta topraktan yaratılmış,
sonraki safhalarda ise üreme yolu ile çoğalmış bir varlık türüdür.1
Tüm varlıklar içerisinde somut varlık grubunda yer alan insan, canlı
olma özelliği ile cansız varlıklardan, hareket kabiliyeti ile bitkilerden
ve akıl melekesine sahip olma yönü ile hayvanlardan ayrılır. Bu da
insanın nev-i şahsına münhasır bir varlık olduğunu gösterir. Nitekim
Allah Teala insan için “Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım”2
mealindeki ayette onu bir ‘halife’ olarak niteler, diğer bir deyişle ona
‘halifelik’ makamını verdiğini bildirir. “Allah, Adem’e bütün isimleri
öğretti”3 ayeti ile birlikte düşünüldüğünde bir önceki ayetteki ‘halife’,
“bütün isimleri bilen” veya “kendisine isimlendirme kabiliyeti
verilmiş olan” anlamında olduğu söylenebilir. Öte yandan insanı, “Biz
insanı en güzel biçimde yarattık”4 mealindeki ayette geçen ‘ahsen-i
takvîm=en güzel biçimde’ yaratılmış varlık şeklinde anlamak da
mümkündür. İkinci ayette geçen ‘isimler’i (el-esmâ) Allah’ın, insanı
‘icat yapabilme’ ve ‘yaptığı icada isim verebilme’ yeteneği ile
donatmasının yanı sıra etrafındaki nesne ve gelişmeleri
isimlendirmek suretiyle çevresini tanıma, tanımlama ve keşfetme
kabiliyetine ve imkanına sahip kılması şeklinde anladığımızda; bir
sonraki ayette “insanın en güzel biçimde yaratılmasını” da, sadece
kalıp güzelliği değil diğer varlıklara göre bu kalıbın işlevsel üstünlüğü
ve manevî donanımı şeklinde anlamamız gerekir.
1
“Biz insanı kuru bir çamurdan biçimlenmiş cıvık balçıktan yarattık.” (el-Hicr
15/26, benzer ayetler için bk. el-Hicr 15/28, 33; er-Rahmân 55/14); “Biz
insanı karışık bir nutfeden yarattık.” (el-İnsan 76/2); “Ey insanlar sizi tek bir
nefisten yaratan, ondan da eşini yaratan ve o ikisinden de bir çok erkek ve
kadının üremesini sağlayan Rabbinizden sakınınız.” (en-Nisâ 4/1).
2
el-Bakara 2/30.
3
el-Bakara 2/31.
4
et-Tîn 95/4.
Page 3
77
İsimlerin öğretilmesiyle halifelik konumuna getirilen insan
(Adem), kendisine sunulan imkanlar içerisinde yasak olana
yönelmesiyle iradesini ilahî rıza istikametinin aksine kullanmış oldu
ve bulunduğu yerden, belirli/belirlenmiş bir süre yaşaması için
yeryüzüne indirildi.5
Belki ‘halifelik’ konumu ve ‘ahsen-i takvîm’
sureti elinden alınmadı ama normal dünyevî şartlara tabi kılınmak
suretiyle bir önceki hayatına göre daha zor koşullara itilmiş oldu.
İşte bu noktada insan, Allah’ın mesajına ihtiyaç duydu. Kur’an’da bu
durum şöyle anlatılır:
“Dedik ki: Ey Adem, sen ve eşin Cennette oturun ve
oradaki dilediğiniz yerden yeyin. Ancak şu ağaçtan asla
yemeyin. Bu takdirde zalimlerden olursunuz. Şeytan onların
ayağını kaydırdı. Ve o ikisini bulundukları yerden çıkardı. Biz
de dedik ki: Birbirinize düşman olarak inin. Yeryüzünde kalıp
belirli bir süre yaşayacaksınız. Bunun üzerine Adem Rabbinden
kelimeleri alır almaz (hemen tövbe etti) Allah da tövbesini kabul
etti. Zira O tövbeleri kabul eden ve bağışlayandır.”6
Son ayette Rabbinden kelimeleri alan Hz. Adem’in hemen tövbe
ettiğine işaret edilmekte ve Allah’ın da tövbesini kabul ettiği
bildirilmektedir. Ayette geçen ‘Adem’in aldığı kelimeler’in Allah’ın
insana gönderdiği mesaj yani vahiy olduğu açıktır. Buradan
hareketle diyebiliriz ki, insan her ne kadar yukarıda zikredilen üstün
özelliklere sahip kılınmış olsa bile, dünyevî koşullarla
karşılaştığında, ilâhî alan ile irtibat kurmasının yani ilahî mesaj olan
vahye ihtiyaç duymasının kaçınılmaz bir gereklilik olduğu bizzat
Allah tarafından bildirilmektedir. Allah’ın ilk insan olan Adem’e
muamelesi diğer insanlar için de geçerlidir ve bu, insan nesli devam
ettiği sürece devam eden ve edecek olan bir süreçtir. Çünkü ilk insan
ile diğer insanlar arasında biyolojik, psikolojik, hatta fiziksel görünüş
itibariyle bir farklılıktan bahsetmek mümkün değildir. Nitekim ilk
insan Hz. Adem’den itibaren bir çok peygamberin Kur’an’da bize
örnek gösterilmesi, ilk insanla bugünkü insan arasında bir farklılığın
olmadığının açık göstergesidir.
Yukarıdaki mülâhazalardan hareketle diyebiliriz ki, Allah Teala
insanı iradeli bir varlık olarak yaratmış, ‘rab’ isminin gereği olarak
onunla irtibatı vahiy ile sürdürmüş ve bu irtibat ile ona iradesini iyi
yolda kullanması için sürekli telkinde bulunmuştur. Bu telkin,
insanın iradesini sınırlayıcı veya etkisizleştirici değil, destekleyici ve
itici bir müdahaledir. Nitekim Kur’an bu müdahaleyi destek olma
anlamında ‘tevfîk’ kavramı ile7; bunun aksini yani ilahî telkine
5
el-Bakara 2/36.
6
el-Bakara 2/35-37.
7
en-Nisâ 4/35; Hûd 11/88.
Page 4
78
kişinin kendisini kapatmasını veya telkini reddetmesini ise , ‘tek
başına kendi haline bırakılması’ anlamına gelen ‘hizlân’ kavramı ile8
niteler. Daha açık ifade ile ilahî telkine kendisini açanları, Allah
Teala destekler; kapatanları ise kendi başlarına bırakır.9 Bu telkin
aslında süreklidir ve bazen melek aracılığı ile bazen de doğrudan
ilâhî bir lütuf olarak gerçekleşir. Çünkü Allah, şeytanın saptırma
gayretine ve vesvesesine karşı10, mü’min kullarını melekler ile
destekler11. Bu telkinin en açığı ve bağlayıcı olanı peygamberler
aracılığı ile gönderilenidir. Sözgelimi
“Nuh’a ve ondan sonra gelen peygamberlere vahyettiğimiz
gibi, sana da vahyettik. İbrahim’e, İsmail’e, İshak’a, Yakub’a,
Harun’a ve Süleyman’a vahiy etmiş ve Davûd’a da Zebûr’u
vermiştik”12
mealindeki ayette bu açık biçimde ifade edilmiştir. Ayette
sınırlı sayıda peygamber isminin geçmesi vahyin onlarla sınırlı
olduğu anlamına gelmez; aksine sayılanların örnek olarak seçildiği
anlamına gelir. Ayrıca söz konusu ayette asıl verilmek istenen,
Allah’ın ilk insan Hz. Adem’den itibaren bütün insanlara
peygamberler aracılığı ile doğru yola çağıran ve bağlayıcılığı bulunan
vahiy gönderdiğidir. Tarihî süreç içerisinde farklı zaman ve
mekanlarda peş peşe gelen vahiylerin birbirini nakzetmediğini
vurgulamak sadedinde ‘Kur’an’ın “Kendinden önceki kitapları
doğrulayan”13 şeklinde nitelenmesi bu açıdan anlamlıdır.
10Fâtır 35/6; en-Nâs 114/4-6.
11el-Enfâl 8/12. Şeytanın vesvesesi ve meleklerin buna karşın insanlara desteği
konusunda daha geniş değerlendirme için bk. Ebû Mansûr el-Mâtürîdî,
Te’vîlâtü’l-Kur’ân’dan Tercümeler (trc. Bekir Topaloğlu), İstanbul 2003, s. 116-
124.
12en-Nisa 4/163.
13el-Bakara 2/41, 91, 97; Âli İmrân 3/3, 50; en-Nisâ 4/47.
14er-Rûm 30/30.

A. Fıtrat
“Sen yüzünü hanîf olarak dine, Allah’ın insanları yarattığı
‘fıtrat’a çevir”14
mealindeki ayette ‘fıtrat’ın ‘ilk hali’, ‘aslı’ ve
8Âl-i İmrân 3/160; el-İsrâ 17/22. ‘Tevfîk’ ve ‘hizlân’ kavramları için ayr. bk.
Ebû Hanife, el-Fıkhu’l-Ekber (Mustafa Öz, İmam-ı Azam’ın Beş Eseri içinde)
İstanbul 1981, s. 60; Ali el-Kârî, Şerhu’l-Fıkhi’l-ekber, Beyrut 1404/1984, s.
73; İlyas Çelebi, İmam Azam Ebû Hanife’nin Fıkhî Görüşleri, İstanbul 1996, s.
93-94.
9Söz konusu ‘tevfîk’ ve ‘hizlân’ kavramlarını düşüncesinin temel terimleri
haline getiren Ebû Hanife Allah’ın kula muamelesini bu çerçevede izah etme
eğilimindedir. Diğer bir ifade ile kul Allah’a karşı olan görevlerini yerine
getirme eğilimine göre ya tevfîk ya da hizlân’a muhatap olur. bk. el-Fıkhu’l-
ekber, s. 73.
‘bozulmamışlığı” ifade ettiğini söylemek mümkündür.15
Diğer bir
deyişle, bu ayette bozulmuş olan insanın, yaratılıştaki o ‘asl’ına
dönmesi istenmektedir. Nitekim bu ayetin öncesindeki “Hayır!
Zulmedenler, bilgileri olmaksızın keyfîliğe (ehvâ) uydular. Allah’ın
dalalette bıraktığına kim yol gösterebilir? Onlar için bir yardımcı asla
yoktur”16 mealindeki ayette aslını yitirmiş, keyfî yaşam süren ve
adaletten uzak insanlar söz konusu edilmektedir. Öyleyse ‘fıtrat’ ile
ilk yaratılış ve oradaki bozulmamış ‘asıl’ hatırlatılmaktadır. Nitekim
ayetin sonrasında “Allah’ın yaratmasında bir değişiklik yoktur”
ifadesi ile insan çevresinin etkisiyle ne kadar bozulursa bozulsun,
‘asl’ın yani insanın yaratılıştaki ‘cevher’inin kesinlikle
bozulmayacağı, ilahî bir hüküm olarak ortaya konmaktadır. Nitekim
“Dünyaya gelen her insan fıtrat üzere doğar; sonra anne babası onu
yahudî, hıristiyan, mecusî yapar”17 hadîsi de insanın aslına işaret
etmekte ve çevrenin asıl üzerindeki tahribine dikkat çekmektedir. Bu
hadîs bir bakıma devam eden bir sürece yani insanın, çevresinin
etkisinden kurtulması imkanına da dikkat çekmektedir. Çünkü
çevresinin etkisiyle kazandığı o nitelikler insan için bir son değildir.
Başta Hz. İbrahim olmak üzere Kur’an’daki peygamber kıssaları
insanın çevresi ile olan tevhîd mücadelesinin en güzel örnekleridir.
Bu mücadelede insanın başarısı “Kim tağûtu inkâr edip Allah’a
inanırsa, sağlam bir kulpa yapışmış olur”18
mealindeki ayetin
gösterdiği ‘sağlam bir kulpa’ tutunmakla mümkündür. Zaten fıtrat
ayetinin sonunda da “İşte sağlam ve doğru din budur”19 şeklindeki
kesin hüküm ile bu ‘sağlam kulp’un Allah’ın gönderdiği din olduğu
ve ancak bu dine intisap ile fıtratın korunabileceği ifade
edilmektedir. Dinden yüz çevirmek suretiyle küfre dalanlar ise,
Allah’ın yarattığı fıtrata yani asıllarına yüz çevirenlerdir. Bu asla
tekrar dönüş, ancak Allah’ın hidayeti yani ilahi desteği ile olur.
Fıtratın ‘asıl’ olduğu tespitini yaptıktan sonra bu aslın
mahiyetinin ne olduğunu, yine Kur’an’da aramak gerekir. Bu
noktada yukarıda bir başka bağlamda değinilen insanın yaratıldığı
şekil olan ‘ahsen-i takvîm’20
ve ilk insan Hz. Âdem’e ‘öğretilen
isimler’21 bizim için aydınlatıcı olabilir. ‘Ahsen-i takvîm’ kavramı,
insanın en güzel biçimde yaratıldığını ifade etmektedir. Bu güzelliğin
insanın hem psikolojik hem de biyolojik yönünü kapsadığını
söylemek mümkündür. Zaten insanın ruhî yönü ile fizikî yönü bir
15
Hayati Hökelekli, “Fıtrat”, DİA, İstanbul 1996, XIII, 47-48.
16
er-Rûm, 30/29.
17
Buhari, “Cenâiz”, 79, 80, 93; Müslim, “Kader”, 22-25.
18
el-Bakara 2/256.
19
er-Rûm 30/30.
20
et-Tîn 95/4.
21
el-Bakara 2/31.
Page 6
80
birini tamamlamaktadır.22 Bir birini tamamlayan iki şeyin bir arada
bulunabilmesinin şartı ‘uyum’ tamlığının olmasından geçer. Aksi
takdirde insanın kendi içerisinde sürekli bir çatışma ve uyumsuzluk
söz konusu olur. Bu ahsen-i takvîm üzerine, etrafını tanıma,
tanımlama ve kategorize etme kabiliyeti anlamına gelen isimlerin
öğretilmesi23 eklendiğinde, Allah’ın ‘halife’ diye nitelendirdiği24 deyim
yerindeyse melekleri bile ‘şaşırtan’ bir varlık ortaya çıkar. İnsan bu
aslını yani fıtratını kendisini yaratan ile olan irtibatı sayesinde korur
ve sürdürürse, yaratılış amacına uygun bir hayat sürmesi mümkün
olur. Aksi takdirde yani aslının bozulması sonucunda, ilahî
destekten mahrum kalır ve kendi içindeki bütünlük tehlikeye girer;
sonuçta hem kendi içi ile hem de çevresi ile çatışma hali ortaya
çıkar. Ya da Hz. Peygamber’in hadîsinde geçtiği gibi bozulmuş bir
ortama/çevreye uyum sağlar, ruhî ve bedenî bağışıklık kazanır; Allah
da onu kendi haline bırakır (hizlân) ve isyan eden İblîs’e tanındığı
türden25 bir mühleti ona tanır; o da bu mühlet ile geçici bir rahatlığa
kavuşur ve belirlenen zamana kadar dilediği gibi yaşar.26
“Küfür ve zulüm gibi kötü davranışların sonucu bu dünyada
görülür mü?” sorusuna, Allah’ın insanlara imtihanın gereği olarak
süre vermesi anlamına gelen ‘mühlet’ tanımasından hareketle ve
ayrıca bu dünyada sadece Allah’ın rahmetinin tezahürü söz konusu
olduğundan görülmeyebilir şeklinde cevap vermek mümkündür.
Çünkü bu dünya bir imtihan yeridir; bir karşılığın takdir edilebilmesi
için, imtihanın bitmesi gerekir. Nitekim Allah Teâla belli bir süre yani
ecel vakti gelinceye kadar insanlara yönelik rahmetinin ve
kendilerine tanınan yaşama imkanlarının devam edeceğini garanti
22
Her ne kadar ruh ile beden birbirinden farklı ve kategorik olarak bağımsız
değerlendirilseler dahi, fonksiyonel anlamda düşünüldüğünde birinin
diğerinden bağımsız düşünülmesi mümkün değildir. Bazı düşüncelerdeki
bedenin ruh için tutsaklık yeri olması ve oradan kurtulmaya çalışması, İslam
nokta-i nazarından doğru kabul edilemez. Çünkü yeniden diriliş ile birlikte
ruh ile beden birlikte diriltilecek ve ebedi bir hayat verilecektir. Öte yandan
ruhun bedenden tamamen işlevsel bir ayrılığının söz konusu olması
yaratılmamış olması inancını da beraberinde getirir. Halbuki kelam alimleri
felsefecilerin aksine ruhun da beden gibi cisimden ibaret olduğunu kabul
ederler ve ruh ile bedenin bir arada bulunmasını iki cismin bir arada
bulunması olarak görürler. Bu anlamda yaratılmışlık noktasında aralarında
bir fark da yoktur. (bk. Rüknüddîn es-Semerkandî, el-Akîdetü’r-Rukniyye (el-
Akîdetü’z-zekiyye), Süleymaniye Ktp. No. 1691’den fotokopi İSAM, no. 82911,
s. 14-15). Dolayısıyla ruhsuz beden ya da bedensiz ruhun işlevsel açıdan
hiçbir anlamı yoktur. Zaten yeniden dirilişteki uygulama da bu gerçeğe işaret
eder.
23
el-Bakara 2/31.
24
el-Bakara 2/30.
25
el-Hicr 15/36-38.
26
el-Fussilet 41/45; eş-Şura 42/14.
Page 7
81
etmiştir.27
Öyleyse ilahî mükâfat ve cezâ şeklindeki karşılıklar
dünyadaki imtihanın değerlendirildiği yer olan mahşerden sonra
cennet veya cehennem şeklinde tezahür edecektir. Bu dünyada
karşılaşılan belâlar veya felâketler, Allah’ın kâinata koyduğu
adetullah/sünnetullah28 denilen kurallara uymamanın sonucu veya
imtihanın gereğidir. Diğer bir deyişle dünya, eğer bir sınama alanı ise
burada inanan-inanmayan herkesin eşit oranda sınanmaya tabi
tutulması gerekir. Öyleyse eskilerin dediği gibi, Allah bu dünyada
‘rahmân’ ismi ile tecelli eder. Rahmetinin ve gazabının tecellîsi
ahirette yani iyi ile kötünün, mü’min ile kâfirin ayırt edildiği
mahkeme-i kübranın sonucunda gerçekleşir; diğer bir deyişle
rahmeti cennetliklere; gazabı ise cehennemliklere tecelli eder.29
Allah’ın rahmetinin sınırsız, gazabının ise adil olduğunu
söylemek Kur’an’daki Allah tasavvuruna uygun düşer. Nitekim Allah
Teala Kur’an’da “İnanan ve iyi ameller işleyenlere ardı arkası
kesilmeyen mükafat”30
vaat ederken zâlimlere ve kâfirlere adil
davranılacağını sadece yaptıklarının karşılığını vereceğini
bildirmektedir.31 Öte yandan insanın mutlaka yaptığının karşılığını
göreceği “Kim zerre kadar hayırlı bir şey yapmışsa onun karşılığını,
kim de zerre kadar şer yapmışsa onun karşılığını görecektir”32
27
Yâsîn 36/44.
28
Adetullah, Allah’ın adeti anlamına gelir ve kainata koyduğu nizamı ifade eder.
Ancak bu nizam, Allah’ın müdahalesine açık bir nizamdır. Allah dilediği yerde
bu nizamı kesebilir. Mucizeler bunun en önemli göstergesidir. Aslında bu
nizam sebep-sonuç ilişkisi içerisinde işler ancak, bu ilişki zorunlu bir ilişki
değil, mümkün/olumsaldır. Şu kadar var ki, Allah’ın müdahalesi mahfuz
tutulmak şartıyla insan açısından kainattaki nizam sebep-sonuç içerisinde
işleyen değişmez bir nizam olarak görülebilir. Eskilerin ‘esbâba tevessül
etmek gerekir’ sözleri bunu ifade etmektedir. Son zamanlarda bazı
düşünürlerin Allah’ın kainata zorunlu bir takım kanunlar koyduğu şeklindeki
iddiaları geleneksel tasavvur ile örtüşmemektedir. Onlar bu iddialarını
güçlendirmek için ‘sünnetullah’ kavramını kullanırlar ancak bu kavramın
onların bu iddialarına hizmet etmesi de pek mümkün görünmemektedir. Eğer
Allah’ın kadîm ve yegane yaratıcı bir varlık olduğunu kabul ediyorsak,
Allah’ın hükmü ve hükümranlığı dışında bir zorunluluktan veya zorunlu bir
alandan bahsedilemez. Öte yandan Kur’an’da geçtiği şekliyle Allah’ın insana
ve topluma yönelik uygulamasıdır. Bu anlamıyla kelamcıların kullandığı
adetullahtan ayrılır. Bir başka deyişle Yüce Allah’ın insanın ve toplumun
gidişatına ve davranışlarına göre onlara yönelik muamelesi sünnetullahtır.
Adetullah ise zorunlu görmemek şartıyla bugünkü kullanıldığı anlamıyla
tabiat kanunlarıdır, yani kainatın işleyişidir.
29
Isbehânî, el-Müfredât, İstanbul 1986, s. 279; Gazzâlî, el-Maksadü’l-esnâ fî
esmâi’l-lâhi’l-hüsnâ, Beyrut ts., Dâiratü’l-Kütübi’l-İlmiyye, s. 41; Suat
Yıldırım, Kur’an’da Ulûhiyyet, İstanbul 1987, s. 111; Metin Yurdagür, Esmâ-i
Hüsnâ, İstanbul 1996, s. 69, 72.
30
et-Tîn,
31
Yunus 10/54; el-Enbiyâ 21/47; Fussilet 41/46.
32
ez-Zilzâl 99/7-8.
Page 8
82
mealindeki ayet ile ihtar etmekte ve yapılan işlerin kesinlikle tam
karşılığını vereceği vaadinde bulunmaktadır.33
İnsanın harîs olması onu cimriliğe sevk etmekte ve Allah’ı da
kendisi gibi tasavvur etmektedir. Allah Teâla rahmet hazinelerinin
genişliğine işaret ettikten sonra insanın bu harîs ve cimriliğinin
kendi sınırlarını aşıp Allah’ın rahmetini diğer insanlardan kıskanma
noktasına ulaştığına dikkat çeker.34
Bir nevi biz insanlar kendi
düşünüş ve duruşumuzla Allah’ın rahmet hazinelerinden hem
kendimizi hem de hemcinslerimizi mahrum etme çabası içerisindeyiz.
Halbuki rahmetinin her şeyi kuşattığını35 bildiren Yüce Allah, cennet
ehline vereceği nimetin genişliğini ifade için “bütün denizler
mürekkep, ağaçlar da kalem olsa hatta bir o kadar da ardından
destek getirsek, rabbinin kelimeleri bitmezden önce onların hepsi
biter”36
temsili ile haber verir. Bu kadar bol rahmet karşısında
insanoğlunun sıkıntıya girmesi, elindekini tutmasının yanı sıra
başkasının elindekine göz dikmesi anlaşılır gibi değildir. Bütün
bunlar sahîh ve sağlam bir inanca sahip olmamanın sonucudur.
İnsan nasıl bir inanca sahipse ona göre bir Tanrı tasavvuruna sahip
olur veya olamaz; bu da onu zihnindeki tasavvuruna uygun bir
sosyal ve kültürel dünya oluşturmaya sevk eder. Çünkü zihindeki
tasavvurun gerçek hayata yansımasının olması kaçınılmazdır.
İnsanın sahîh ve sağlam bir inanca sahip olması için, öncelikle
ihtiraslarından kurtulması veya en azından onları frenlemesi gerekir;
ihtiraslarını frenlemesinin yolu ise, gelecekte hesaba çekileceğini ve
yaptıklarının karşılığını göreceğini bilmesi; hepsinden de önemlisi
sonsuz merhamet sahibi olan Allah’ın aynı zamanda gazap sahibi
olduğuna da inanmasıdır.
Allah’ın gazabı, inkar ve zulmünde inat eden, haddi aşmada
ısrar eden kimseler içindir. Allah’ın verdiği temiz rızıklardan yiyen bu
husustaki ölçüyü bozmayan kimselere gazap söz konusu değildir.
Haddi aşma durumunda inat ve ısrar söz konusu olmazsa, kişi gazap
çizgisinden kurtulmuş olur. İnat ve ısrardan dönüş ancak tövbe
etmekle yani günahını Allah’a itiraf edip af dilemekle olur.37 Bu
şekilde tövbe edenleri Allah affedeceği gibi öte dünyada onlara
cenneti bahşedecek ve asla onları haksızlığa uğratmayacaktır.38
Aslında bu tavrıyla insan aslına yani fıtratına dönmüş olacaktır.
Allah’ın insanlara zaman zaman peygamber göndererek onları
doğru yola sevk etmesi, insanların ‘unutkan’ ve ‘nankör’ olmaları
33
Hûd 11/111.
34
el-İsrâ, 17/100; el-Meâric 70/19-21.
35
el-A’râf 7/156.
36
Kehf 18/107-109.
37
bk. Tâhâ 20/81-82.
38
Meryem 19/60.
Page 9
83
dolayısıyladır. Allah’ın ayetleri okunduğu zaman ağlayarak secdeye
kapanan peygambere inanan ilk nesillerden sonra gelenler, onların
yolunu unutarak ya da bilerek terk etmek suretiyle başta namaz
olmak üzere Allah’a karşı kulluk vazifelerini yerine getirmemeleri,
üstelik şehvetlerinin peşine düşmeleri sebebiyle Allah’ın gazabını
üzerlerine çekerler.39
Allah’ın gazabı, öç almak veya intikam
duygusuyla gerçekleşen bir cezalandırma değil, adaletin yerini
bulması için takdir edilmiş bir cezadır. Adalet işlenen suç ile verilen
ceza arasında denge kurulmasını gerektirir. Bundan dolayıdır ki,
Kur’an’da hiç kimseye haksızlık edilmeyeceğini ve suçlu ile suçsuzu
ayıran ölçünün, ‘adalet terazisi’ olduğu açıkça belirtilir ve zerre
miktarının bile gözetileceği vurgulanmak suretiyle insanlara ‘adalet’
garantisi verilir. Bu adaletin dış tesirlerden arınmış olduğunu
göstermek için hesap görücünün sadece Allah’ın Kendisi olduğu
özellikle tasrîh edilir.40 Nitekim Kur’an’da Allah’ın isimleri arasında
geçen ‘muntakim’ ismi, öç ve intikam alan değil, ‘doğru yoldan
sapmak (dalâlet) suretiyle Allah’ın rızasına aykırı hareket edenlere,
ahirette adalete uygun bir şekilde cezalarını takdir eden”
anlamındadır.41
Gelinen noktada Allah’ın gazabının ahirette zâlimlere, fâsıklara
ve inkarcılara yönelik tecellî edeceğini; bunun da cehenneme
girdirme şeklinde gerçekleşeceğini söylemek mümkündür. İlgili
Kur’an ayetlerinden anlaşılan da budur. Hz. Peygamber’e görevinin
sadece vahyi muhataba duyurmak anlamına gelen ‘tebliğ’ olduğunu
bildiren ayetler42
bu yargıyı güçlendirmektedir. Üstelik ayet-i
kerimede Allah ‘hesap görecek olanın sadece kendisi olduğunu’
açıkça belirtir.43
Hz. Peygamber’e yönelik “Sen istediğini doğru yola
(hidayet) eriştiremezsin, fakat Allah istediğini doğru yola iletir. O,
yola gelecek olanları daha iyi bilir”44 şeklinde uyarıda bulunması
yegane hüküm ve karar merciinin Allah olduğunun açık
göstergesidir. Bu uyarı ile aynı zamanda peygamberi tebliğ
hususunda rahatlatma da hedeflenmiştir. Çünkü insanlar yaptıkları
işin sonucunu görmek ve sonuç almak isterler. Halbuki
sonuçlandıracak ve hedefe ulaştıracak olan Allah’tır. Hidayete ermek,
kalbi bir iş olduğundan, peygamber de olsa hiçbir insan başkasının
kalbini bilemez, ancak Allah bilir.
Yukarıda birçok vesile ile işaret edildiği gibi, bu dünyada
insanın başına gelenler, Allah’ın bir intikamı veya gazabı değil,
39
Meryem 19/58-59.
40
el-Enbiyâ 21/47; Fussilet 41/46.
41
Suad Yıldırım, a.g.e., s. 241-242; Metin Yurdagür, a.g.e., s. 222-223.
42
Âl-i İmrân 3/20; er-Ra’d 13/40.
43
er-Ra’d 13/40.
44
Kasas 28/56.
Page 10
84
adetullah/sünnetullah dediğimiz tabiata Allah’ın koymuş olduğu
nizamın gereğini yerine getirmemenin sonucunda meydana gelen
maddî ve manevî zararlardır. Nitekim tabiatın işleyişini takip ve
tespit eden ve bunların gereğini yerine getiren insanlar ya bu tür
felaketlerden tamamen ya da az bir zararla kurtulabilmektedirler.
Kışın soğuğunda ince bir elbise ile dışarı çıkmak nasıl hastalanmaya
sebep olursa, dere yatağını yerleşim yeri edinmek, deprem bölgesine
uygun olmayan binalar yapmak da yıkıma ve ardından gelecek
felaketlere davetiye çıkartır. İnsanın başına gelen beklenmedik bazı
durumlar veya olumsuzluklar ise, inancımız gereği imtihanın bir
sonucudur. Nitekim ‘Ben insanları ve cinleri ancak bana kulluk
etsinler diye yarattım”45 mealindeki ayet-i kerimede bunu açıkça
bildirmiştir. Diğer bir deyişle Allah bizi çeşitli şekillerde denemekte ve
kendisine olan kulluğumuzun bir sınamasını yapmaktadır. Bu da
O’nun sünnetidir.46
Bu sünnetin gereği olarak dünyada rızaya
uygun davranmayanların ahirette gazaba uğramaları kaçınılmazdır;
bu aynı zamanda adaletin de gereğidir. Sonuç olarak bu dünyada
Allah’ın rızası doğrultusunda hareket eden insan; zulmetmez, küfre
ve inançsızlığa gitmez, kimsenin malına ve canına kastetmez; Allah’a
karşı olan görevlerini yerine getirip, çevresine karşı dengeli ve ölçülü
bir davranış sergileyen ise, Allah’ın gazabından uzaklaşır, engin
rahmetine kavuşur.
B. İşaret
Üstün özelliklerle yaratılan insanın gönderildiği dünya, Allah
tarafından bir zıtlıklar harmonisi şeklinde düzenlenmiştir. Her bir
‘nesne’nin her bir ‘olay’ın, zıttı, karşıtı, dengi veya benzeri
bulunabilmektedir. Bütün bunlar bir düzen içerisinde
yerleştirilmiştir. Sözgelimi zıtlar aynı anda aynı yerde bulunmazlar;
bu durum karşıt, denk ve benzer için de geçerlidir. İnsan bu kadar
farklılıklar karşısında zor durumda kalmasına karşın, bunların belli
esaslar çerçevesinde yerleştirilmiş olması ve olayların gelişiminin bir
düzen ve ahenk içinde cereyan etmesi büyük kolaylık sağlamaktadır.
Bu durumda insan, kendisine verilen imkanları kullanarak içinde
bulunduğu şartlara uyum sağlayabilir. Daha açık bir ifade ile insan
öncelikle etrafındaki nesne ve olayları tanıyarak kendisine göre bir
tasnif yapar ve Allah tarafından kurulmuş olan büyük düzen içinde
kendi imkan ve şartlarına göre küçük bir düzen kurar. İşte bu, halife
olmanın kendisine sağladığı bir imkandır; ancak bu imkanın aynı
zamanda gereğini yapmakla sorumluğunu da beraberinde getirir. Bu
sorumluluk, önce kendisine karşı, yani kendi yaşama şartlarını
45
ez-Zâriyât 51/56.
46
el-Mü’min 40/85.
Page 11
85
oluşturma ve böylece hayatını sürdürülebilir hale getirmesi görevini
yükler. Ancak bütün bu imkan ve sorumluluklarını bilebilmesi ve
sürekli bunun bilincinde olabilmesi için, ilahî irtibata kalbini açık
tutması gerekir. Aksi takdirde, kendisine verilen imkanların
kendisinden kaynaklandığı ve kendisine ait olduğu vehmine
kapılabilir ki; bu vehim, hayatının bitme noktasında dönüşü
olmayan bir pişmanlığın içine onu sürükler. Çünkü ilahî irtibat,
onda hem imkanların ve şartların hazırlayıcısının Allah olduğu hem
de dünyada sürekli değil belli bir süre bulunacağının bilincini diri
tutar.
Öyleyse insan kalbini açık ve bilincini diri tuttuğu takdirde,
dünyada hem kendisine yol gösterecek (hidayet) hem de Allah’ı
hatırlatacak bir çok ayeti keşfetme imkanına kavuşur. Diğer bir
deyişle aslında kalbi açık ve bilinci diri olan kişi için, her nesne ve
her olay bir ayettir.
“Yerlerin ve göklerin yaratılışı, gece ile gündüzün peş
peşe gelişi, insanlara yararlı olsun diye denizde yüzen gemi,
öldükten sonra yeryüzü dirilsin (kuruyup ölen bitkiler tekrar
ortaya çıksın) ve her hayvan ondan istifade etsin diye Allah’ın
gökten indirdiği yağmur, rüzgarın yönlendirmesi, insanın
emrine verilmiş olan gök ile yeryüzü arasındaki bulutlar;
düşünen topluluk için bir işarettir.”47
Allah’ın kendisine tahsis etmiş olduğu aklını kullanmak
suretiyle bu ‘işaretleri’ keşfeden veya keşfetme eğiliminde olan insan
önce kendisini sonra Allah’ı bilir. Sözel ilahî ayetlerden oluşan ve
peygamberler aracılığı ile insana yol göstermesi (hidayet) için
indirilen Kur’an’ın bir başka ayetinde ise
“Biz onlara âfâkta (dış dünyada) ve enfüste (insanın
kendisinde) olan ayetlerimizi göstereceğiz ki, o Kur’an’ın gerçeği
ifade ettiği onlara iyice belli olsun. Rabbinin her şeye şahit
olması yetmez mi?”48
buyrularak bu durum açık bir şekilde dile getirilmiştir. Bu
noktada şunu bilmek gerekir ki, kişinin Kur’an ayetlerinin gerçeği
ifade ettiğini kavrayabilmesi için, yaşadığı çevredeki ve kendi içindeki
işaretleri (ayetler) yani kendisine bahşedilen imkanları ve içinde
bulunduğu şartları iyi okuması gerekmektedir. Kur’an’ın bütünü
içerisinde bu işaretler ayrıntılı ve somut olarak açıklanmaktadır.
Sözgelimi, Kur’an’ın en çok bilinen sûrelerinden olan ve özellikle
ölüm hâdiselerinde dirilere Allah’ın ayetlerinin hatırlatılması için
okunan Yâsîn sûresinde, gecenin, gündüzün, ayın, güneşin ve
47
el-Bakara, 2/164.
48
Fussilet 41/53.
Page 12
86
suyun kaldırma gücünün Allah’ı hatırlatan bir âyet olduğu
vurgulanmakta; insanın zamansal olarak hem ilerisine hem gerisine;
mekan itibariyle de hem önüne hem arkasına karşı dikkatli olması
gerektiği ihtar edilmekte ve Allah’ın rahmetine sığınması
öğütlenmektedir.49
Kur’an’da zikredilen enfüsî ve âfâkî kainat ayetlerini yedi grup
şeklinde tasnife tabiî tutmak mümkündür:
a. İnsanın yaratılışı, biyolojik ve psikolojik yapısı, fonksiyonları,
b. Hayvanların ve bitkilerin yaratılışı ve insanın hizmetine
verilişi,
c. Yeryüzü ve şekillerinin bir nizam ve intizam içerisinde
olması,
d. Su ve suyun canlılığı sürdürmedeki başat rolü,
e. Gezegenler ve gökyüzü yani uzay nizamı,
f. Suyun kaldırma gücü ve bu sayede taşımacılık ve diğer işler
için gemilerin yüzmesi ile ilgili ayetler.50
Bütün bunlar incelendiğinde daha önce de belirtildiği gibi
kainatta zıtlıklar içerisinde bir düzenin olduğu açıkça görülür. Belki
burada kavramakta güçlük çekilen deprem, sel ve kasırga gibi maddî
ve manevî büyük zararlara yol açan; henüz gerçekleşeceği zamanı ve
yeri tespit edilemeyen/keşfedilemeyen felaketlerdir. Ancak bunlar da
dikkatli incelendiğinde, belli düzen içerisinde gerçekleştiği görülen
olaylardır. En azından ulaşılan teknolojik imkanlar ile bu gibi
olayların gerçekleşme ihtimali bulunan yerler tespit edilebilmektedir.
Dolayısıyla bu gibi hâdiselerin kainat sistemi içerisinde olduğu
bilimsel olarak keşfedilmiştir. İnsanın üzerine düşen vazife, bu
sistem içerisine yerleştirilmiş olan ve Müslümanlar tarafından
‘adetullah/sünnetullah’ olarak nitelenen bu gibi olaylara karşı yine
Allah’ın kendisine bahşettiği imkanları kullanarak tedbir almasıdır.
Somuta indirgemek gerekirse, deprem bölgesi olduğu tespit edilen bir
bölgede yaşayan insanlara düşen, bölge şartlarına uygun bir imar ve
iskân gerçekleştirmeleridir. Bunu yapmadıkları takdirde, şartlara
uygun davranmadıklarından dolayı, başlarına gelecekten kendileri
sorumlu olurlar. Sel ve kasırganın da, hangi bölgelerde zararlı
olabileceği tahmin edilebilmektedir; dolayısıyla insana gereken buna
uygun bir yaşam tarzı oluşturmasıdır. Aslında bunlar uzun
aralıklarla başımıza geldiğinden dolayı, Kur’an’da belirtildiği gibi
insanın ‘unutma’51 özelliği bu gibi hadiseleri hatırlamamasına neden
olmakta ve tedbirsiz davranmaktadır. Yine insanın Kur’an’da
49
Yâsîn 36/36-46.
50
Bekir Topaloğlu, Allah’ın Varlığı (İsbât-ı Vâcib), Ankara 1981, s. 23-24.
51
bk. el-Mâide 5/13-14; el-Haşr 59/19.
Page 13
87
belirtilen diğer bir özelliği ‘aceleci’52 olmasıdır. Bu özelliği dolayısıyla
hemen gelir getirecek veya fayda sağlayacak tavır ve faaliyet içerisine
girer; ilerisini, yani bu tavır ve faaliyetinin gelecekte karşısına nasıl
bir fatura çıkaracağını düşünmez. Nitekim her deprem sel ve kasırga
felaketinde bunu maalesef yaşamaktayız.
Netice olarak, nasıl ki, yağmur, kar ve rüzgar Allah’ın işaretleri
ise bunlar sayesinde canlıların su ihtiyacını gidermesi, yeryüzünün
su depolaması ve yine bitkilerin döllenmesi mümkün oluyorsa;
deprem, sel ve kasırga da Allah’ın işaretleridir; bunlar sayesinde de
insan karşılaşacağı felaketlere karşı hazırlıklı olmayı öğrenmektedir.
Bel ki bunların henüz keşfedilmeyen yeryüzündeki bir takım
oluşumlar için faydası da bulunabilir. Öyleyse bize düşen,
sorumluluğumuzu Allah’a havale etmek değil, sahip çıkmak ve
Allah’tan destek istemektir. Nitekim Allah kendi sorumluluğunu
bilen ve bunları yapma gayretinde olan insanlara hidâyet ve kerâmet
şeklinde destekte bulunacağını vaat etmektedir. Bu vaatlerinin bir
gerçeklik olduğu, geçmişten gelen tarihi verilerden bilinmektedir.
C. Hidâyet
Türkçede ‘yol göstermek’ veya ‘yönlendirmek’ şeklinde
karşılayabileceğimiz ‘hidayet’ kelime olarak, ‘irşad etmek’, ‘delâlet
etmek’ ve ‘sevk etmek’ gibi anlamlara gelmektedir. Arap dilindeki
‘hayra sevk etmek’ şeklindeki olumlu kullanımın da etkisiyle kelime
daha sonraki zamanlarda tamamıyla olumlu anlama tahsis edildiği
görülür.53 Nitekim ‘hidayet’in beğenilen, övünç duyulan ve sonuçta
kişiye yarar sağlayan hususlarda kullanıldığına dikkat çeken
Fahreddîn er-Razî, bu kelimenin ‘hedefe ulaştıracak yol işaretini
görmezden gelme’ anlamındaki ‘dalâlet’in karşıtı (mukâbili) olarak
kullanılması gerektiği hususunda ısrar eder.54 Bu durumda ‘hidayet’
için kısaca ‘hayra götüren şey’ şeklinde tavsîfî bir tarifte bulunmak
mümkündür. Biraz açmak gerekirse hidayet, her türlü hususa
rehberlik etmek, yönlendirmek değil, sonuçta hayır ve iyilik getirecek
hususlara sevk etmek, irşat etmektir. Bu anlamıyla ‘hidayet’, islamî
literatürdeki “Akıl sahiplerini kendi hür iradeleri ile hayırlara
sevk eden ilahî bir kanundur” şeklindeki din tarifi ile uyumlu
olmuş olur. Zira bu tarife göre dinin kişiye sağlayacağı kazanç
‘şerr’in zıttı olan ‘hayır’dır.55
Bu durumda hidayet, dinin kişiye
52
“İnsan hayrı ister gibi şerri istemektedir. İnsan pek acelecidir”. (el-İsrâ
17/11).
53
Ebü’l-Bekâ, el-Külliyyât, Beyrut 1412/1992, s. 952.
54
Fahreddîn er-Razî, et-Tefsîru’l-kebîr (Mefâtîhu’l-gayb), Beyrut ts. Daru İhyâi’t-
Turâsi’l-Arabî, II, 19-20.
55
Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, İstanbul ts. Eser Neşriyat I, 83-86; A. Saim
Kılavuz, Anahatlarıyla İslâm Akaidi ve Kelama Giriş, İstanbul 1987, s. 7-8.
Page 14
88
sağlaması gereken kazancı gerçekleştiren mekanizma mesabesinde-
dir. Diğer bir deyişle dinin tarifindeki ‘sevk eden’ yerine ‘hidayet’i
koyduğumuzda “din, akıl sahiplerini kendi hür iradeleri ile
hayırlara hidayet eden ilahî bir kanundur” şeklini alır ki; bu,
İslam dininin muhteva ve hedeflerinin daha açık ifadesi anlamına
gelir. Zaten kelime olarak yani günlük hayatta da hidayet, ‘şer’ kabul
edilen hususlarda kullanılmaz; Kur’an’ da bir yerde “Onları
cehennem yoluna sevk et”56 mealindeki ayette mecaz bir ifade olarak
yer alır.57
Nitekim İslam öncesinde günlük hayatta ‘hidayet’
kelimesinin bir başka versiyonu olun ‘hüdâ’ ‘yol göstermek’ ve ‘hâdî’
ise ‘yolda kılavuzluk yapan’ anlamında olumlu şekliyle yolculuk
terimi olarak kullanıldığı bilinmektedir.58
Kur’an’da bir çok yerde geçen hidayet kavramının anlam
çerçevesini tespit etmek veya tek bir çerçeveye sığdırmak oldukça zor
gözükmektedir. Zira Kur’an’da hidayet kelimesinin anlamı, geçtiği
makama (konteks/bağlam) göre değerlendirilmelidir. Buna göre
Kur’an’da bu kelimenin dört anlamda geçtiğini söylemek
mümkündür:
1. İnsanın fizikî ve manevî güç ve melekelerini insanın çıkarına
uygun gelecek şekilde yönlendirilmesi,
2. Hak ile batılın, leh veya aleyhteki hususların arasındaki
farkı görmeye yardımcı olan maddî ve manevî destek,
3. Kitap inzâl olunması veya peygamber gönderilmesi şeklinde
insanları doğru yola yönlendirme,
4. Vahiy, ilhâm, hâtır ve sâdık rüya ile kişilerin desteklenmesi
veya uyarılması.59
Bu son şıkka hidayet-i hâssa yani özel destek denilmektedir.
Bunun anlamı, kişilere özel bir takım uyarı ve desteklerin gelmesidir.
Ancak bu desteğin belli kişilere has olması, belli kişilerle sınırlı
olması şeklinde anlaşılmaması gerekir. Bu şekil hidayet aslında
herkese şamil olmakla birlikte, kişilerin durumlarının ve
konumlarının birbirinden farklı olması nedeniyle, kişilerin bu durum
ve konumlarına özel bir destek şeklinde tezahür etmesiyle ‘özel’
niteliğini kazanır.
Vahiy yoluyla gerçekleşen hidayetin öncelikle peygamberlere
yönelik olduğunda şüphe yoktur. Hz. Adem’in cennetten
çıkarıldıktan sonra ‘Allah’ın kelimesine’ mazhar olması, Hz. Yusuf’un
Züleyha’nın arzusuna uyduğunda uyarılması, Peygamberimiz Hz.
56
es-Sâffât 37/23.
57
Hamdi Yazır, a.g.e., , I, 119.
58
Ramazan Altıntaş, Kur’an’da Hidayet ve Dalâlet, Konya 1997, s. 58.
59
Hamdi Yazır, a.g.e., I, 120.
Page 15
89
Muhammed’in, İbn Ümmü Mektûm’a yönelik tavrı dolayısıyla ikaz
edilmesi60, bu tür hidayet örnekleridir. Ancak burada vahyin ‘şeriat’
şeklindeki versiyonunu ayrı tutmak gerekir. Orada özel değil
umumîlik söz konusudur. Bu tür vahiy peygamber de dahil olmak
üzere inanan bütün bir topluma yöneliktir ve bağlayıcıdır. Özel
anlamındaki ‘hususî’ denilen vahiy, yukarıda verilen örneklerde
görüldüğü gibi, peygamberin şahsına yönelik ve sadece onu
ilgilendirenlerdir. Genel vahiy kitap inzal edilmesi veya peygamber
gönderilmesi türünden hidayet kategorisine dahil olur.
Diğer insanlara yönelik hidayet ise, ilham şeklinde gerçekleşir
ancak bunun gerçekleşmesi, diğer bir ifade ile kişinin bundan
istifade edebilmesi için Fatiha suresinde “Alemlerin rabbi olan Allah’a
hamdolsun; O rahmandır, rahimdir; Din gününün sahibidir. Ancak
sana kulluk eder ve ancak senden yardım isteriz. Bizi doğru yola
hidayet et” şeklinde sıralanan şartları yerine getirmesi gerekir. Buna
göre hidayetin gerçekleşebilmesi için öncelikle Allah’a ve onun
yegane hükümranlığına iman edilmesi, sadece O’na ibadet edilip,
ondan yardım istenmesi gerekir. Bu şartları yerine getiren kişi
Allah’tan hidayet isteme konumuna erişmiş olur. Nitekim bir sonraki
sure olan el-Bakara’ın ilk ayetlerinde hidayetin ‘muttakilere’ ait
olduğu şeklinde bir kayıt vardır.61
Bu durumda hidayete nail
olabilmesi için kişinin Allah’ın emir ve nehiylerini gözetmesi gerekir.
Fatiha suresindeki şartlara bakıldığında onları yerine getiren kişinin
muttakîlik vasfını kazanmış kişi olduğu görülür. Dolayısıyla bu
surede Fatiha suresinde ayrıntılı olarak sayılan şartların kısaca
‘muttakî’ kelimesi ile ifade edildiği düşünülebilir.
Muttakîlik vasfı, hidayetin şartı ise bu vasfın kazanılma
yolunun bilinmesi önem arz etmektedir. Bu nokta üzerinde düşünen
geçmiş din büyükleri, kişinin kalp safiyeti ve dikkat kabiliyeti
kazanmasının önemine işaret etmişlerdir. Kalp safiyeti kazanmanın
yolu duyguların ve düşüncelerin temizlenmesi anlamına gelen
tezkiye-i kalb ile; dikkat kazanma ise ‘Allah’ı hatırlama’ anlamına
gelen ‘zikir’ ve ‘Allah’ın nimetlerini düşünme’ anlamına gelen ‘fikir’ ile
gerçekleşir. Böylelikle kişi “Beni hatırlayın ki ben de sizi
hatırlayayım. Bana şükredin nankörlük yapmayın”62
mealindeki
ayeti kerimenin gereğini yerine getirmiş olur. Çünkü tezkiye-i kalb ile
duygularını ve düşüncesini temizleyen kişi, içine (kalbine) doğan ve
hayra sevk eden ilham ve işaretlerin görünmesini ve fark edilmesini
sağlar. Allah’ın anılması ve onun nimetlerinin düşünülmesi ile de,
gelen bu işaretleri görme imkanı kazanır. Takdir etmek gerekir ki, bir
şeyin görünür olması ayrı şey, görülmesi ayrı şeydir. Bu durumda
60
bk. Abese 80/1-10.
61
el-Bakara 2/2.
62
el-Bakara 2/152.
Page 16
90
görmek ve değerlendirmek için görünür olmak ve dikkat etmek
şarttır. Zira kirli ve dağınık olan bir yerde hem görünürlük, hem de
fark etme/edilme imkanı oldukça sınırlıdır. İnsan zaten zaman,
mekan ve bunların getirdiği doğal sınırlamalarla sınırlıdır; bir de
kendisinden doğan veya kaynaklanan sınırlamalar getirdiği zaman
sufîlerin ifadesiyle ‘tutukluk’ anlamına gelen ‘kabz’ hali; varoluşçu
filozof Sartre’nin ifadesiyle ‘bulantı’ ya da ‘bunaltı’ hali gerçekleşir.
İşte insanın hidayete nail olabilmesi için öncelikle kendisinden
doğan/kaynaklanan sınırlılığa son vermesi veya en azından bu yönde
kesin bir irade (azm-i musammem) ortaya koyması gerekir. Nitekim
sınırlılık bağlamında Allah ile insan arasındaki farkı anlatmak
babından eski ulema “O karanlık bir gecede, kara bir taşın üstünde,
kara bir karıncayı görür ve ayak seslerini işitir” istiaresini getirirler.
Mu’tezile mensupları da insanda ‘hâtır’ adını verdikleri bir
durumun gerçekleştiğini kabul ederler. Her ne kadar mezhep
içerisinde farklı görüşler bulunsa da mezhebin önde gelenlerinden
Ka’bî, ‘hâtır’ı, Allah’ın, meleğin veya şeytanın insanda meydana
getirdiği bir kelam olarak tanımlar. Şeytanın insana yönelik kelamına
vesvese demek suretiyle hâtır kelimesini bütünüyle Allah-insan veya
melek-insan arasındaki sözlü irtibat olarak değerlendirir.63 Bir diğer
önemli Mu’tezilî alimi Ebû Hâşim’e göre hâtır, ya Allah’ın doğrudan,
ya da bazı melekleri vasıtasıyla dolaylı olarak insana ilka ettiği bir
kelâmdır ve hâtırın kelâmdan başka bir şey olması caiz değildir.64
Ebû Hâşim el-Cübbaî bu görüşünü desteklemek ve daha açık ifade
etmek için günlük hayattan bazı benzetmelere başvurur. Ona göre
hâtır, fonksiyonu itibariyle her hangi bir kişinin çağırması ve bir
başkasına hitap etmesi yerine geçmektedir. Sözgelimi, bir kişinin
yırtıcı hayvan veya eşkıya bulunması sebebiyle bir kimseyi
yolculuktan sakındırması (tahvîf), ‘hâtır’a benzer bir durumdur. Nasıl
ki, temsilde yapılan uyarı ‘söz’ ile yapılıyorsa, ‘hâtır’ şeklinde
gerçekleşen ilahî uyarı da söz (kelam) ile olacaktır.65
Bu
açıklamalardan hareketle Mu’tezile mensuplarının da insanın
doğrudan ya da dolaylı olarak Allah tarafından desteklendiğini kabul
ettikleri anlaşılmaktadır. Ancak bütün bunların yanında ilahî alan ile
insanın bizatihi irtibatı vardır. Bu irtibat da doğrudan bizzat Allah
tarafından, dolaylı olarak ise Allah’ın bir meleğine bu işi yaptırması
ile gerçekleşmektedir. Burada belki mezhepler arasında kavramsal
farklılıklar söz konusudur. Sözgelimi ‘hidayet’ kavramını Mu’tezile
‘beyân’ anlamında alır ve bununla, ilahî adalete gölge düşmemesi
63
Ebû Hilâl el-Askerî, Kitâbü’l-furûk (nşr. Ahmed Selîm Hımsâ),Trablus/Lübnan
1994, s. 82-83.
64
Ķâđî Abdulcebbâr, Muğnî (nşr. İbrahim Medkûr), Kahire ts., el-Müessesetü’l-
Mısriyye, XII, 402: 21-403: 2.
65
Ķâđî, Muğnî, XII, 403: 2-4.
Page 17
91
için insan iradesinin devre dışı bırakılmadığını göstermeyi hedefler.
Zaten yapılan açıklamalarda ‘yön gösterme’ ve ‘yönlendirme’
anlamlarına gelen hidayette kişinin iradesinin devre dışı
bırakılmamış olmasının altı çizilmektedir. Nitekim Sünnî kesimin
benimsediği din tarifinde, hayra sevk edilen kişinin hür iradesiyle bu
sevke tâbi olması kayıtlayıcı bir unsur olarak yer alır. Belki burada
deyim yerindeyse kişiye iradesini ‘tam kapasite’ kullanması için
imkan sağlama arzusu vardır. Çünkü kişinin kalp safiyetini ve
dikkat kabiliyetini kazanması için sağlam bir iradeye ihtiyacı
bulunmaktadır. Aslında ünlü filozof Descartes’ın insanın hür
bırakılmasını yani iradesini kullanma imkanının kendisine
verilmesini, Allah’ın insana hidayeti olarak değerlendirmesi de
hürriyet-hidayet ilişkisini göstermesi bakımından anlamlıdır.66
Buraya kadar anlattıklarımızdan hidayetin anlam ve kavramsal
sınırlarını oldukça daralttığımız gibi bir görüntü oluşabilir. Bu sınırlı
görüntüyü ortadan kaldırmak için hidayeti İmam Matürîdî’nin
önerdiği şekilde iki boyutlu düşünmekte yarar vardır. Ona göre
hidayet kavramını, birinci olarak ‘hakkı bilmek’ anlamında bütün
insanlığa yönelik; ikincisi ise ‘hakka ulaşmak’ anlamında sadece
inananlara yönelik olmak üzere iki kategoriye ayırmak veya iki
boyutlu düşünmek gerekir.67 Çünkü hakkı bilmek ile hakka ulaşmak
ayrı ayrı hususlardır. Her hakkı bilenin hakka ulaşmasının
gerçekleşmediği, geçmişten günümüze sosyal tecrübe ile sabittir.
Sözgelimi Hz. Peygamber’in amcası Ebû Tâlib, Allah’ı ve Hz.
Peygamberi hak olarak bilmesine rağmen, iman dediğimiz hakka
ulaşma hali gerçekleşmemiştir. Hakka ulaşmanın gerçekleşmesi
yukarıda da işaret ettiğimiz gibi kalp safiyeti ve dikkat kabiliyetinin
gerçekleşmesi ile alakalıdır. Ebû Talib’in Kureşy’in arkasından
söyleyeceği sözler ve değerlendirmelerden çekinerek iman etmekten
imtina etmesi68, kalbinin hazır olmadığını göstermesi bakımından
önemlidir. Çünkü onun kalbini Allah katındaki itibar değil, Mekke’li
insanlar arasındaki itibar işgal etmektedir. Sözü edilen hakkı bilmek
anlamındaki hidayeti hakkın ve hakikatin herkese açıklanması
anlamına gelen ‘beyân’; hakka ulaşmak anlamına gelen hidayeti de
Allah’ın insanı hakikate erdirmesi anlamına gelen ‘tevfîk’ şeklinde
anlamak gerekir. Peygamber gönderilmesi ve onunla birlikte kitap
inzal olunması hakikatin herkese açıklanması demektir; burada bir
sınırlılıktan söz edilemez. Peygamber herkese ve her topluma eşit
mesafede durmalı ve tebliğini tam olarak gerçekleştirmelidir.
Peygamberimiz Hz. Muhammed’in hayatı bunun somut göstergesidir.
66
Necati Öner, İnsan Hürriyeti, Ankara 1987, s. 31.
67
Matürîdî, Te’vîlâtü’l-Kur’ân, Selimiye Ktp, nr. 40, vr. I, 221a, II, 530a.
68
İbn Hişâm, es-Sîra (nşr. M. Sakka, İ. el-Ebyârî, A. Şelebî), Beyrut 1391/1971,
II, 59.
Page 18
92
Sözgelimi bütün bir Mekke’yi içine alacak şekilde tebliğini yürütmesi,
aşağılayıcı ve can acıtıcı eziyet görmesine rağmen Taife kadar gidip
davette bulunması ve son olarak dünyanın önemli devlet
başkanlarına mektuplar göndererek onları İslam’a çağırması bu tür
hidayetin genişliğini göstermesi bakımından anlamlıdır. ‘Tevfîk’
anlamındaki hidayet ise, ancak iradesini hakka ulaşma yönünde
koyan kişiye nasip olur ve böyle kişiyi Allah Teala destekler. Çünkü
“Dinde zorlama yoktur. Hak ile batıl (herkese eşit olarak açıklanmak
suretiyle) ayırt edilmiştir”69 mealindeki ayetin gereği olarak hiç kimse
baskı ile yönlendirilmez; bu zaten Allah’ın adaletine uygun da
düşmez. Bu durumdaki insanı Allah kendi haline bırakır (hizlân) ve o
kişi kendi iradesi ile isteği seçeneği benimser.
Hidayetin gerçekleşmesinde, ‘bilgi’nin tek başına yeterli
olmaması doğru olmakla birlikte, katkısının da hafife alınmaması
gerekir. Nitekim Gazzâlî, bunu hatırlatır mahiyette “hidayetin
bilginin ürünü olduğuna” dikkat çeker. Ona göre ‘hidayet’in bir
başlangıcı bir sonu vardır; bir görünen tarafı (zâhir) bir de
görünmeyen tarafı (bâtın) vardır. Hidayetin kemal noktasına
ulaşmak, ancak başlangıç hükümlerini bilmeye; görünmeyen kısmını
keşfetmek de ancak görünen tarafını kavramaya bağlıdır.70 Takdir
edilmesi gerekir ki, bütün bunlar bilme ve bilgi işidir. Ancak bilgi
destekli akıl ve muhakeme yürüterek, bir takım incelemelerde
bulunarak, kişide hakikate ulaştıracak hidayetin gerçekleşebileceğini
beklemenin yanıltıcı ve hayal kırıklığına neden olacağı açıktır. Çünkü
yapılan akıl yürütme ve muhakeme işlemi, bir takım karşılaştırmalar
yapmaktan ibarettir. Bu takdirde, akıl ve muhakeme yoluyla bir
gayr-ı
müslimin
İslam’ı
kabul
etmesi,
her
zaman
gerçekleşmeyebilir.71 Çünkü Müslüman olmak, yeterli bilgi ve onu
değerlendirme kapasitesinin olmasının ötesinde bir hakikate
kendisini açma ve ardından ona ulaşma işidir. Nitekim yeterli bilgi ve
değerlendirme kapasitesi olmaksızın duygusal iletişim ve etkileşim
sonucunda kişinin hidayete ermesi ve Müslüman olması yaşanan
tecrübelerden bilinmektedir.
Sonuç
Her ne kadar Allah insanı yaratmış ve kendi rızasına uygun
hareket etmesini istemiş ise de, insana tanıdığı özgürlüğün ve bu
özgürlük ortamında gerçekleştireceği imtihanın bir gereği olarak
69
el-Bakara 2/256.
70
Gazzâlî, Bidâyetü’l-hidâye, Mısır ts., Matbaatü Mustafa Muhammed, s. 2.
71
İbn Teymiyye, İmân Üzerine (trc. Salih Uçan), İstanbul 1985, s. 155-156;
Rasim Özdenören, Müslümanca Düşünme Üzerine Denemeler, İstanbul 1985,
s. 80-81.
Page 19
93
zorlayıcı bir tesirde bulunmaz. Daha önce de geçtiği gibi “Dinde
zorlama yoktur”72
ayeti bunun en önemli dayanağıdır. Yine
Kur’an’daki kıssalar dikkate alındığında, peygamberlerin de bireysel
olsun toplumsal olsun insan üzerinde zorlayıcı bir etkilerinin
olmadığı açıkça görülür. Ayrıca Hz. Peygamberin Kur’an’ın bir çok
yerinde ‘beşîr’ ve ‘nezîr’ olarak vasıflanması, anılan tespit için bir
başka dayanaktır. Buradan hareketle ilahi mesajın insan üzerinde
pozitif telkin etkisinden öte bir etkisinin olmadığı söylenebilir.
Nitekim “Doğrusu biz insanı halden hale geçirdiğimiz karmaşık bir
nutfeden yarattık. Onu sınayalım diye işiten ve gören kıldık”73
mealindeki ayette insanın biyolojik oluşumu ve ona verilen özellikleri
hatırlatıldıktan sonra “Biz insana yolu gösterdik, ister şükredici
isterse nankör olur”74 mealindeki ayet ile insana tanınan özgürlüğe
vurgu yapılmasının yanı sıra insanın dünya hayatındaki eylemlerinin
sonuçlarının da kendisine ait olacağına yönelik ‘uyarı’da
bulunulmaktadır. Öte yandan “Biz sana onu Arapça bir Kur’an
olarak indirdik ve onda dünya hayatından sonraki sonuçları ifade
babından her türlü tehdidi türlü biçimlerde açıkladık ki, dikkatli
olasınız. Yahut Kur’an onlara bir hatırlatmada bulunsun diye”75
mealindeki ayette ise bu ‘hatırlatma’ ve ‘uyarı’ daha açık ifade
edilmektedir. Bu da ilahi adalet gereği olarak “Helak olan açık bir
delil ile helak olsun, yaşayan da açık bir delil ile yaşasın”76 diyedir.
Bununla birlikte yukarıda ifade edildiği gibi Allah’ın insana yönelik
pozitif bir desteği her zaman söz konusudur. Bu destek de
yaratılıştan verilen fıtrat, çevredeki işaretler ve derûnî destek olan
hidayet şeklinde tezahür eder. Ancak bunlar da insanın iradesini
devre dışı bırakmaz. Belki iradesine takviye unsurlar şeklinde yer
alırlar ve insanın değerlendirmesine bağlı olarak iyiye, doğruya ve
güzele yönelmede katkı sağlarlar. Ancak insan bunları
değerlendirmezse ilahî adalet gereği ‘hizlân’ yalnız bırakılma tehlikesi
ile karşı karşıya kalır. İnsanın bir toplum içinde bulunması birçok
eşyaya sahip olması, hükmeden veya itibarlı bir konumda yer alması
onun yalnızlığını gidermeye yetmez. Esas tehlike de, insanın bu
yalnızlığını hissetmemesi ve bunun şuuruna varamamasıdır. Çünkü
yerli yerinde, usulünce ve üslûbunca kullanılan imkanlar fayda
sağlarken/ilahî rızaya ulaşmasına vesile olurken aksi durum yani
insanın ilahî imkanları göz ardı etmesi, yalnız ve yüzüstü kalmasına
yol açar.
72
el-Bakara 2/256.
73
el-İnsân, 76/2.
74
el-İnsân 76/3.
75
Tâhâ 20/113.
76
el-Enfal 8/42.
Page 20
94
Kaynakça
A. Saim Kılavuz, Anahatlarıyla İslâm Akaidi ve Kelama Giriş, İstanbul
1987.
Ali el-Kârî, Şerhu’l-Fıkhi’l-ekber, Beyrut 1404/1984.
Bekir Topaloğlu, Allah’ın Varlığı (İsbât-ı Vâcib), Ankara 1981.
Ebû Hanife, el-Fıkhu’l-Ekber (Mustafa Öz, İmam-ı Azam’ın Beş Eseri
içinde) İstanbul 1981.
Ebû Hilâl el-Askerî,
Kitâbü’l-furûk
(nşr. Ahmed Selîm
Hımsâ),Trablus/Lübnan 1994.
Ebû Mansûr el-Mâtürîdî, Te’vîlâtü’l-Kur’ân’dan Tercümeler (trc. Bekir
Topaloğlu), İstanbul 2003.
Ebü’l-Bekâ, el-Külliyyât, Beyrut 1412/1992.
Fahreddîn er-Razî, et-Tefsîru’l-kebîr (Mefâtîhu’l-gayb), Beyrut ts. Daru
İhyâi’t-Turâsi’l-Arabî.
Gazzâlî, Bidâyetü’l-hidâye, Mısır ts., Matbaatü Mustafa Muhammed.
Gazzâlî, el-Maksadü’l-esnâ fî esmâi’l-lâhi’l-hüsnâ, Beyrut ts.,
Dâiratü’l-Kütübi’l-İlmiyye.
Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, İstanbul ts. Eser Neşriyat.
Hayati Hökelekli, “Fıtrat”, DİA, İstanbul 1996, XIII, 47-48.
Isbehânî, el-Müfredât, İstanbul 1986.
İbn Hişâm, es-Sîra (nşr. M. Sakka, İ. el-Ebyârî, A. Şelebî), Beyrut
1391/1971.
İbn Teymiyye, İmân Üzerine (trc. Salih Uçan), İstanbul 1985.
İlyas Çelebi, İmam Azam Ebû Hanife’nin Fıkhî Görüşleri, İstanbul
1996.
Ķâđî Abdulcebbâr, Muğnî (nşr. İbrahim Medkûr), Kahire ts., el-
Müessesetü’l-Mısriyye.
Matürîdî, Te’vîlâtü’l-Kur’ân, Selimiye Ktp, nr. 40.
Metin Yurdagür, Esmâ-i Hüsnâ, İstanbul 1996.
Necati Öner, İnsan Hürriyeti, Ankara 1987.
Ramazan Altıntaş, Kur’an’da Hidayet ve Dalâlet, Konya 1997.
Rasim Özdenören, Müslümanca Düşünme Üzerine Denemeler,
İstanbul 1985.
Rüknüddîn es-Semerkandî, el-Akîdetü’r-Rukniyye
(el-Akîdetü’z-
zekiyye), Süleymaniye Ktp. No. 1691’den fotokopi İSAM, no.
82911.
Suat Yıldırım, Kur’an’da Ulûhiyyet, İstanbul 1987.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder