13 Mayıs 2011 Cuma

Fıtrat: İnsanın Ontolojik Altyapısı - Haydar Öztürk

İNCELEME

FITRAT: İNSANIN ONTOLOJİK ALTYAPISI

Haydar ÖZTÜRK
İlahiyatçı / Kırıkkale
ahozturk64@mynet.com

Fıtrat, kaynağı vahyin kaynağı ile aynı olan insanın
ontolojik altyapısıdır.
Mustafa İSLAMOĞLU

Giriş

İnsan, doğuştan yaratıcısını arama, merak etme, bulduktan sonra da O'nun isteklerini yerine getirme, meyil ve kapasitesinde yaratılmıştır. Bunun en bariz örneği, çocukların konuşmaya başladıklarında gördükleri her şeyi sormaya başlamalarıdır.

Yıldızı görseler, "Bu ne?", diye sorarlar. Yıldız dersiniz. "Kim yaptı?", diye sorarlar. Allah dersiniz. Ayı görseler bunu da mı Allah yarattı derler. Evet dersiniz. "Daha büyük şeyleri de mi Allah yarattı?" diye sorarlar. Evet dersiniz. "Allah her şeyden büyük mü?" diye sorarlar. "Her şeyi O'mu yarattı? Bizi de mi O yarattı? Yiyecekleri de mi o yarattı?" Evet dersiniz. Birden "Ben Allah'ı seviyorum, Allah da beni seviyor mu?" sorusuna muhatap olursunuz. Evet dersiniz. Ve ardı arkası kesilmeyen sorularına devam ederler. Dikkat etmişseniz küçücük muhakemeleriyle bir bağ kurarlar: Yaratılmışlar, Yaratan ve sevgi. Kısaca insanın yapısında arayış, sevgi ve yüce bir varlığa bağlanma ihtiyacı vardır. İşte bu fıtrattır.
Fıtrat, kaynağı vahyin kaynağı ile aynı olan insanın ontolojik altyapısıdır. Yani, ilahi bir formattır. Bu ilahi format, aynı kaynaktan beslenen bir üst yapıya kavuşursa beşer "insanlaşır". Çünkü insan, ancak bu durumda "kişilik kırılması", "kimlik parçalanması" sorunu yaşamaz. Eğer üst yapı fıtrat altyapısına uymazsa, bu "insanın kendisine yabancılaşmasını", dolayısıyla eşyaya, çevreye ve Allah'a yabancılaşmasını getirir (Mustafa İslamoğlu, Savaş Kesmeyen Sözler, 2006: 99).
"Fıtrat: İçimizdeki nizam" der ve ekler Sadık Kılıç: Fıtrat, insanın diğer varlıklara benzemeyen yaratılışıdır. Başlangıcı ve nihayeti itibariyle, insanın varlığından önce bulunan, onun geleceğini, kendisini, vasıtasıyla gerçekleştireceği fiillerini yönlendirecek olan "insani kıvam," hususiyettir.
Duygusal fıtriyatlar dediğimiz; hakikati aramak, hayra ve fazilete eğilim, güzelliğe eğilim, yaratıcılık ve yenileştirmeye eğilim ve aşk ve tapınma eğilimleri insanda yaratılıştan vardır (Mutahhari, Fıtrat, 53-61). Hakikati arama meyline felsefe ve dinler tarihi şahittir. Hayra ve fazilete eğilime insanın iyiliği plansız olarak, kötülüğü ise planlayarak yapması delildir. İnsanda güzel olanı sevme ve güzel eserler ortaya koyma eğilimi fıtrata olan meyline işarettir. İnsandaki bir şeyler icat etme yenileştirme duygusu ondaki hakikati arama meylindendir. Aşk ve tapınma eğilimi insanın içsel eşini aramasının tezahürüdür.

İnsanın yaratılıştan tevhide yatkınlığını şu hadis dile getiriyor. "Her çocuğu annesi fıtrat üzere dünyaya getirir. Onun bu hali konuşma çağına kadar devam eder, sonra anne-babası onu Hristiyan, Yahudi, Mecusi yapar. Eğer anne-baba Müslümansa, çocuk da Müslüman olur" (Buhari, Cenaiz 125, Müslim 2047, Ebu Davud 4714, Tirmizi 2138, Ahmed b. Hanbel 223). İnsan fıtrat üzere kaldığı sürece, Allah’a teslim olur. Eğer ona dış etkenler tesir etmezse, fıtratında Allah'a teslimiyet vardır. Bu bakımdan İslâm fıtratın dinidir. İslâm, fıtrat olarak Allah’a teslim olma kabiliyetinde yaratılan insanın teslimiyetini sağlar. Ancak, hayatına İslâm’ın hâkim olmadığı kimseler iç ve dış saiklerin sevkiyle kabiliyetlerini ters yönde kullanırlar. "Rabbim buyuruyor ki: Ben bütün insanları Hanîf (sâlim fıtrat, tevhid) üzere dünyaya gönderdim. Sonra şeytanlar onları dinden saptırdılar. Benim helâl ettiklerimi onlara haram ettiler, insanlara Bana şirk koşmalarını söylediler. Oysa o ortaklar hakkında hiçbir delil indirmemiştim" (Müslim, Cennet 63; Ahmed bin Hanbel, Müsned, IV, 16). Bu hadis de fıtratın dışına çıkarak fıtratı bozmaya işaret etmektedir.

İNANCIN İKİ KAYNAĞI

"Fıtrat, dini kabul için hazırlanmış cibilliyettir." der Cürcani (Tarifat). İnanmanın iki kaynağı var. Fıtrat ve kesb(insanın çabası). Fıtrat, islamı kabule, uygulamaya, emirlerine uymaya tek kelimeyle Allah'a kulluk etmeye yatkındır. Kesb, insanın kendi çaba ve iradesiyle inanması, İslam'ı seçmesi ve ibadet etmesidir (Elmalılı). Yani iradenin fıtratın sesine kulak verip fıtratı işletmesidir. İnsanlar, ahlaklı, adaletli, vicdanlı iseler ve ameli salih işliyorlarsa fıtratın gereğini yapıyorlar; bunların zıddı bir şahsiyete sahiplerse fıtrattan uzaklaşıyorlar demektir. İslâm, insanı asıl fıtratına/yaratılışına dâvet eden, fıtratının gereğini yapmasını sağlayan İlâhî dindir. "Tabiattaki çiçekler -ki daha sonra meyveye dönüşür-, Tanrı'nın: "Varım ve buradayım, işte burada." Diye yüksek sesle bağırmasıdır. Ancak, akıl/kalp gözleri, basireti körelip kulakları sağırlaşanlar bu gerçeği görmüyor, duyamıyor" (İlhami Güler, İlhamiyyat Dini-teolojik Aforizmalar, 121). Müminler/Müslümanlar, insanların hayra ve imana eğiliminin önündeki engelleri kaldırmakla, insanları fıtratlarıyla yüz yüze getirmekle yükümlüdürler.

FITRAT - FETİH İLİŞKİSİ

İslâm’da cihat/fetih ibadeti insanları bu fıtratla yüz yüze getirme çabasıdır. İslam, Orta Afrika'dan Doğu Hind adalarına, Merakeş'ten Zengibar'a, Batı Afrika'daki Sierra Leone'den Sibirya'ya, Bosna-Hersek'ten Yeni Gine'ye, Senegal'den Çin'e kadar savaşla değil, insandan insana fetih anlamına gelen işte bu cihat ruhuyla ulaşmıştır. Kimileri İslam'ın yukarda saydığımız bölgeler dışındaki yayılışını devlet zoruna ve cizyeye bağlamışlardır. Oysaki Fuat Köprülü'nün de haklı olarak tespit ettiği gibi "Emeviler, Abbasiler ve hatta Osmanlılar döneminde devlet topluca İslam'a girişleri teşvik etmek şöyle dursun, cizye gelirlerinin azalacağı gerekçesiyle mümkün olduğu kadar zorlaştırmışlardır."

İnsanla, insanın mutluluğunun öbür adı olan İslam arasına kimi zaman da insan gerilebilir. O zaman o insan ya da insanların İslam'la insan arasından kaldırılması insanlığın değişmez değerlerine bağlı her kişinin boynunun borcudur. Kur'an'ın "Küfrün önderleriyle savaşın. Çünkü onlara güvenilip de anlaşma yapılmaz. Umulur ki vazgeçerler" (9/12) emri, o önderlerin sıradan insanlarla İslam arasında engel oluşturduğu içindir. Eğer onlar, İslam'la insan arasına gerilmekten vazgeçerlerse İslam'ın onlarla bir alıp veremeyeceği yoktur. İslam onlarla küfürlerinden dolayı değil, insanın mutluluğuna engel oldukları için savaşılmasını emretmektedir (Mustafa İslamoğlu, Yürek Fethi 2007: 33–34).

Fıtrat kanunlarına uyulmaması toplumların düzenini de ciddi anlamda tehlikeye sokuyor. Fıtrata uymak, insanın insan, toplumun toplum olarak kalmasının sigortasıdır. "Nefse ve onu şekillendirene... Ona bozukluğunu ve korunmasını ilham edene andolsun ki nefsini temizleyen iflâh olmuş, onu kirletip örten ziyana uğramıştır. Semûd, azgınlığından yalanladı... Rableri de günahları yüzünden azabı başlarına geçirdi, orayı dümdüz etti." (Şems, 91/7-14) âyeti, fıtratı kirleten toplumların kötü akıbetlerini beyan ediyor. Kur'an'da kavimlerin helakinin temel sebebinin fıtrata isyan etmek olduğu bildirilmektedir. "Onlar nefislerinde olanı değiştirmedikçe Allah bir toplumun durumunu değiştirmez." (Ra'd, 13/11) âyeti, Allah'ın koyduğu "fıtrat yasası"nı veya "tarih yasası"nı en veciz şekilde beyan ediyor.

İnsan cemiyetleri de büyük fıtrattır. Duygu, düşünce, tasavvur birliği ile bir araya gelmiş ve aynı terbiyeyi almış bir toplum, istikbâl vaat edicidir. Duygu, düşünce ve eylem birliği içinde gelişmemiş ve iyi bir terbiye görmemiş yığınlar; içinde ihtiras, kin ve nefretin yuvalandığı yapılardır. Bu yığınlar hayır adına hiçbir şey vaat edemezler.

FITRATIN PENCERELERİ

Allah, insanı tevhidi kabule ve onun gereklerini yerine getirmeye yatkın yaratmıştır. Onu fıtratın pencereleri diyebileceğimiz, fıtrat cevherinin sürekli aydınlık üzere kalmasını sağlayacak; göz, kulak, dil, burun, dokunma duyusu, ve kalp, beyin gibi kıymet biçilmez cihazlarla donatmıştır. Yani, Allah insanı hakkı bulması ve hakta kalması için adeta hiçbir mazeret ileri süremeyeceği bir şekilde, en güzel kıvamda yaratmıştır. Sonra ona irade verip seçiminde hür bırakmıştır. Neticede de onu, seçimi sonucunda terettüp edecek mükâfat ve cezadan sorumlu tutmuştur. İnsan bu şartlar altında kaderini seçmek için dar-ı imtihan olan dünyaya arz-ı endam etmiştir.

Fıtratın işleyişi insanda olduğu gibi bütün bitki ve hayvanda da kendini göstermektedir. Fıtrat, yaratılıştan gelen hususiyetler, öz, asıl yalan söylemez. Mesela, bir çekirdekteki büyüme meyli der ki: "Sümbülleneceğim, meyve vereceğim." Doğru söyler. Yumurta da hayat meyli vardır. "piliç olacağım der." Allah'ın izniyle olur. Bir avuç su donar, genişlemeye meyleder. "Fazla yer tutacağım." der. Metin olan demir onu yalancı çıkaramaz, sözünün doğruluğu demiri parçalar. İşte bu meyiller, irade-i ilahiden gelen emirlerin maddi âleme ait tecellilerdir (Said Nursi, Mesnevi-i Nuriye). Aslanın pençesini gören adam, o pençenin gereği olan parçalamayı aslandan bekler. İnsanların ibadet teçhizatıyla donanmış olması, takva ve ibadetin fıtratlarının gereği olduğunu gösterir. Midenin yemeğe muhtaç programlanması gibi, insan ibadete muhtaç programlanmıştır (Said Nursi, İşaratu'l-Îcaz). İnsan ihtiyaçlarının dilini okuyarak onları yaratanı bulabilir. Acıkan insanın midesinin ihtiyaçlarını dünyada hazır bir şekilde bulması, onu bu rızıkları yaratanı aramaya sek etmelidir.

Göz yaratılmışlara bakacak, dil benzersiz nimetleri tadacak, kulak tabiattaki o eşsiz senfoniyi dinleyecek, burun güzel kokuları içine çekecek, kalp bunları tasdik edip hep birlikte kevni âyetleri okuyacaklar. Ten soğuk ve sıcağı hissedip, sıcağın yazın rızık nimetleri pişiren bir aşçı başı olduğunu, hikmetin böyle gerektirdiğini anlayacak. Azaları yaratılış gayeleri doğrultusunda kullanmak; fıtratı işletmek, fıtrata azalar penceresinden ışık göndermektir. Bediuzzaman bu konuda şunları söylemektedir:

Göz bir hassedir ki, ruh bu âlemi o pencere ile seyreder. Eğer Cenâb-ı Hakk'a satmayıp belki nefis hesabına çalıştırsan; geçici, devamsız Bâzı güzellikleri, manzaraları seyr ile şehvet ve nefsanî arzulara bir kavvad derekesinde bir hizmetkâr olur. Eğer gözü, gözün Sâni'-i Basîr'ine satsan ve onun hesabına ve izni dairesinde çalıştırsan; o zaman şu göz, şu büyük kâinat kitabının bir mütalâacısı ve şu âlemdeki Mu'cizât-ı San'at-ı Rabbâniyenin bir seyircisi ve şu Küre-i Arz bahçesindeki rahmet çiçeklerinin mübarek bir arısı derecesine çıkar. Meselâ: Dildeki kuvve-i zaikayı (tat alma yetisi), Fâtır-ı Hakîm'ine satmazsan, belki nefis hesabına, mide nâmına çalıştırsan; o vakit midenin tavlasına ve fabrikasına bir kapıcı derekesine iner, sukut eder. Eğer Rezzâk-ı Kerîm'e satsan; o zaman dildeki kuvve-i zâika, Rahmet-i İlahiye hazinelerinin bir nâzır-ı mâhiri ve Kudret-i Samedâniyye mutfaklarının şükreden bir müfettişi bir rütbesine çıkar (Said Nursi, Sözler, 6. Söz).

ÂYETLERDE FITRATIN PENCERELERİ

Kur'an azaların yaratılış gayelerine işaret edip dikkat çekmiştir. Kuran bununla insanı fıtratına çağırmaktadır. Şayet insan, kendi yaratılışını, organik yapısını, kendisine verilen duyu ve organları, bahşedilen yetenek ve güdüleri gereği gibi inceleyip düşünecek olursa, kesinlikle Allah'ı bulur. Onun biricik yaratıcı olduğunu kanıtlayan bu mucizelerin kılavuzluğu ile O'na doğru yol alır. Çünkü Allah'ın dışında hiç kimse bu olağanüstü yaratılışı büyük, küçük hiçbir varlıkta gerçekleştiremez. Örneğin sadece şu kulak, nasıl çalışır? Sesleri nasıl algılar ve nasıl ayırır birbirinden? Sonra şu göz kendi kendine nasıl görür? Işıklar ve şekilleri nasıl algılar? Sonra şu kalp denen şey nedir? Nasıl kavrar? Eşyayı, şekilleri, anlamları, değerleri, duygu ve düşünceleri nasıl değerlendirir? Sırf bu duyu ve güçlerin özelliklerini, çalışma şekillerini öğrenmek insanlık aleminde mucize düzeyinde bir keşif olarak nitelendirilmektedir. Yaratılışları ve yapıları itibariyle insanın içinde yaşadığı evrenin özellikleriyle bu tarzda bir ahenk nasıl oluşmuştur. Bu ahenk öylesine ince planlanmış ki, evrenin veya insanın tabiatına olan oranlarından biri bozulacak olursa duyu ve organlar arasındaki bağ kopacaktır. Kulak hiçbir sesi, göz hiçbir ışığı algılayamayacaktır. Ne var ki, her şeyi düzenleyip yönlendiren güç, insanın yapısı ile insanın içinde yaşadığı evrenin yapısı arasında bir ahenk oluşturmuştu. Duyu ve organlar arasındaki bağ bu şekilde sağlanmıştır. Buna rağmen, insan, nimete karşılık şükretmez. "Ne kadar az şükrediyorsunuz." Şükür, nimeti vereni bilmekle, O'nun sıfatlarını üstün saymakla başlar. Sonra sadece O'na kulluk etmekle somutlaşır. O birdir, sanatındaki izler O'nun birliğine şahitlik etmektedir. Ardından duyu ve güçlerin hayat ve nimetlerden zevk almada kullanılması gelir, ama kulluk edenin, her hareketinde, her zevkinde Allah'ı düşünmesi, O'na şükretmesi şartıyla. (Fizilal, Muminun 78. âyet tefsiri). Şimdi fıtrata pencerelik eden uzuvlara dair, âyetler ne söylemekte, onlara bakalım.
Sonra onu ‘düzeltip bir biçime soktu' ve ona ruhundan üfledi. Sizin için de kulak, gözler ve gönüller var etti. Ne az şükrediyorsunuz? (Secde, 9). De ki: "Sizi inşa eden (yaratan), size kulak, gözler ve gönüller veren O'dur. Ne az şükrediyorsunuz?" (Mülk, 23). O, sizin için kulakları, gözleri ve gönülleri inşa edendir; ne az şükrediyorsunuz. (Muminun, 78). İnsana verilen bu nimetlerin karşılığı nedir? Âyetleri insana verilen kulak, göz ve kalbin şükürlerini yerine getirmelerini istiyor. Bu uzuvların şükrü, onları yaratılış amaçlarına uygun çalıştırmaktır. Uygun çalıştırıldıkları takdirde fıtrata ışık gönderen birer pencere olmaya devam edeceklerdir. Aksi takdirde insanın günaha batmasına sebep olacaklardır.
O, biri diğeriyle ‘tam bir uyum' (mutabakat) içinde yedi gök yaratmış olandır. Rahman'ın yaratmasında hiçbir ‘çelişki ve uygunsuzluk' göremezsin. İşte gözü(nü) çevirip-gezdir; herhangi bir çatlaklık görüyor musun? (Mülk, 3). Yeryüzünde gezip dolaşmıyorlar mı, böylece onların kendisiyle akledebilecek kalpleri ve işitebilecek kulakları oluversin? Çünkü doğrusu, gözler kör olmaz, ancak sinelerdeki kalpler körelir (Hac, 46), âyetlerinde gözden kâinatı teftiş edip kalbe "Bu kâinata düzen veren biri var!" raporunu vermesi istenmekte, eğer bu rapor kalp tarafından onaylamıyorsa, kör olanın göz değil kalp olduğu hükmü vurgulanıyor. Görevini bilinçli olarak yapmayan bir kalbin de mühürlenmekten başka seçeneği kalmamıştır. Çünkü, o kalp işlevini yitirmiştir. İşte, Allah'ın kalpleri mühürlemesini böyle anlamak gerekiyor.

Mü'minlere söyle: "Gözlerini (harama çevirmekten) kaçındırsınlar ve ırzlarını korusunlar. Bu, onlar için daha temizdir. Gerçekten Allah, yaptıklarından haberdardır. Mü'min kadınlara da söyle: "Gözlerini (harama çevirmekten) kaçındırsınlar ve ırzlarını korusunlar; süslerini açığa vurmasınlar, ancak kendiliğinden görüneni hariç..." (Nur, 30-31). Bu âyetlerde de göze fıtrat cevherini bozacak davranışlardan kaçınması, fıtrat hazinesini sahte mücevherlerle doldurmamasını tembihliyor.

Allah sizi annelerinizin karnından bir şey bilmez halde çıkarmıştır. Belki şükredersiniz diye size kulak, göz ve kalb vermiştir.' (Nahl, 78). Bu âyet, insanın doğuştan bütün bilgileri biliyor olarak gönderildiğini savunan Platon'un yanıldığını gösteriyor. Vahiy insanın bilgisinin kesbi/sonradan kazanılmış olduğunu bildiriyor. Fakat ona verilen azalarla yaratanını bulma ve teşekkür etme kabiliyet ve meylinde olduğuna işaret ediyor.

"Biz ona hayır ve şer olmak üzere iki yol gösterdik." (Beled, 10). "Biz ona yolu gösterdik, ya şükredici veya nankör olur." (İnsân, 3). "Rabbimiz, her şeye yaratılışını verip sonra onu doğru yola iletendir." (Tâhâ, 50). "Kendini tezkiye edip temizleyen kurtuluşa, mutluluğa ermiştir.'' (A'lâ, 14). Âyetleri, insana fıtratını seçmesi için iki yol gösterildiğini, iyiyi/fıtratı seçenin şükreden olduğunu, Allah'ın insanı fıtrat üzere yarattığını dileyeni o fıtrata ileteceğini, fıtrat dışı yollardan kendini sakınanların kurtuluşa erenler olduğunu beyan ediyor.

"De ki: Herkes yaratılışına göre davranır. Rabbiniz kimin en doğru yolda olduğunu bilir." (İsrâ, 84). "Nefislerinizde olanı gözlemiyor musunuz?" (Zâriyât, 21) ."De ki: Yeryüzünde gezin ve bakın, yaratılış nasıl başlamış?" (Ankebût, 20). Âyetlerde, insanın bir fıtratının olduğu, kendini gözlemleyen insanın fıtrata uyacağını, insanın Yaratıcıyı bulma/fıtrata dönüş eğilimlerine işaret edilmektedir.

FITRATI BOZAN UNSURLAR

Fıtratını bozan insan, kendinden uzaklaşan, İlahi yapıyı bozan insandır. Bozulan bu yapı bir kanser hücresi gibi, insanlık vücudunun diğer hücreleri olan insanları da bozmaya başlayacaktır. Yani insanın bozulması kendinde başlayıp, kendinde sonlanan bir olay değildir. Fıtratın kendi yolunda seyrini engelleyen ve insan şahsiye¬tinde kendine yabancılaşmaya varıncaya kadar, aşınma meydana getiren fıtratı bozan ve fıtrattan uzaklaştıran unsurlar başlıca şunlardır.

1. Allah'ı unutmak: İnsandaki bozulma, yozlaşma ve yabancılaşmanın başını Allah'ı unutmak çeker. Bu durum insanı inanç alanının dışına iter ve yaratılışından/fıtratından uzaklaştırır. Kur'an'da, bu konuda çok uyarılar vardır. “Allah'ı unuttukları için, Allah'ın da onlara öz benliklerini unutturduğu kimseler gibi olmayın. Onlar, yoldan çıkmış olanların ta kendileridir.” (Haşr, 59/19) âyeti, onlardan biridir. Allah'ı unutup gü¬nahkâr bir kul haline düşmenin temelinde, kalbin katılığı yer almaktadır. İnsanın manevi hayatının merkezini kalp teşkil eder. İnsan kalbi, bireysel ve toplumsal değişimlerin başlangıç noktasıdır. Her türlü sapma ve yabancı¬laşma ilk olarak kalpte başlar. Kalp, kendi kendine bir kötülük kaynağı değildir; ama kötü davranış ve saplantılar, onu insanın kurtuluşunu tehdit eden bir merkez haline getirebilir. "Ey Rabbimiz! Bizi doğru yola ilettikten sonra kalplerimizi hakikatten (bir daha) saptırma ve bize rahmetini bağışla: Sensin (hakikî) Lütuf Sahibi." (Âl-i İmrân, 8). Vaktiyle Musa, kavmine: "Size Allah tarafından gönderilmiş bir elçi olduğumu bildiğiniz halde neden beni üzüyorsunuz?" dedi(ğinde kasdettiği şey işte bu gerçekti). Böylece onlar doğru yoldan saptıklarında Allah da kalplerinin hakikatten sapmasına izin verdi: çünkü Allah günaha gömülüp gitmiş bir toplumu doğru yola çıkarmaz (Saff, 5) âyetleri bu gerçeğin şahitleridir.

2. Allah'a ortak koşmak: Fıtratı bozup onun gerçeğe ulaşmasını engelleyen en tehlikeli etken şirktir. Bu yüzden Yüce Allah, fıtratın şirkle kirletilmemesine dikkat çekmiştir. Şirk ifadesinin, Rum 30. âyetinden hemen sonra gelmesi buna delildir. "Gönülden katıksız bağlılar olarak, O'na yönelin ve O'ndan korkup-sakının, dosdoğru namazı kılın ve müşriklerden olmayın (Rum, 30/31).

3. Çift başlı ilim: İlimleri, din ilimleri ve fen(dünya) ilimleri diye ikiye ayırma yanlışı, varlığın Allah'la olan bağını koparmıştır. Eğitim sistemleriyle, fen ilimlerinin Yaratıcı ile ilişkisi yokmuş gibi, hocalar Allah'tan hiç bahsetmediler. Böylece; Allah'a inanmayan doktorlar, uzay bilimciler, mühendisler yetişti! Yaratıcısından koparılmış ilimleri tahsil eden insanlar, günden güne Allah'la da bağını koparmış ve onu fıtratından uzaklaşmıştır. Her ilmin yaratıcı ile bağı vardır. Ve her ilim dalında Allah'a açılan kapılar vardır. Her ilim dalı yerden Allah'a çıkan bir iptir. Vahyin Allah'tan inen bir ip olduğu gibi.

4. Ölümün anlam kaybına uğraması: İnsanın vahiyden alakasını kesmesi sürecinde ölüm sıradanlaşmış, anlamını yitirmiştir. Ölüm, insanın yaratıcısına ve yaratılışına dikkat çeken bir olgu iken, sadece son kullanma tarihi bitmiş fizik bedenin dünya yüzünden kaybolması olarak algılanmaktadır. Yani ölüm, insanı dirilten, tefekküre sevk eden bir özne iken insanı ürküten bir nesne konumuna düşmüştür.

5. Heva'ya tabi olma: Hevâ, insan benliğinin keyfiliği ter¬cih edişi ve haksız arzulara olan aşırı düşkünlüğüdür. İsteklerinin kulu kölesi olan insan hevasını ilah edinmiştir. Hevasını ilah edinen insan, insanlıktan çıkmıştır. Hevâya uymak da, şeytanın düzenine bağlanıp onun arzusuna uygun bir hayatın izleyicisi olmaktır. Hevâya uyan kimse, İslâm'ın ilke ve değerlerinden uzaklaştığı için fıtratını yozlaştırmış olur. Belki de âyetin ifadesiyle hayvanlardan daha aşağı düşmüştür. İnsanın başta vicdan, sonra göz-kulak-akıl-ruhun ses, okuma, çağrı ve şahitliklerini bir kenara atıp hevaya teslim olması fıtratına sırt dönmesidir.

6. Âlimin misyonu: Âlimler peygamberlerin varisleridir. Tarih boyunca fıtratın uyanışını gerçekleştirenler peygamberler ve âlimler olmuştur. Âlimlerin yokluğu fıtratların uyanışını sekteye uğratmıştır. Âlimler "Dur yolcu bu cadde çıkmaz sokak" diyerek fıtratlarını uyandırabilir. Modern dünya, âlim ile talebelerin arasını ayırmıştır. Modern dünya, ilmi âlimden alınan bir değer değil, kitaplardan aşırılan nesne olarak görmektedir.

7. Tüketim hastalığı ve mahrumiyetin yokluğu: Batı zihniyetinin ürettiği maddeci ve pozitivist akımlar, insanı manen yozlaştırarak, ruhtan soyutlayarak, onun bütün gayretini madde etrafında yoğunlaştırmıştır. Kapitalizm de bu akımlardan biridir. İnsana tüketim hastalığını bulaştıran da bu akımdır. Kapitalizm insana ihtiyaç olmayan şeyi ihtiyaç hissettirmektedir. Bu durum insanın önce hayat tarzını değiştirmekte sonra da fıtratını bozmaktadır. Kanaat ve iktisat ölmekte, açgözlülük ve israf canlanmaktadır. İnsanın mahrumiyetten yoksun kalması, onun fıtratının bozulmasına sebeptir. Şöyle ki: Her istediğine sahip olan insan; bolluk ve refah içerisinde sürekli bedenine hizmet edip ruhunu aç bırakacaktır. Bedeni semizleştikçe, ruhu zayıflayacaktır. Bollukta, bolluğu var edeni (Allah'ı) bulmaya kapı aralayamayacaktır. Bollukta kendini müstağni görecektir. Darlıkta ise, acizliğini, elinin her şeye yetişmediğini bilir, fakat her şeye gücü yeten varlığı hisseder. Oruç tutan insanın, nimetlerin elinin altında olmasına rağmen onları yiyememekle acizliğini, bunların gerçek sahibin Allah olduğunu anlaması buna delidir. Mahrumiyetten mahrum kalan insanın, fıtratı uyanmaz.

8. Çevrenin etkisinde kalmak: İnsan, Al¬lah'a inanma yatkınlığı ile doğar. Ancak çevrenin olumsuz etkisi ile bu eğilimin yönü değişir. Müslümanlar, nesille¬rini çevrenin olumsuz etkisinden koruma kalkanı görevini icra edecek yapılar oluşturmalılar. Fıtrat hadisindeki, onu ebeveyni Hristiyan-Yahudi-Mecusi yapar gerçeği buna işaret eder.

FITRATI UYANDIRAN UNSURLAR

Kur’an insanın başına gelen felaketler, tehlike ve zorlukların Allah’a yönelme eğilimi doğurduğunu bildirir. Çünkü musibetlerin terbiye edici özelliği vardır. Musibete uğrayan – örneğin; trafik kazası yaşayan, önemli bir ameliyat geçiren - insanlara bakıldığında çoğunlukla dini hayata daha bir önem verdikleri görülmektedir.

Din duygusu/fıtrat insanda kendiliğinden uyanıp gelişmez. Fıtrat arayışla uyanır. Çünkü insanda hazır bir Allah inancı değil, onu bu inanca sevk edecek kabiliyetler mevcuttur. Aksi olsaydı herkesin Müslüman olması gerekirdi. İnsan iç âleminde ve dış âlemde derinlemesine bir araştırma ve düşünmeye koyulduğunda; çaresizlik ve sıkıntı içinde bocaladığı zamanda bu duygu ortaya çıkar. Fakat bu eğilimin insanda kalıcı bir özellik halini alması, ciddi bir arayışla mümkündür.

Kur’an, çaresizlik ve korku anlarında en katı inançsızların bile bütün samimiyetlerini ortaya koyarak, kulluğu yalnız Allah’a özgü kılarak, içtenlikle O’na yöneldiklerini tekrar tekrar ifade eder. Fakat nasıl oluyor da çaresizlik ortadan kalktığında bütün bu samimiyet ve içtenlik ortadan kayboluyor? Bu soruya söyle cevap verilebilir: İnsan çaresizlik anlarında başta kendi iradesi olmak üzere bütün kayıtlardan kurtulur. Benliğindeki doğal inanma kabiliyeti (fıtrat) etkin hale geçer. Çaresizlik anında gösterilen samimiyet işte bu fıtratın eseri olarak izah edilebilir. Bu durum şunu ispat eder: Fıtrat insanın benliğinde öylesine güçlüdür ki, en katı inançsıza bile normal şartlarda benimsemeye asla yanaşmadığı bir insana bütün içtenliğiyle, arzulayarak itiraf ettirmektedir.

Kur'an'da insanın fıtratının uyanışına işaret eden hususlar; denizde dalgalar tarafından kuşatılan insanın Allah'a sığınması (Lokman, 31/32), şiddetli bir kasırga yüzünden gemiyi dalgaların sarması durumunda insanların Allah'a yönelmeleri (Yûnus, 10/22-23), insana bir zarar dokunduğunda Allah'a dua etmesi (Zümer, 39/8), sıkıntı/darlık gelince insanın Allah'a yalvarması (Nahl, 16/53-55) ve sıkıntı/darlığın dokunması durumunda Allah'a yalvarması, geçince yan çizmesi (Yûnus, 10/12) gibi tasvir ve anlatımlarla dile getirilir. Bu husus, insanla Allah arasında hiçbir zaman ve durumda kopmayan bir bağın/fıtratın olduğuna işaret eder.

Fıtratla ilgili âyetlerden de anlaşıldığı gibi Kur'ân-ı Ke¬rim salt ateizmi imkânsız görür, böyle bir inanç ve düşüncenin insanda gerçekten var olabileceğini kabul etmez. Tanrıtanımaz¬lık iddiasında bulunanların inkâr gibi bir yargıya doğuştan gelen fıtrî imanın sesine kulak vererek değil, aksine benliklerinde var olan bu derin duygu ve şuuru baskı altında tutarak ulaştıklarını kabul eder (Abdurrahman Kasapoğlu, Kur’an’da İman Psikolojisi).

Söz konusu âyetlerin bazılarının meallerine bir göz atalım:

Nitekim dalgalar onları (ölümün) gölgeleri gibi kuşattığında, (o anda) bütün içtenlikleriyle yalnız ve sadece Allah'a bağlanarak O'na sığınırlar: fakat Allah onları sağ salim kıyıya ulaştırdığında da bir kısmı yolun ortasında (inanmak ile inkâr etmek arasında) kalıverirler. Ama hiç kimse, haince bir nankörlüğe kapılmadıkça mesajlarımızı bile bile reddetmez. (Lokman, 32). Bütün sebeplerin tükendiği sırada ilahi format işleyişe geçiyor, vicdan Allah'ın kapısını çalıyor. Bu halin devam etmesi insanın gayretine bağlıdır. Tehlikeler karşısında insan, fıtratlarını örten yaratıcı ile arasındaki bağı koparan aldatıcı güç yetirebilme kuruntusundan soyutlanır. Fıtrat tutunacak bir merci arar, insan Rabb'ine yönelir. Artık insan aynelyakin ya da hakkalyakin gerçeğe erdiğinden Alllah'a karşı her türlü ortağı reddeder.
Sizi karada ve denizde gezdiren O'dur. Öyle ki, gemilerle denize açıldığınızda, gemilerin elverişli bir rüzgârın önünde yolcuları alıp götürdüğü zaman (olanları düşünün,) gemidekiler sevinç ve güvenlik içinde hissederler kendilerini; derken bir fırtına yakalar gemiyi ve dalgalar her yandan kuşatır onları, öyle ki, (ölümün) kendilerini çepeçevre sardığını düşünürler de (o zaman) dinlerine sıkı sıkı sarılıp yalnızca Allah'a yönelerek: "Bizi bu (felaketten) kurtarırsan, andolsun ki şükreden kimselerden olacağız!" diye yalvarıp yakarırlar O'na. Ne var ki, Allah onları bu (felaketten) kurtarır kurtarmaz, hemen yeryüzünde haksız yere azgınlık yapmaya koyulurlar! Ey insanlar! Yaptığınız bütün taşkınlıklar döne dolaşa yine kendinizi bulacaktır! (Yalnızca) bu dünya hayatının (geçici) doyumları(nı) gözetiyorsunuz: fakat (hatırlayın ki,) sonunda Bize döneceksiniz ve o zaman (hayatta) yapıp-ettiğiniz her şeyi size (eksiksiz) haber vereceğiz. (Yunus, 22-23). Kendi varlığının mükemmel olmayıp, fani olduğunu anlayan her insan, Baki Yaratıcı'ya, Allah'a döner. İnsan gerçekten tuhaf bir varlıktır. Azı müstesna, insan dara düşmeden Allah'ı hatırlamaz. Musibet anlarında fıtratı işlemeye başlar. Musibet fıtratın etrafını kuşatan unsurları giderir. Rahata erdiğinde, ya unutur ya da isyan eder. İşte insanın fıtratı, karakteri, cibilliyeti budur. Ancak, fıtratı karakter haline getirenler bundan müstesnadır.
İşte (böyle:) insanın başına bir bela geldi mi Rabbine yönelerek (yardım için) O'na yalvarır; fakat O'nun rahmetiyle bir nimete kavuşunca da önceden yalvarıp yakardığını unutarak başka güçleri Allah'a rakip çıkarır ve böylece (başkalarını) O'nun yolundan saptırır. (Bu şekilde günah işleyenlere) de ki: "Bu inkârınızla kısa bir müddet keyif sürün bakalım; (ama sonunda) ateşi hak edenlerden olacaksınız! (Zümer, 8). İnsanın fıtratı musibet anında kendiliğinden ortaya çıkar. Bu sırada fıtratı üzerindeki tortular dökülür, fıtratını örten kara perdeler misali kuruntular, yanılgılar aydınlanır. O aydınlıktan Rabb'ine bir pencere açılır. Yalnız O'na döner, O'ndan başkasının kendisini bu belalardan kurtaramayacağını kavrar. Kendilerine çağırdığı ortakların ve şefaatçilerin sanal varlıklar olduklarını anlar.
Hem, payınıza düşen her nimet Allah'tandır; (nitekim) ne zaman başınıza darlık çökse, hemen O'na yakarırsınız, sonra, üzerinizden darlığı giderir gidermez, içinizden bazıları hemen Rablerinin ulûhiyetinden başka güçlere de bir pay yakıştırır, (adeta) kendilerine bahşettiğimiz nimetler için nankörlüklerini gösterircesine! (Bu geçici) dünya hayatıyla böylece avunun bakalım: nasıl olsa (gerçeği) er geç öğreneceksiniz! (Nahl, 53-55). Bu âyetin sergilediği örnek, insanlığın her zaman karşılaştığı bir örnektir. Kalpler, dara düştüğünde Allah'a yönelir. Yaratılışları gereği olarak, bu sırada Allah'tan başka kurtarıcıları olmadığını hissederler, fıtrata yönelirler. Rahatlayınca, nimet ve varlık içinde eğlenmeye başlarlar, dünyevileşme onları çepeçevre sarar, Allah ile bağını zayıflatır. Şirk, putperestlik, rejimlerin tanrılaştırılması gibi, çeşit çeşit sapıklıklara dalar. Fıtratın sapıklığı ve bozukluğu bununla da kalmayıp daha da ileri gidebilir. Bu durumda insanların bir kesimi sıkıntı zamanlarında bile Allah'a sığınmayıp, birtakım yaratıklara sığınırlar. Bazen da fıtrattaki sapma, suret-i haktan görünerek, kendilerini hastalık, sıkıntı veya beladan kurtarmaları için velileri çağıranlar şeklinde görünür.

Zaten, insanın başına bir sıkıntı gelince yan yatarken de, oturup kalkarken de Bize yalvarıp yakarır; ama ne zaman ki sıkıntısını gideririz, başına gelen sıkıntıdan kendisini kurtaralım diye sanki Bize hiç yalvarıp yakarmamış gibi (nankörce) davranmaya devam eder! Kendi güçlerini boşa harcayan (budala)lara, yapıp-ettikleri işte böyle güzel görünür (Yunus, 12). Bu sürekli biçimde gözlemlenebilen insan tipidir. İnsan, sağlığı yerindeyken, durumu müsait iken hayatın akışına kendisini kaptırır. Günahlara dalarak, ilahi ölçüleri çiğneyerek fıtratının üzerini küllendirir. Bolluk/refah zamanı, insana çok şey unutturur. Kendini zengin/müstağni görmek insanı azdırır. İnsanın mahrumiyeti tatması lazımdır. Bu zor şartlardan kurtulduğunda artık bir daha geriye dönüp bakmaz. Sanki daha önce dua eden o değildir!

Sözün özü, fıtrat asla yalan söylemez. Mahlûkatın yaratılış gayeleri üzere işleyişleri - arının bal yapması, aslanın pençelerinin parçalaması, tavuğun yumurtlaması vd. – buna delildir. İnsanın yaratılışı fıtrat üzeredir. İslam'ın gayesi insanın fıtrat üzere kalmasını temindir. İnsanın fıtrat üzere yaratıldığının farkına varması ona pek çok kapılar açacak, dik durabilmesinin ve insan olarak kalabilmesinin yollarını gösterecektir.

İnsanın fıtratındaki sapmalar, fert ve insanlık âlemini kaosa, fesada sürükler. Akıl ve kalp mağlup olur, beden ülkesinde yönetimi ego ele geçirir. İman, ontolojik altyapı ile ego'nun mücadelesinde fıtratın galip gelmesidir.

KAYNAKÇA

Ragıb el-İsfehani, Müfredat
Seyyid Şerif Cürcani, Kitabu't-Tarifat
İbn Manzur, Lisânü'l-Arab
Mustafa İslamoğlu, Hayat Kitabı Kur'an Gerekçeli Meal-Tefsir
Mustafa İslamoğlu, Yürek Fethi
Mustafa İslamoğlu, Savaş Kesmeyen Sözler
Bediuzzaman Said Nursi, Sözler
Saduk Kılıç, Fıtratın Dirilişi
Mutahhari, Fıtrat
Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'an Dili
Seyyid Kutup, Fizilalil-Kur'an
Razi, Mefatihu'l-Gayb
Zemahşeri, Keşşaf
Alusi, Ruhu'l-Meani
Nesefi, Medarik
Şevkani, Fethu'l-Kadir
İbni Kesir, Tefsiru'l-Azim
Abdurrahman Kasapoğlu, "İnsanın Çaresizliği Ve Fıtratın Uyanışı", Kelam Araştırmaları Dergisi 3:1 (2005).
Abdurrahman Kasapoğlu, Kur’an’da İman Psikolojisi.

FITRAT, KAYNAĞI VAHYİN KAYNAĞI İLE AYNI OLAN İNSANIN ONTOLOJİK ALTYAPISIDIR. YANİ, İLAHİ BİR FORMATTIR.

KUR'ÂN-I KERİM SALT ATEİZMİ İMKÂNSIZ GÖRÜR, BÖYLE BİR İNANÇ VE DÜŞÜNCENİN İNSANDA GERÇEKTEN VAR OLABİLECEĞİNİ KABUL ETMEZ.

TANRITANIMAZLIK İDDİASINDA BULUNANLAR BUNU ANCAK BENLİKLERİNDE VAR OLAN FITRATI BASKI ALTINDA TUTARAK YAPABİLİRLER.

KENDİ VARLIĞININ MÜKEMMEL OLMAYIP FANİ OLDUĞUNU ANLAYAN HER İNSAN, BAKİ/SONSUZ YARATICI'YA DÖNER.

İNSANLAR, ÇOK AZI MÜSTESNA, DARA DÜŞMEDEN ALLAH'I HATIRLAMAZ. MUSİBET ANLARINDA FITRATLARI YENİDEN İŞLEMEYE BAŞLAR.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder