19 Mayıs 2013 Pazar

Fıtrat Dini İslam ve Beş Temel Özelligi : Tevhid, Adalet, Vasat, Akıl ve Çoğulculuk

Fıtrat Dini İslam ve Beş Temel Özelligi :
Tevhid, Adalet, Vasat, Akıl ve Çoğulculuk

“ O halde sen yüzünü hanif olarak dine çevir ; Allah’ın insanları üzerinde
yarattığı o fıtrata. Allah’ın yaratışı için hiç bir tebdil yoktur. İşte dimdik
ayakta duran din ! Ancak insanların çoğu bilmezler.” (Rum :30:30)
Fıtrat ; linguistik olarak içinde gizleneni ortaya çıkarmak için yarmak
anlamında kullanılır. Arab ; deve’nin damağının altındaki gizlenen dişinin
yarılmasını böyle ifade eder. Dolayısıyla fıtrat , insan yaratılışındaki özdür
veya buna yaradılış formatıda diyebiliriz. Çoğukez fıtrat, insan tabiatı-insan
doğası ile aynı anlamda kullanılır. İnsanın nefes alması , su içmesi , yemek
yemesi nasıl ki fıtrattandır iman etmeside insan fıtratının bir gereğidir.
Bünyamin Konstand’ın ifadesiyle din insan doğasının ikizkardeşidir. Hanif olan 
İslam, fıtrat dinidir. Onun için ne ki fıtrata aykırıdır o şey Allah’ın
kitabınada aykırıdır. Ne ki fıtrattandır o şey Allah’ın dininde haram kabul
edilmez.
Onun için Allah’ın tüm nehiy ve yasakları aynı zamanda fıtrata aykırıdır. 
İslamın fıtrat dini olduğuna delil Rum suresinin 30. Ayetidir . Rabbimiz şöyle
buyurur :  “ O halde sen yüzünü hanif olarak dine çevir ; Allah’ın insanları
üzerinde yarattığı o fıtrata. Allah’ın yaratışı için hiç bir tebdil yoktur. İşte
dimdik ayakta duran din ! Ancak insanların çoğu bilmezler.” (Rum :30:30) Bu ayet
açıkça ispat ediyor ki İslam fıtrat dinidir. Bu konuda delil olarak ayrıca Allah
resulü(s.a.v) bütün hadis otoritelerince sahih kabul edilen hadisidir. “Her
doğan (çocuk) fıtrat üzerine doğar. Daha sonra onu anne-babası Yahudileştirir
veya Hristiyanlaştırır veya mecusileştirir.”(Muttefekun aleyh)
Yaratıcıyı itiraf ettiren insan fıtratıdır. Bu konuda Araf suresinin şu ayetini
hatırlatabiliriz. “ Hani rabbin Ademoğulları’nın sırtlarından zürriyetlerini
almış ve onları kendi nefislerine karşı şahid tutmuştu : “Ben sizin rabbiniz
değil miyim? “ “Evet (rabbimizsin) şahidlik ettik” demişlerdi. (Bu) kıyamet günü
: “Biz bundan habersizdik” dememeniz içindir.”(Araf 7:172) Bu ayetin
tefsirlerine baktığımızda bu konuşmanın özellikle müfessir Zemahşeri ve
Fahrettin er Razi tarafından mecazi olarak ele alındığını görebiliriz. Muassır
müfessirlerden İslamoğlu ise yine bu konuşmanın bir tahyil yani canlandırma
olduğunu ifade eder.Ebu Hanife’nin bu ayetle ilgili görüşü : “ Allah, peygamber
göndermemis olsaydı dahi , insan fıtri kabiliyetleriyle Rabbini tanıma
sorumluluğu taşımaktadır” şeklindedir. Dolayısıyla bu ayette Rabbimiz insan
fıtratıyla mecazen konuşmakta ve insan fıtratının Rabbini tanıma kabiliyeti
taşıdığını ifade etmektedir.Tüm bu delillerden yola çıkarak diyebiliriz ki İslam
fıtrat dinidir. Bu yazımda Fıtrat dini İslamın özelliklerine değinmeye
çalışacağım.
Fıtrat ve Tevhid İlişkisi
Fıtrat dini İslam’In en temel özelliği tevhid eksenli olmasıdır. Din bir cümleye
benzetilecek olursa o cümlenin yüklemi tevhidtir. Dolayısıyla yüklemsiz cümle
olamayacağı gibi tevhid eksenli olmayan tüm inanç sistemleride batıldır. Onun
için vahyin dilinde, Allah indinde din sadece İslamdır.(Ali Imran 3 :19) Tevhid,
Allah’ın , zerreden kürreye kadar yaratıcıi tek kudret olduğunu kabul etmek
(Tevhid-i Rububbiyet) ve Ondan başka hiç bir nesneye veya özneye tapılmaması
gerektiğini kavli ve fiili olarak ikrar etmek (Tevhid-i Uluhiyet ) ve Allah’ın
isim ve sıfatlarında Ona eş veya Ondan üstün hiçbirşeyi kabul etmemektir. Evet
madem ki birşeyden herşey yapan ve herşeyi bir şey yapan her şeyin yaratıcı olan
O tek şeydir o halde O’nun dışında herhangi bir mabuda kulluk etmek fıtrata
mugayyirdir.
Fıtrata uygun olan ne Babil medeniyetindeki  Yılan ve Ejderha figürlerine  ne
Mısır mitoljisindeki Ateş tanrısı Zurvanaya, ne Japon Şintoizmindeki Güneşe, ne
Hind kadim tanrıları olan İndra yada Mitraya , ne Yunan mitoljisindeki Hermese
yada Afrodite , ne hristiyanlar gibi İsa’ya , ne bir kısım Yahudiler gibi Üzeyre
tapınmak değil kendisinden başka ilah olmayan, yoktan vareden, herşeyin
yaratıcısı olan , hiç bir zaman ölmeyen, herşeyden üstün olan muteal bir Allah
`a kulluk etmektir. O öyle bir Allah `tır ki hiç bir şeye benzemeyen ve muteal
olandır. (Şura : 42 :11) Öyleyse fıtrat, tevhidi kabul etmeyi gerektirir.
Fıtrat dini İslam’ın peygamber tasavvuru ise “abduhu ve resuluhü” şeklindedir.
Peygamber önce kul sonra resuldür.Dolayısıyla peygamberler insan-üstü sıfatlara
muttasıl değildirler.(Kehf : 18:110) Onlar gaybı bilemezler . (Neml :27:65)
(Lokman :31 :34) Allahtan bağımsız mucize yaratamazlar.  (Ankebut :29: 49-50)
(Isra :17:90-95) Fıtrat peygamberi Allah resulu(s.a.v) her zaman kendisinin
beşer olduğunu vurgulamıştır. Kendisi zamanında oğlu vefat ettiğinde aynı
zamanda güneşte tutulmuştu. Müslümanlar arasında “Muhammedin oğlu vefat etti
onun için güneş tutuldu” diye bir söylenti dolaşıyordu. Resul hutbeye çıktı ve
derhal kendisinin beşer olduğunu ve Rabbin bir ölümlü için yasalarını
değiştiremeyeceğine atıf yaptı.
Tevhid , insan fıtratına en mutabık bir inanç sistemidir. Onun için Allah
indinde din sadece İslamdır. Zira diğer inanç sistemleri bu fıtrat yasasından
sapmışlardır.
Fıtrat Dini İslam  ve Adalet
 Fıtrat dini İslam, insan-Allah ilişkisinde tevhidi , insan-hilkat ilişkilerinde
adaleti esas alır. Şirk, tevhidin ve zulüm adaletin zıddıdır. Şirk, akidevi
anlamda ve zulüm ahlakı bağlamda  adaletsizliktir. Tevhidi iktidar etmek için
şirki , adaleti teessüs etmek için zulmü yoketmek gerekir. Adalet ve zulüm
arasındaki ilişki gece ile gündüz arasındaki ilişki gibidir. Zulmün olduğu yerde
adalet, şirkin olduğu yerde tevhid olmaz.Bundan dolayıdır ki fıtrat dini İslam,
adaleti emreder. “Şüphesiz Allah, size emanetleri ehline (sahiplerine) teslim
etmenizi ve insanlar arasında hükmettiğinizde adaletle hükmetmenizi emrediyor.
Bununla Allah, size ne güzel öğüt veriyor!.. Doğrusu Allah, işitendir,
görendir.” (Nisa 4:58)
Adalet, a-da-le fiilinden mastardır. Bazen IDL şeklide de kullanılır. Adl,
denkliği gözlemle idrak olunan, IDL ise denkliği duyularla idrak olunan
demektir. Zulüm ise birşeyi ait olduğu yerden etmek anlamındadır. Bir kimse
kazılmaması gereken yeri kazarsa Arab ona ‘arza zulmetti anlamında ‘zalemte’l
arz’ der. Kazılmaması gerektiği yerde kazılan yere ‘mazlume’ buradan çıkan
toprağa ‘zalim’ denir. Dolayısıyla zulüm bir şeyi ait olduğu yerden etmek veya
maksadı dışında kullanmak ve adalet bir şeyi ait olduğu yere koymak veya birşeyi
amacına uygun kullanmaktır. Bir kişi elindeki bardakla çivi çakarsa bardağa
zulmetmiş olur ve adalet onu çekiçle çakmaktır. İşte fıtrat dini İslam , tevhid
hakikatiyle insanın veya herhangi bir mahlukun tanrısallaşmasına müsaade
etmediği gibi adalet vurgusuyla insana insanlık dışı muamele yapılmasının üstünü
çizer.
Vahiy , Allah resulü’nün şahsiyetini adaletle inşa etmiştir. Allah resulü
(s.a.v) zamanında Tu’me bin Ubeyrik isimli bir müslüman Katade bin Numan isimli
birbaşka müslümanın malını çalmıştır. Ancak Katade bin Numan malının peşine
düşmüş ve yakalanacagını anlayan Tu’me bin Ubeyrik malını , bir Yahudiye teslim
etmiştir. Katade , malını yahudinin evinde bulunca durum Allah resuluna intikal
etmiş ve Tu’me bin Ubeyrik suçunu kabul etmediği halde vahiy gerçek suçlunun
yahudi değil Tu’me bin Ubeyrik olduğunu beyan etmiştir. (bknz.Nisa 4:105) Bu
ayet bizde şayet bir kimse mazlumsa onun kimliğine bakılmaz gerçeğini
hatırlatmakta ve bizi adalet ahlakıyla inşa etmektedir.
Allah resulü (s.a.v) döneminde soylu bir aileden gelen bir kadın mücevher
hırsızlığı yapmış ve onun affedilmesi için Allah resuluna Usame isimli bir
sahabi tavassut etmiştir. Soylu bir aileden geldiği için affedilmesi
önerilmiştir. Ancak böyle bir teklif Allah resulunü çok üzmüş ve “Siz benden
Allah’ın hükümlerini değiştirmemi mi istiyorsunuz ? “ diyerek bazı kimselerin
uyarılması sebeb olmuştur. Allah resulü (s.a.v) bu olayın ardından hutbeye
çıkmış  “ Sizden öncekiler neden helak oldular bilirmisiniz? Onlar bir güçlu suç
işlediğinde onu derhal affederlerdi ancak aralarında bir zayıf suç işlediğinde
ona cezayı hemen tatbik ederlerdi. Vallahi kızım Fatima bu suçu işlese ellerimle
cezasını verirdim”
Allah resulü döneminde bir fakir hurma hırsızlığı yapmış  ve bahçe sahibi onu
yakalamış ve resulullaha götür müştü. Ancak Allah resulü’nün tepkisi “O açtı onu
doyurmalıydın , o cahildi onu bilgilendirmeliydin” şeklinde olmuştur. Tüm bu
misallerden yola çıkarak diyebiliriz ki fıtrat dini İslam adaleti emreder.
Bundan dolayıdır ki Ömer bin Hattaba nispet edilen “El adlü esasül mülk-Adalet
mülkün temelidir” sözü doğrudur.

Fitrat Dini Islam ve Denge Yasasi
Fıtrat dini İslamın en temel karekteristik özelliği hiç şüphesiz dengedir.
Rabbimiz Kur’an’da “…ve böylelikle sizi (vasat) dengeli bir topluluk kıldık ki
insanlığa şahitler olasınız…”(Bakara 2/143).İnsanlığa sahidler olabilmenin yolu
demek ki  dengeli yani orta yolu tutabilmekle mümkündür. Evrendeki her şey denge
ve ölçü içinde olduğu için hayattadır. Üzerinde yaşadığımız dünyanın güneşe olan
mesafesine bakınız. Güneşe ne çok yakın ne de çok uzak olduğu için bu gezegende
hayat var. Güneşe daha yakın veya daha uzak olsaydı yeryüzünde hayat
olmayacaktı. Üzerinde yaşadığımız dünya hal diliyle “Dengede hayat var” demekte
adeta.İnsan anatomisinin insan iradesine verdiği temel mesaj yine Ey insan
dengeli ol mesajıdır. Çok sıcak olduğu zaman bedeniniz yanar ve yine çok soğuk
olduğu zaman donarsınız. Vücudunuzun sıcaklık dengesi bozulduğunda ve soğuk
olduğunda bedeniniz titreyerek veya çok sıcak olduğunda vücudunuz terleyerek
tepki verir. Tip dilinde “homeostatis” olarak bilinen bu hal dengede hayat var
çağrısına bir misaldir sadece. İnsan gözünün alt-eşiği ve üst eşiği vardır
mesela. Çok küçük şeyleri veya çok büyük şeyleri görebilmek için mikroskop veya
teleskop kullanmak gerekir. Ancak ideal olan göz alt ve üst eşiği olan insan
gözüdür. Kimse teleskop veya mikroskop gibi bir göze sahip olmak istemez.
Kulağınız için hakeza aynı şeyleri söylemeniz mümkündür. Kimse karıncaların ayak
seslerini duyabilen bir kulağa sahip olmak istemez. Şayet insanların burnu her
kokuyu alabilseydi sanırım hayat çekilmez olurdu. Demek ki en ideal olan uçlarda
olan değil dengede olandır. İnsan bedeni dahi insana bu mesajı verir.
Kozmik koronun şefi makamında halife-i rû-yi zemin liyakatindeki insanın
teo-ontolojik levhasının üzerinde yazılı olan gizli mesajın yine denge olduğuna
inanırım ben. İnsanın teo-ontolojisi “Hame-i Mesnun” yani çamurdur. Hicr
Sûresi’nin 26. âyetinde geçen bu kavrama bakıldığında insanın özünün çamur
olduğuna atıf yapar vahiy. Dolayısıyla insanın oluşumunu hava, su, toprak ve
ateş gibi dört temel unsurun etkileşime geçirilerek var edildiğini açıklamak
mümkündür. Çamur özü itibarıyla anasır-ı Erbaa’nın birleşmesidir. Evrendeki bu
dört temel unsuru dengeleyen bir yapıya sahiptir vahyin tarif ettiği insan özü.
İslam akaidinin en temel konsepti yine dengedir. İslam tevhidi, ateizm ile
paganizm arası bir denge duruşudur. Ateizm bir dengesizliktir. Kitap katipsiz,
iğne ustasız olmaz öyleyse varoluşu Allah’sız açıklamak bir çeşit
dengesizliktir. Bir şeyden her şey yapan her şeyi bir şey yapan her şeyin
yaratıcısı olan o tek şeydir. Ancak diğer taraftan vahyin tanıttığı Allah tüm
pagan unsurların ötesinde bir ilahtır. Vahyin tanıttığı Allah ne Şintoistlerin
güneş tanrısına, ne antik Yunan’ın Hermes’ine veya Afrodit’ine, ne eski Mısır’ın
Hotor tanrısına veya Apis öküzüne benzemez. Zira O, eşsiz ve benzersiz olan ve
akla geldiği zaman mutlaka zihni tahayyülden çok başka olandır. Onun için önce
“La ilahe” yani “tanrı yoktur”, sonra “İllallah” yani, “ancak Allah vardır”
diyerek tevhidi ifade etmiş oluruz. Dolayısıyla tevhit ateizm gibi tanrıyı
tanımayan bir bakışı tamamen yadsırken tanrıyı eşyalaştıran veya insanlaştıran
zihniyeti de reddeder. Onun için tevhit en büyük denge sirk en büyük
dengesizliktir.
Vahyin peygamberleri sevmede dahi iman edenleri dengeye teşviki vardır.
Peygamberlerin hatalarını vurgulayarak onların insan-üstü olmadıklarının altını
çizer. Vahiy birçok yerde peygamberlerin beşer olduğuna vurgu yaparak onların
zellelerine (hata-sürçme) işaret eder. Bu konuda en meşhur olanı Yunus (a)
kıssasıdır. Sâffat Sûresi Yunus’un peygamber olmasına rağmen Allah’ın izni
olmaksızın bulunduğu beldeyi terk ettiğini ve bundan dolayı cezalandırıldığını
vahyin muhataplarına tezekkür ettirir. Musa peygamberin bir Mısırlının ölümüne
sebep olduğunu Kasas Sûresi anlatır bize. Âdem, Nuh ve İbrahim peygamberlerin
yine zelvelerine işaret eder vahiy. Son olarak ise Abese Sûresi’nin ilk on
âyetinin Allah Rasulünü tazir eden âyetler olduğunu hatırlamak gerekir. Bir
garibin anlık ihmali Allah Rasulünün tazir edilmesine sebep olmuştur.
Vahyin tasavvurunda sahabeyi sevmekte bir denge içindedir. Kur’an bir taraftan
ashab-ı kiramı Âl-i İmran Sûresi’nde (3/110) “İnsanlık tarihinin en hayırlı
topluluğu” olarak tasvir ederken diğer taraftan Hadid Sûresi’nde Allah Rasulü
(s.a.v) hutbedeyken onu yalnız bıraktıklarından ve Medine’ye giden ticaret
kervanının peşinden gitmelerinden bahseder (57/10). Mesela, Tevbe Sûresi’nde
“Allah onlardan razı olmuş onlar da Allah’tan” (9/100) diyerek onlardan övgüyle
bahsederken Âl-i İmran Sûresi’nde Uhud Savaşı’nda onların ganimet hevesiyle
dağıldıklarına vurgu yapar.
Bu konuda daha başka örnekler de verilebilir ancak vahyin bu iki tabloyu da
örnek olarak vermesinden maksadın vahyin mü’minlerini sahabeyi sevmede dengeye
daveti aşikârdır. Her şeyde olduğu gibi sahabeyi sevmede dahi denge esas
tutulmalı ve onların bir beşer olduğu gerçeği göz önünde bulundurulmalıdır. Zira
dinler tarihi dini önderlerin ilahlaştırılması örnekleriyle doludur. Bugün
Protestan kilisesinin kabul etmediği ancak Katolik kiliselerince devam edegelen
havarilere yönelik aşırı tazim bu ümmetin insanlarında olmaması gereken bir
sapmadır. Onun için vahiy bu ümmetin insanlarını sahabeyi sevmede dengeye davet
etmektedir.
Denge, kulluğun minhacı ve tüm ibadetlerin meyvesidir. Kulluk, itidali
gerektirir. Bir hadiste, Allah Rasulü (s) “Yarın ölecekmiş gibi ahiretine
hazırlık yap ve dünyadan nasibini unutma…” buyurur. Allah Rasulü (s.a.v) bize
dünya ve ahiret dengesi kurarak kulluk yapmamızı tavsiye eder. Zekâtın kırkta
biri farzdır ancak bir insanın kazandığının hepsini infak etmesi caiz olmaz.
Oruç, Ramazan ayında farzdır ve yine Pazartesi ve Perşembe günleri tutmak
sünnettir ancak yılın hepsini oruçlu geçiren kişi hiç tutmamış gibidir. Allah
Rasulü (s.a.v) “Efdal olan ibadetin az ve sürekli” olan olduğunu vurgular.
Dolayısıyla denge hem fıtratın yasası hemde fıtrat dini İslamın vazgeçilmez bir
gerçeğidir.
 Fitrat Dini Islam ve Akil-Vahiy Iliskisi :
Fıtrat dini İslam akıl ve vahiy bütünlüğü içinde hareket etmeyi önerir. Vahyin
birçok yerinde tefekküre  yani derinlemesine düşünmeye atıf varken tefkir yani
sığ düşünme şekli vahyin dilinde ağır bir dille eleştirilir.(bknz :Muddesir :
74:18-19) Zira varolabilmek düşünmekle mümkündür. Onun için akıl elzemdir.
Kelamda , akıl ile vahiy arasındaki ilişki göz ile ışık arasındaki ilişkiye
benzetilir. Akıl olmazsa vahiy , vahiy olmazsa akıl fonksiyonsuz kalır zira
bunlarda tıpkı göz ve ışık gibi birbirine muhtaçtır. Ancak kelam akıl ile nakil
tearüz ederse akıl evvel nakil müevveldir diyerek aklın önemine atıf yapar.
Vahiy, imansızlığın vasfi olan hakikate karşı sağır, dilsiz ve kör olmaktan
kurtulmanın yolunun akletmek olduğunu belirtir. “Sağırdirlar, dilsizdirler,
kördürler-onlar akledemezler.” (Bakara;2;171) Ayrıca akletmeyenleri Allah’ın
azap ve pislik içinde bıraktığını ifade eder. “ … O(Allah), akletmeyenlerin
üzerine azap-pislik verir” (Yunus : 10:100) Kur’an aklın çıkarttığı yolla vahyin
çıkarttığı yolun aynı olduğunu vurgular “ Ve dediler ki : “Eğer (vahyi) dinlemiş
olsaydık yada akletseydik , şu çılgın ateşin yareni olmayacaktık” (Rahman:67:10)
Bu ayet açıkca gösteriyor ki aklın çıkarttığı noktayla vahyin çıkarttığı nokta
aynıdır.
Aslında vahyin insan için nihai hedefide aklını faal olarak kullanabilmesidir.
Zira akıl aslında (ukal) yani bağ demeye geldiğinden insanın maziyle veya
istikballe bağ kurabilmesini sağlar. Çocuk gününü yaşadığından ve yarınını hiç
düşünmediğinden akıl-baliğ değildir ve İslam fıkhında mukellef sayılmaz. Yarini
düşünen yani bugün ile yarın arasında bağ kurabilen insana akıllı denir. Onun
için en akıllı en yarını yani ahiretini düşünen ve ona göre yaşayandır. Onun
için aklın karşısında nakil değil heva vardır. En akılsız kimselere heva eksenli
yaşayan kimselerdir.
Fıtrat dini İslam, akla önem verdiğinden ilim, vahyin insanı için en elzem olan
şeydir. Farabi’ye göre ilim birşeyin sebebini bilmektir. Bundan dolayıdır ki
fıtrat dini İslam , şabloncu, şekilperest ve statik bir inanç sistemi değil  ,
maksatçı, ilkeli ve dinamik bir dindir. Fıtrat dini İslamda anlamsızlık yoktur. 
Varoluş , anlamsız değildir.(Bknz: Zariyat :56) Rabbimiz bu gerçeği “Sizi abes
olsun diye mi varettigimizi saniyorsunuz”(Mu’minun : 23;115) diyerek dile
getirir. Varlık anlamsız olmadığı gibi hayat dahi anlamsız değildir. “Hanginizin
daha güzel iş işleyecegini ortaya koymak için gökleri ve yeri altı günde
yarattık” (Hud:7) bu hakikat açıkca dile getirilir. Bu alemde sadece insan değil
varlık dahi anlamlıdır. Vahyin dilinde yerde ve gökte ne varsa hepsi Allah adına
hareket eder. İslamoğlu’nun özet ifadesiyle anlamsızlık Allahsızlıktır.
Evet , madem anlamsızlık Allahsızlıktır , Allah `ın göndermiş olduğu din dahi
şekil ve seromoniden ibaret değildir. Onun bir manası ve felsefesi vardır
kuşkusuz. Dini anlamak sadece nassın zahirini anlamak değil onun gözettiği
maslahatı idrak etmektir. Hz. Ömer dilinde buna maslahad, Ebu Hanifede istishan,
Necmeddin Tufi’nin dilinde maslahad-i mursele , İmam Satibi’nin dilinde
makasid-i şeria, Şah Veliyullah Dehlevide , daimi din değisen şeriat, Ali
şeriati’nin dilinde , sözün corafyası, Fadlallahta ise hikmet denir. Özellikle
Hz Ömer’in uygulamalarına bakyığımızda bunların islam dinamizmini yaşatan ve
nassın gözettiği maslahatı öne çıkaran uygulamalar olduğunu müşahade edebiliriz.
Mesela Hz Peygamber döneminde içki içen kişiye uygulanan ceza Hz Ömer döneminde
iki katına çıkarılmıştır.Hz. Ömer, bunun sebebini, amacIn insanları darbetmek
değil bu fenalıktan alıkoymak olduğunu belirtmiş ve o dönemde bu ceza miktarı
insanlara kifayet ediyordu şimdi ancak bu kadarı yeterlidir diyerek uygulamanın
şekline değil maksadına atıf yapmıştır. Bundan dolayıdır ki İslam Usül alimleri
, dinin Meqasid-i Hamse’sini (Beş Temel Maksadını) belirlemişler ve dinin emir
ve yasaklarının bunların temini ile ilgili olduğunun altını çizmişlerdir. Bu
bağlamda “Ezmanın tegayyuru ile ahkamın tegayyuru inkar olunamaz” yani şartlar
değiştikçe hüküm değişir  kaidesini de hatırlamak gerekir.
Fitrat Dini Islam ve Asalet-i Kesret Ilkesi :
Fıtrat dini İslamda farklılık ve çok renklilik bir zayıflık değil güçtür.
Rabbimiz farklılığın bir nimet olduğunu Hucurat suresinde açıkça bildirir : “ Ey
insanlık ! Elbet sizi bir erkekle bir dişiden yaratan Biziz, derken sizi
kavimler ve kabileler haline getirdik ki tanişabilesiniz.Elbet Allah katında en
üstün olanınız, Ona karşı sorumluluk bilinci en yüksek olanınızdır, şüphe yok ki
Allah hereşyi bilir, herşeyden haberdardır.” (Hucurat-49-13)   Bu ayet farklı
olmanın bir imkan olduğunu zayıflık veya üstünlük gerekçesini olmadığı açıkça
belirtmektedir.
Öncelikle fark, özünde kötü olamaz zira o Allah `a ait bir özelliktir. Allah
kimdir? Allah hiç bir nesneye,özneye,subjeye ve objeye benzemeyen ve hepsinden
farklı olan yaratıcı kudretin adıdır. Onu bir şeyle benzeştirmek ve ona eş
koşmak vahyin terminolojisinde şirk olarak ifade edilir.Onun için tevhid, Allah
`ın herşeyden farklı olduğunu kabul etmek ve şirk ise onu herhangi bir şeye
benzeterek ona eş koşmaktır. O, her şeyden farklı olandır.(leyse kemislihi
sey’un) Öyleyse fark, Allaha ait bir güzelliktir ve özünde kötü olamaz.
Farklı olmak fıtratın yasası olduğundan Allah varlığı farklı farklı yaratmıştır.
Vacibul Vucud (Mutlak Varlik) olan Allah nasıl ki her şeyden farklıdır varlık ta
onun kudretiyle farklı farklı çesitleriyle yaratılmıştır. Öncelikle insan turu,
farklI farklIdIr.Insanlar, tek yumurta ikizi dahi olsalar farklıdırlar.Her
insanın parmak izi farklı farklıdır.Varlıkta ki bu çesitlilik, Allah’ın
kudretinin bir ispatıdır.Hiç bir varlık tıpkısının aynısı değildir.Onun için
Allah, tek bir alemin değil “alemlerin rabbidir” Alemin her alanında asalet-i
kesret yasası devam etmektedir.
İnsan dahi özünde anasır-ı erbaa gibi dört farklı unsur taşır. Hava,su,toprak ve
ateş gibi dört farklı unsur karşılıklı iletişime geçince özü çamur olan insane
meydana gelir. Demek ki insanın ontolojisinde dahi kesret vardır. Onun için
insan hem su ve toprak hem de hava ve ateştir.O dört şeyi bünyesinde barındıran
ama o dört unsurdanda farklı olandır.
Farklılığı kabullenememe ise şeytani bir marazdır. Onun için irkçılık, sosyal
bir hastalıktır. Zira irkçılığın olduğu yerde farklılıktan bahsedilemez.Onun
icin şeytan “O çamurdan ben ateşten” diyerek insanın özünü farklı olmasından
dolayı aşağılamıştır.Farklılığa ilk itiraz şeytandan gelmiştir. Öyleyse
farklılık bir İlahi yasa ve dahi Allah `ın kudretinin bir ispatıdır.
Kainatta herşey zıddıyla bilinir. Onun için “…ahsenu kulli şey’in halakahu” (her
şeyi biz güzel yarattık) ayetini Bediuzzaman tefsir ederken güzellik iki dir
der. Birincisi doğrudan güzel olan şeyler(hüsn-ü bizzat) ikincisi dolaylı güzel
olan şeyler(hüsn-ü bil gayr). Iyi,doğru,hak,sağlık vesaire gibi doğrudan güzel
olan şeyler ve kötü,yanlış,batıl,hastalık gibi dolaylı güzel olan şeyler. Ancak
bu ikisinin de adının (hüsn) yani güzellik olması kişinin olaylara bakışında
önemli bir ayrıcalıktır.Karanlık olmasa aydınlığın  kıymeti
anlaşılmayacaktı,hastalık olmasa sağlığın kıymeti idrak edilmeyecekti.Montaigne
Denemeler isimli eserinde “Suçlular olmasaydı hakimler ve polisler, hastalar
olmasaydı doktorlar anlamsız kalırdı diyerek bu gerçeğin altını çizer.
Vahyin peygamberi “Bu din gariplerle geldi gariplerle gidecek ne mutlu o
gariplere …” diyerek garipleri yani yaşadıkları cemiyetin içinde
farklılıklarıyla tanınanları övgüyle zikreder.Zira yaşadığı toplumun ve hayatın
nesnesi değil öznesi olan her şahsiyet aslında gariptir. Garip, parası olmayan
anlamında değil çoğunluk olandan farklı olan ve şahsiyet olan anlamındadır.
İnsanların çoğundan farklı hareket edendir.Mesela Yusuf’un genç bir köle
olmasına rağmen çekici ve kendisinin efendisi olan Zuleyhayı reddetmesi çoğu
gencin yapamayacağı bir şey olduğundan Yusuf bir gariptir. İnsanlar varlıklı
olmalarına rağmen zevk ve sefa içinde bir hayat yaşamıyorlar ve varlıklarını
Allah yolunda kullanıyorlarsa onlarda gürebadandır. Dolayısıyla farklı olmak ve
genelden farklı şeyler yapmak takdir edilen bir davranış şeklidir peygamber
lisanında.
Farklılık, İslam epistemolojisi’nin yabancı olmadığı bir değerdir.Farklı
düşünceyi açıkça ortaya koyma, İslam tarihinin ilk dönemlerine kadar gider.
Allah resulü (s.a.v) ashabıyla istişare ettiğinde ve kendi görüşünü ifade
ettiğinde sahabe zaman zaman “Bu söylediğin vahiy mi yoksa sizden mi?” diye
soruyorlardı. Allah resulü(s.a.v) bu gelen vahiy değil deyince ashab-ı kiram tüm
saygısıyla beraber biz farklı düşünüyoruz diyebiliyorlardı. Peygamber hayatından
bunun gibi bir çok örnek gösterebilmek mümkünken selefin içinden de bu örnekleri
bulabilmek mümkündür.Kur’an’ın mushaf haline getirilme fikri Ömer bin Hattap
tarafından ilk dönem de bir teklif olarak sunulmuş lakin Hz Ebubekir tarafından
önce kabul edilmemişti ancak daha sonra kabul edilmişti. Daha sonrası
dönem(tabiin) içinde aynı şeyleri söylemek mümkündür. Mesela İmam Şafii , İmam
Malik’in talebesidir.Kendisinin bir alim olarak yetişmesinde İmam Malik’in rolü
inkar edilemez ancak onun er Risale isimli eserinde hocasının el Muvatta isimli
eserinden farkıi birçok görüş ayrılığı vardır fıkhi noktalarda.İmam Yusuf ve
İmam Muhammed hocalarI Ebu Hanife’den birçok hususta farklı
düşünebilmektedirler. Bu durum hadis ilmi içinde geçerlidir. İmam Muslim, İmam
Buhari’nin hem arkadaşı hem talebesidir. Buna rağmen kendi hadis kriterlerine
göre tertip ettiği eserinde İmam Buhar’nin bir çok hadisini kitabına
almamıştır.Tüm bunlar gösteriyor ki İslam epistemolojisinin ihtilafa açık bir
yapısı vardır. İhtilafı bir imkan ve zenginlik olarak değil de olumsuz bir şey
olarak görmek ümmet arasında fitneyi ve tefrikayı arttıracaktır.
Çoğulculuk konusunda kafa yoran bir diger düşünür ise İran asılli 
entellektuelAbdul Kerim Surustur. Şu anda Washington DC de yaşayan Abdul Kerim
Surus doktorasını Molla Sadra üzerine yapmış olup, Molla Sadra’nın İbni Sina’dan
mülhem”Her varlığın kendi başınalığı” tezini ontolojiden siyaset felsefesine
çekerek varlıkta aslolan nasıl kesretse, toplumdada aslolan şeyin çoğulculuk
olduğunu vurgular. Surus der ki : Tabiatta ki
bitkileri,dagları,ovaları,tepeleri,inişleri,çıkışları veya yokuşları yok etmek
nasıl uygun değilse toplumdaki çeşitliliği de yok etmek ve toplumu tek-tipçi
hale getirmek öyle uygun olamaz.Dolayısıyla tıpkı alemde olduğu gibi toplumdada
kesret muhafaza edilmesi gereken bir zenginliktir.Surus; Popper ve Kuhn gibi
düşünürlerden yararlanarak bir sosyo-politik teori oluşturmuş ve din
monopolcülüğüne ve resmi tektipçiliğe  şiddetle    karşı çıkmıştır tabiki Surus,
post-modern söylemin     hepsine katilmamiş    tıpkı  Farabilerin      ibni    
Rüşderin antik Yunanin felsefesini Islami ogretilerle yorumladiklari gibi o da
Karl Popper gibi post-modern dusunurlerin goruslerini ayiklayarak Islamize
etmistir.
Abdul Kerim Surusa gore; mutlak gorecelilik yoktur.Ancak cogulculuk nasil
varlikta bir gerceklikse, dusunsel baglamlerin    çoğulculuk
olmalıdır.Mutlak-rolativizm beraberinde şirki getirir ancak tek-doğrucu
anlatılar beraberinde totalitarizmi getireceğinden baskıya ve zulme neden olur
bu ise dinin evrensel ruhunu kırar.
Abdul Kerim Surus, dini havaya benzetir. Bu anlamda din her yerde ve her zaman
olmalıdır.Havanın olmadığı yerde hayat olmadığı gibi din dahi insanın manevi
hayatı açısından elzemdir.Sosyal hayat için din gereklidir. Ancak nasıl hava her
sorunu halletmezse din de her sorunu halletmez.Hastane yapmak için havaya
ihtiyaç olduğu gibi doktora,hemşireye ve hastaneyede ihtiyaç vardır.Dolayısıyla
din olmadan olmaz ancak onunlada her şey olmsaz.Toplumda suç oranlarını azaltmak
için din muhim bir yere sahiptir ancak tek başına yeterli olmaz.O suçlara neden
olan sosyal ve ekonomik sorunlar halledilmelidir ki o suçlar tekrar
işlenmesin.Bir örnek verecek olursak; Din her zamanda ve zeminde adaleti emreder
ancak o adaletin nasıl sağlanacağı toplumdan topluma, farklılık
arzedecektir.Farklılığı göremeyenler bu adaleti sağlama noktasında etkisiz
kalacaklardır.
Son Söz:
Rabbimiz Kur’anda  şöyle buyurur :“ O halde sen yüzünü hanif olarak dine çevir ;
Allah’ın insanları üzerinde yarattığı o fıtrata. Allah’ın yaratışı için hiç bir
tebdil yoktur. İşte dimdik ayakta duran din ! Ancak insanların çoğu bilmezler.”
(Rum :30:30) Yüzümüzü Allah’ın insanları yarattığı fıtrata yani hanif olan dine
çevirebilmenin yoluysa onun fıtri özelliklerini iyi bilmekle mümkün olduğu
hatırlamak gerekir.

Kaynakça:
1.        Mustafa İslamoğlu, Hayat Kitabı Kur’an, Düşün Yayıncılık, İstanbul
2008.
2.       Ragıb Isfahanı, Müfredat, Terc: Abdulbaki Güneş - Mehmet Yolcu, Çıra
Yayınları, İstanbul 2006.
3.       Hikmet Zeyveli, Kur’an ve Sünnet Üzerine, Birun Yayıncılık, 2003
4.       Suat Yildirim , Kur’anda Uluhiyet , Akademi Yayıncılık, 2010
5.       İhsan Eliaçık, Islam’in Yenilikcileri Cilt III, Med Cezir Yayınları,
İstanbul 2003

İNSANLIĞIN ORTAK DİNÎ TEMELİ: FITRAT


İNSANLIĞIN ORTAK DİNÎ TEMELİ: FITRAT
Mustafa AKÇAY*
Giriş
Antropologların ve genetik bilimcilerinin araştırmaları, bütün insanların tek
bir biyolojik ailenin, yani insan türünün üyesi olduklarını ortaya koymuştur.
Bu bilimsel veriye göre biyolojik açıdan insan türüne özgü ortak özellikler
mevcuttur. Bu ortak özelikler her fertte kişisel vasıfları belirleyecek ölçüde
bazı küçük farklılıklar içerse de biyolojik açıdan insanı insan yapan temel
özelliklerdir. Ayrıca insan tek boyutlu bir varlık değildir. Onun maddî varlığı
topraktan1, madde ötesi varlığı ruhtan2 İbni Haldun’un deyimiyle ‚Rabbanî
latîfe‛3 oluşmuştur. Böylece ontolojik olarak insan düalist bir yapıya
sahiptir; yani iki ayrı varlık olan madde ve ruh birleştirilmiş, bu birleşimden
insan olmuştur. John Locke’nin de vurguladığı üzere insan bedeniyle içinde
yaşadığı bu âleme bağlı iken, ruhuyla da ilahî âleme bağlıdır ve insanın Yaratıcısı
ile ilişki kurmasını sağlayan da bu ruhi yönüdür.4 Bu noktada konumuz
açısından sorulması gereken şudur: Çift boyutlu insanda, onun inanç
ve imanıyla ilgili kalıtımla elde ettiği bio-psişik bir yapı var mıdır? Diğer bir
deyişle, beşer tarihi içinde inanan bir varlık olarak görülen insanın, bu
inanma vasfına temel olacak yaratılıştan gelen dini bir niteliği var mıdır?
Eğer insanın varlık yapısında böyle bir dini yapı varsa ve bu ontolojik bir
özellikse yaratılıştan var olan bu fıtrî dini özelliğin mahiyeti nedir? Bu çalışmada
özellikle bu husus incelenmeye çalışılacaktır.
1) Âlemin Yaratılışındaki Gayelilik
Esasen temelde mesele evren ve insanın yaratılışı, bu yaratılışın gayesi ve
insanın bu âlemdeki genel hayatıyla ilgilidir. Evrenin ve evrenin her biriminin
yaratılışında belli gayeler vardır; yani âlemin yaratılışı, gayeli bir yaratılıştır.
Bu demektir ki âlemde rastlantı ve anlamsızlık yoktur. Her varlığın
kendi içinde ferdî ve bütün/küll içinde belli anlam ve gayeleri vardır. Kâinatta
her şey girift bir örgü içinde birbirleriyle alakalıdır. Var olmak ve sistemli
bulunmak bizatihi maksat ve gayeyi zorunlu kılacağı için mükemmel
sistemler bütünü olan âlemin yaratılmasında cüzî ve küllî gayelerin olmaması
da düşünülemez. Üstelik evrenin yaratılışında belli gayelerin olmaması,
kendini Kur’an’da ‚hakîm ve alîm‛ olarak tanıtan Allah’ın yücelik, hikmet
ve bilgeliğine aykırıdır. Bu itibarla varlıkların yaratılışlarında, varlıklarını
devam ettirmelerinde ve yok oluşlarında belli gaye ve hikmetler vardır.
Nitekim Kur’an’da kâinatın gayeli olarak yaratıldığı şöyle bildirilmiştir: ‚Biz
gökleri, yeri ve bunlar arasında bulunanları oyun ve eğlence olsun diye yaratmadık.
5 Gazzalî (ö.505/1111) de sırf varlıkların yaratılışındaki hikmet ve gayeleri
göstermek amacıyla ‚el-Hikmetü fî mahlûlâtillah/Allah’ın Yaratıklarındaki
Hikmetler‛ adlı bir eser yazmıştır. Felsefede de bir bütün olarak âlemin ve
âlemdeki her bir varlığın belli gayeler doğrultusunda yaratıldığı Sokrates’ten
beri kabul edilmiştir; üstelik bu husus ‚nizam-ı âlem, ibda delili, ille-i
gâiyye‛ gibi adlarla bütün Müslüman filozof, kelâmcı ve Batılı teologlar tarafından
Allah’ın varlığının bir delili olarak kullanılmıştır.6
Âlemin gayeli ve maksatlı yaratılışı ile ilgili yukarıda geçen âyetin kapsamına
evrenin varlık birimlerinden olan insan da girmektedir; dolayısıyla
insanın yaratılışının da hikmet ve gayeleri olduğu anlaşılmaktadır. Kur’an’da
evrenin bir varlık türü olan insanın gayeli yaratılışı konusunda şöyle buyrulmaktadır:
Sizi sadece boş yere yarattığımızı ve huzurumuza geri getirilmeyeceğinizi
mi zannediyorsunuz?‛ 7; ‚O, hanginizin daha güzel amel işleyeceğini sınamak
için ölümü ve hayatı yaratandır.‛8 ve ‚Ben cinleri ve insanları ancak bana
ibadet etsinler diye yarattım.‛9 Bu âyetler Kur’an’da insanın belli gayeler doğrultusunda
yaratıldığını net olarak ortaya koymaktadır. İnsanın yaratılışının
gayesi, Yaratıcıyı tanıma ve O’na ibadet etme (marifet ve ubudiyet) olduğuna
göre, bu gayenin gerçekleşmesi için gerekli biyolojik-psikolojik donanım
ve gereçlerin insana verileceği şüphesizdir. Nitekim Kur’an’da ‚İmtihan edelim
diye insanı işiten ve gören yaptık‛ 10 ve ‚ <şükredesiniz diye size kulaklar, gözler
ve kalpler verdik‛11 ve ‚Bilesiniz ki kalpler ancak Allah’ı anmakla huzur bulur‛12
denilmiş; böylece yaratılış gayesi olan marifetullah ve ubudiyet için insana
gerekli bio-psişik tüm donanımların verildiği bildirilmiştir. Eğer Yüce Allah,
cin ve insanları sadece kendisine ibadet etmeleri için yarattığını söylemesine
rağmen, onları bu gayeyi gerçekleştirebilecek araç ve gereçlerle donatmamış
olsaydı bu durumu ilahî adaletle bağdaştırmak güç olacaktı. Bu ise Tanrı’nın
yüceliğine, hikmetine, merhametine, adalet ve bilgeliğine aykırıdır. Buna
ilaveten Yüce Allah, insana ‚kendi varlığını duyma şuuru/ ben şuuru‛ ve
bununla ilgili donanımları vermiş; ölümlü varlıkları bilip-tanıma ve onlarla
iletişim kurma yetenekleri vermiştir. İnsanın kendi varlığını bilme ve diğer
fani varlıkları da bilip onlarla iletişim kurabilmeyle ilgili tüm bu yetenek ve
donanımları insana verdiği halde, Allah’ın, kendi Yüce Zatını bilmek ve
O’na yönelebilmek için gerekli donanımları insana vermemesi; sonra da insanı
kendi Yüce Zatı’nı bilip ibadet etmekle sorumlu tutması da makul değildir.
O halde âlemin gayeli yaratılışı, insanın gayeli yaratılışını; insanın
gayeli yaratılışı sorumluluğunu ve bu gayeye uygun donanımların kendisine
verilmesini gerekli kılmaktadır.13 En genel anlamıyla gayeli yaratılışına
uygun olarak bulunan insandaki bu doğal dini yapıya ‚fıtrat‛ denilmektedir.
2) Fıtratın Mevcudiyeti
Fıtrat, Kur’an ve hadislerde geçen, Arapça bir kelimedir ve ‚f-t-r‛ fiilinden
türetilmiştir. ‚F-t-r‛ fiili sözlükte ‚yaratmak, bir şeyi ilk defa örneği olmaksızın
var etmek, bir şeyi inşa etmek‛ anlamlarına gelmektedir.14 ‚F-t-r‛ fiili,
Kur’ân-ı Kerim’de sekiz yerde geçmekte olup hepsinde ‚yaratma‛ anlamına
gelmekte ve bu kullanımlarda daima fiil Allah Teala’ya nispet edilmektedir.
15 Fıtrat ise ‚yaratma, yaratma ve yaratılış biçimi-hali, tıynet, tabiat ve
huy,‛ manalarındadır.16 Buna göre ‚fıtrat‛ın anlamı, ‚bir tür ve çeşit yaratma,
yaratış, yaratma ve yaratılış hali, biçimi‛ demek olmaktadır. Bu anlam
fıtratın genel anlamı olup, Allah’ın her varlığı orijinal ilk yaratma tarzıyla
var etmesini ifade etmektedir. Yüce Allah, her varlık türünü ve o türün her
bir ferdini o türün genel özelliklerini ihlal etmeyecek bir biçim ve surette yaratmaktadır.
Bu anlamıyla fıtrat, bütün nitelikleriyle varlık türlerini içeren
küllî yaratılış, demektir. Ayrıca daha özel anlamda olmakla beraber, yine de
insan türünü içermesi açısından küllî olan, insanı insan yapan ortak özellikleri
ifade eden fıtrat-insan türünün yaratılışı söz konusudur; buna Elmalı’nın
da vurguladığı gibi insan türüne ait ‘fıtrat-ı ûlâ, fıtratı asliye’ denilmektedir.
17 Tüm bio-psişik donanımlarıyla insan türünün bu genel yaratılışının
özelliklerinden bazılarının ‘ahsen-i takvim’18 üzere yaratılmak ve ilk insan
‘Adem’e öğretilen isimler’19 olduğu ifade edilmiştir.20 Bu iki anlamın derununda
insan türünde diğer psikolojik donanımlarından ayrı olarak dini içe-
rikli bir yapı bulunmaktadır ki, İslamî düşüncesinde buna da ‘fıtrat’ denilmektedir.
Âlem ve insanın gayeli yaratılışına uygun olarak insanda Allah’a inanmaya
elverişli bir dini yapının (fıtrat) varlığına ve temel dini içeriğine delâlet
eden çeşitli deliller bulunmaktadır. Kur'ân-ı Kerîm’de insanın Allah’a iman
etmesinde elverişli bir yapıya sahip olduğuna, yani fıtrat’ın mevcudiyetine
delâlet eden âyetlerden en önemlisi fıtrat âyeti diye isimlendirdiğimiz şu
âyettir:
(Resulüm) sen yüzünü hanîf olarak dine, Allah insanları hangi fıtrat üzere yaratmış
ise ona çevir... Allah’ın yaratışında(li halkillah) değişme yoktur. İşte dosdoğru
din budur; fakat insanların çoğu bilmezler< O’na yönelerek, O’na karşı gelmekten
sakının, namaz kılın, müşriklerden olmayın.‛21
Bu âyette ‚fıtratullah‛ tamlaması, ‚din‛, ‚Hanîf-vahdaniyete inanan‛,
‚Allah’ın yaratışı‛ ve ‚ Allah’ın yaratışında değişme yoktur‛ ifadeleriyle birlikte
kullanılmıştır ve bunlar ‚fıtrat‛ terimini açıklayıcı durumdadır. ‚Yüzünü
hanif olarak dine çevir‛ emriyle, Hazreti Muhammed’e ve onun şahsında
bütün insanlara tevhid dinine yönelmeleri emredilmektedir. Daha sonra Allah’ın
bütün insanları bu dini yapı ve özellikte yarattığı ve O’nun insanı bu
şekilde yaratmasını değiştirmediği vurgulanmaktadır. Âyetteki ‚Allah’ın
yaratışında değişme yoktur‛ beyanı, ‚Allah’ın dininde değişme yoktur.‛
demektir.22 Âyetlerde ‚din, Hanif, fıtrat, halk‛ kelimeleri birbirini tamamlar
ve açıklar tarzda birlikte kullanılmış; ‚fıtrat‛ ve ‚halk‛ kelimeleri Allah’a
nispet edilerek O’na özgünlüğü vurgulanmış; ‚din‛ ve ‚hanif‛ kelimesi kaplam-
içlem ilişkisi içinde birbirlerini nitelemiş; Allah’ın yaratması ve fıtratı da
bu ikisini niteleyerek buradaki yaratmanın insanın dini nitelikli yaratılışı olduğu
açıkça belirtilmiştir. Yüce Allah’ın insanı bu şekilde yaratmasını değiştirmeyeceği,
bunun insanın dini yaratılışıyla ilgili ilâhî bir prensip olduğu
ifade edilmiştir. Böylece insanın dini yaratılışının değiştirilmemesi prensibinin
bir sünnetullah olduğu dolaylı olarak açıklanmıştır.23 Bu ifadelerden anlaşıldığına
göre fıtratullah, insanın doğuştan sahip olduğu bütün bio-psişik
özelliklerini yani insan tabiatını ifade etmemektedir. Zira insan tabiatı ‚Allah’ın
insanoğlunda yarattığı bütün fizyolojik ve psikolojik özelliklerin, yeteneklerin
toplamıdır.‛24 Bu yüzden burada söz konusu olan fıtrat, insanın
doğuştan sahip olduğu temel özelliklerden sadece birine, özellikle dini nitelikli
olan yapısına işaret etmektedir. Bir başka deyişle âyette ifade edilen fıtrat,
insanda doğuştan var olan birçok yeteneklerden sadece dini muhtevalı
olanına has olup, onun adıdır. Söz konusu âyetlerin bütününde kullanılan
ifadelerin hepsinin din ve inançla ilgili muhtevada oluşu, fıtratın bu dini karakterini
ortaya koymaktadır. O halde âyette ‚bütün ilahî dinlerin ortak noktasını
oluşturan Hanîf inancının25 Allah tarafından insan türünün yaratılış
özelliklerinden biri kılındığı ve bunun asla değiştirilemeyeceği haber verilmiştir.
Nitekim fıtrat âyeti, Allah’ın varlık/ isbat-ı vacib delillerinden ‚fıtrat
delili‛ olarak isimlendirilen delile temel teşkil eden naslardan biri olarak kabul
edilmiştir.
Fıtratın mevcudiyetine ve dini muhtevasına delalet eden âyetlerden bir
diğeri de ‚Mîsak‛ âyeti olarak anılan Allah Teala’nın tüm insan zürriyetlerinden
aldığı söz gereği, insanoğlunun Allah’ın varlık ve birliği şuuruna sahip
olarak yaratıldığına işaret eden şu âyettir:
Hani Rabbin, Ademoğullarından, onların bellerinden zürriyetlerini almış ve
onları kendilerine şahit tutarak ‘Ben sizin Rabbiniz değil miyim?’ dedi. (Onlar da )
‘Evet şahit olduk’ dediler. Kıyamet günü ‘Bizim bundan haberimiz yoktu’ demeyesiniz
veya ‘Atalarımız önceden şirk koşmuştu biz de onlardan sonra gelen nesillerdik.
Şimdi o bâtılı kuranların yüzünden bizi helak mı edeceksin?’ demeyesiniz diye
(Rabbin bunu yaptı). ‛26
Mezkur âyetteki metafizik bir âlemde gerçekleşen anlaşma (mîsak) başka
âyetlerle de desteklenmiştir.27 İslâm âlimlerinin büyük çoğunluğu söz konusu
âyetle istidlâl ederek dinin insan yaratılışında fıtrî olduğunu, Allah’ın
varlığı ve vahdâniyeti şuurunun insanın varlık yapısına yerleştirildiğini belirtmişlerdir.
Kelâm ilminde Allah’ın varlığı isbat edilirken ‚fıtrat delili‛ veya
‚kabul-i amme delili‛28 adıyla yapılan istidlâlin dayanaklarından biri de
sözü edilen mîsak âyetidir. Bu delile göre insanda Allah’ın varlığını bilme,
maddenin ötesinde kadir-i mutlak bir yaratıcının varlığını duyma fıtrî bir
keyfiyettir. İnsanın bu biliş, duyuş ve kavrayışında, taklid ile kesbin, nazar
ile istidlâlin herhangi bir dahli yoktur. Allah’ın varlığı ve birliği şuuru, insan

25 Hanîf: sözlük anlamıyla dalâletten istikamete, çarpıklıktan doğruluğa meyletmek, demek olan Hanif kelimesi, terim olarak batıl dinlerden yüz çevirip yalnız bir Allah’a yönelen muvahhid demektir. Bu anlamıyla Haniflik aynı zamanda dini gelenekte Hz. İbrahim’in dinin özel adı olmuştur. Geniş bilgi için bkz. Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, V, 3821; Şaban Kuzgun, İslam Kaynaklarına Göre Hz. İbrahim ve Haniflik, Ankara 1985, s. 110-122.

olmanın gereklerindendir ve insanı insan yapan zatî vasıflarındandır.29
Descartes’in ‚düşünüyorum, o halde varım‛ ifadesinde olduğu gibi insan
kendi varlığını zorunlu olarak idrak eder. Ancak insanın Allah’ın varlığını
bilmesi böylesine açık ve zorunlu değil, düşünme ile tezahür eden istidlâlî
bilgidir. Bu noktada insanın kendi mevcudiyetini farketmesi (ene şuuru) nasıl
fıtrî bir şuur ise Allah’ı tanıması da ona yakın bir şuurdur. Ne var ki Allah’ın
varlık ve birliğini bilmek, insanın kendi varlığının farkında olması kadar
açık-seçik değildir. Ulûhiyet inancı kendi varlığını idrak etmenin altında
yatan gizli bir şuurdur ki açık bilinç haline gelmesi dikkate veya içten ve dıştan
gelecek uyarıcılara bağlıdır.30
Fıtratın mevcudiyetine delâlet eden delillerden biri de sıkıntı ve musibet
anındaki darda kalmış insanın/muztarın durumudur. Nitekim Kur'ân-ı
Kerîm’de Allah Teâlâ bu hususu kendi varlık ve birliğine dair önemli bir delil
olarak insanlığa sunmuştur. İlgili âyetlerden bazılarında şöyle denilmektedir:
İnsanın başına bir sıkıntı gelince Rabbine yönelerek O’na yalvarır. Sonra Allah
kendisinden ona bir nimet verince önceden yalvarmış olduğunu unutur<‛31; ‚Deki:
Kim kurtarır sizi o karanın ve denizin karanlıklarından. O zaman O’na gizli gizli
yalvararak ‘Eğer bizi kurtarırsan and olsun şükredenlerden olacağız.’ diye dua
edersiniz<‛32; ‚(Onlar mı hayırlı) Yoksa kendine dua ettiği zaman darda kalana
karşılık veren ve sıkıntısını gideren, sizi yeryüzünün hâkimleri yapan mı? Allah’tan
başka ilah mı var? Ne de az düşünüyorsunuz?‛33; ‚ İnsanların başına bir sıkıntı gelince
Rablerine yönelerek O’na yalvarırlar. Sonra Allah, katından onlara bir rahmet
tattırınca bakarsınız onlardan bir kısmı yine Rablerine şirk koşarlar.‛34 ‚Dağlar gibi
dalgalar onları kuşattığı zaman, dini tamamen Allah’a has kılarak O’na yalvarırlar<
35
Bütün bu âyetler sıkıntılı ve zor anlarda insanın kendi içinde bulunduğu
dini kültürel çevrenin şartlandırmasından sıyrılarak içten gelen bir itilimle
adeta içgüdüsel olarak Yüce bir Kudrete yöneldiğini açıkça ortaya koymaktadır.
İnsanı böyle bir tutum almaya yönlendiren, şuur düzeyinde öğretilmiş
bir inançla biçimlendirilen ve bu olumsuz çevre şartlarıyla şuuraltına itilen
ancak zor anlarda otomatik olarak şuur düzeyine çıkan, doğuştan gelen Yaratıcının
varlık ve birliği şuuru, yani fıtrattır. Bilindiği üzere hayatın fevkalade
nazik, ciddi ve tehlikeli anlarında hemen herkes her türlü sebep ve vesileleri
terk ederek doğrudan Allah’a sığınır, O’ndan yardım diler.36 İnsan gücünü
aşacak, onu çaresizlik içinde bırakacak boyutlarda ciddi tehlikeler ve
felaketler karşısında insanın tabiatüstü bir kurtarıcıya yönelmesi evrensel bir
olgudur. Bu noktada Muhammed Hamdi Yazır, fıtrat âyeti, Elest bezmi âyeti
ve darda kalmış insanların içgüdüsel olarak Allah’a yönelip dua etmelerini
bildiren söz konusu âyetleri birbirleriyle ilişkilendirerek şöyle demektedir:
insanların hepsi fıtrat mîsakında ‘Ben sizim rabbiniz değil miyim’37 hitabına
‘evet’ demiştir. İnsan olarak yaratılmayı kabul etmekle Yaratanın
Rububiyetine şahit olmaya söz vermiştir. Fıtratın, fâtırına delâleti tabii olduğu
için her insanın fıtratında kendi şuurunun mebdeinde, vicdanının derinliğinde
bir hak duygusu, marifetullah şuuru gizlidir. Onun içindir ki başlarının
son derece sıkıştığı ıztırar zamanlarında anud kâfirler bile deriden derine
yaratana iltica hissi duyarlar.‛38
Gerçi böyle bir dini yöneliş ve davranışın insanda yaratılıştan bulunduğunu
kesin olarak ispatlayacak gözlemlerin pek mevcut olmadığı ileri sürülmüş;
buna gerekçe olarak da her insanın belli bir dini kültür çevresinde
yaşadığı ve onun bu davranışını dini değerler sistemi içinde mütalâa etmenin
gerektiği, ileri sürülmüştür. Zira insan ruhu her durumda tamamen saf
olarak işin içine giremeyip din ve kültürle etkileşim içinde bulunur. Ancak
bazı psikologlar insanda müşahede edilen bu evrensel dini yönelişe istinaden
bunun insan ruhunda kendiliğinden (spontane) var olan bir keyfiyet olduğunu
kabul etmişlerdir.39 Onlara göre, yapı olarak dini inançtan önce bulunan
ve onu destekleyen bir kendiliğinden var oluş söz konusu olmasaydı,
insan sonsuz kâinat içinde vuku bulan fırtınalar, tabii afetler, hastalıklar, savaşlar
gibi çeşitli felaket durumlarında kendisini işitip yardım edecek, merhametli,
mutlak güç ve kudret sahibi görünmez bir varlığın mevcudiyetine
böylesine kesin inanç besleyemezdi. Nitekim yapılan bazı araştırmalar, çaresizlik
tecrübelerinin insanın kendiliğinden dini davranışlara yönelmesinde
önemli rol oynadığını ortaya koymuştur. Meselâ Vergote’nin gerçekleştirdiği
bir anket çalışması, insanların çoğunun ahlâkî ve maddî güçlükler içinde
bulundukları zaman, kendiliklerinden Allah’ı düşündüklerini ispatlamıştır.
Keza ikinci Dünya Savaşı boyunca ve savaş sonrasında Amerikalı askerler
üzerinde yapılan araştırmalar askerlerin % 75’inin ölüm tehlikesi içinde bulunduklarında
yaptıkları duanın kendilerine büyük yardım sağladığını ifade
etmişlerdir.40 Bu araştırmalarda Tanrı’ya olan inançlarının arttığını söyleyenler
% 79 olarak tespit edilmiştir. Bu araştırmalarda verilen cevapları değerlendiren
Allport, savaş tecrübesinin insanda geleneksel dindarlığı zayıflattığı,
buna karşılık gerçek dini imanı/inancı artırdığı sonucuna varmıştır.41 Görüldüğü
üzere hayatî önem taşıyan kritik durumlarla, tabiatüstü güçlü bir
varlığa yönelip O’ndan yardım isteme davranışı arasında çok sıkı bir ilişki
mevcuttur. Zor durumlar insanda var olan din duygusunu içten bir itme ile
derunî bir hareketle ortaya çıkarmakta ve onu doğrudan yaratıcıya yöneltmektedir.
Bu kabil durumlarda insanda varlığın tamamen Allah’a ait olduğu
şuur ve duygusu uyanmakta, kendi tükenişi içinde kendi varlığına sahip
olamadığı hissini kuvvetle yaşamaktadır. Bu hususta ateist, müşrik veya
mümin arasında fark bulunmayıp hemen herkes fıtratının sevkiyle dini alışkanlıklardan
uzak olarak gerçek mânada Allah’a yönelmekte, O’na yalvarmaktadır.
İnsanın böyle bir tecrübeyi yaşamasında hiçbir beşerî öğretinin,
taklidin ve istidlâlin dahli yoktur.
Fıtratın varlığına ve temel niteliğine delalet eden naslardan biri de tüm
insanların hanîf/vahdaniyeti bilen olarak yaratıldığını bildiren hanif kutsî
hadisidir. Bu kutsî hadiste Peygamber Efendimiz (sav) şöyle demiştir: ‚Biliniz
ki bugün Rabbim, bana bilmediğiniz şeyleri öğretmemi emrederek şöyle buyurdu:
‚Muhakkak ki ben bütün kullarımı hanif olarak yarattım. Sonra onlara şeytanlar
musallat oldu ve kendilerini dinlerinden çevirdi. Benim helal kıldığımı şeytanlar haram
kıldı ve haklarında hiçbir delil indirmediğim şeyleri bana ortak koşmalarını emretti<‛
42
Fıtratın varlığına ve temel dini içeriğine delalet eden hadislerden bir diğeri
de bazı lafız değişiklikleriyle birlikte hepsi de Ebû Hüreyre (ö. 58/678)
kanalıyla gelen fıtrat hadisidir. Bu hadise göre Hz. Peygamber (sav) şöyle
buyurmuştur: ‚Fıtrat üzere dünyaya gelmeyen hiçbir çocuk yoktur. Ancak daha
sonra ana-babası onu Yahudi, Hıristiyan veya Mecusî yapar. Tıpkı hayvanın yavrusunu
sapa sağlam, organları yerli yerinde doğurması gibi. Siz onda herhangi bir eksiklik
görüyor musunuz? ‛. Ebû Hüreyre hadisi zikrettikten sonra ‚Sen yüzünü
hanif olarak dine, Allah insanları yarattığı fıtrata çevir. Allah’ın yaratışında değişme
yoktur. İşte dosdoğru din budur.‛43 âyetini okuyordu.44 Konuyla ilgili hadi-
sin yine Ebû Hüreyre kanalıyla gelen değişik bir rivâyetinde her insanı annesi
fıtrat üzere doğurduğu, daha sonra ebeveyni onu Yahudi, Hıristiyan
veya Mecusi yaptığı belirtildikten sonra ‚eğer ana-baba Müslüman’sa çocuk
da Müslüman’dır‛45 ifadeleri mevcuttur. Buna ilaveten Müslim’in İbn
Numeyr kanalıyla naklettiğ bir rivâyette ‚Dünyaya gelen hiçbir çocuk yoktur
ki millet/din üzere bulunmasın.‛ ifadesi; Ebû Muaviye’nin rivâyetinde
‚...bu millet üzere bulunmasın.‛; diğer bir rivâyetinde ise ‚...bu fıtrat üzere
olmasın.‛ ifadeleri yer almaktadır.46 Bu rivâyetlerdeki ‚fıtrat, millet-din, bu
millet-bu din ve bu fıtrat‛ ifadelerinin hepsi de birbirinin yerine kullanılan
kelimelerdir. Hazreti Peygamber’e dayanan bu hadislerin hepsinin sahihtir.
47 Bu bağlamda Hz. Nuh’un ‚Ey Rabbim, yeryüzünde kâfirlerden hiç kimse
bırakma. Çünkü sen onları sağ bırakırsan kullarını saptırırlar; yalnız ahlâksız nankör
nesiller doğururlar.‛48 âyeti de ebeveyn ve sosyal çevrenin olumsuz etkisine
işaret etmektedir.
Fıtratın varlığına ve içeriğine dair daha birçok çeşitli deliller bulunmaktadır.
Bunların başında insan ve çocuk üzerinde yapılan modern araştırmalar
gelmektedir. Ancak şunu ifade etmek gerekir ki Batı dünyasında çocuğun
dolayısıyla insanın dine karşı yetenekli ve elverişli olmadığı, onda gerçek
anlamda dini bir istidadın bulunmadığı iddiası J. J. Rousseau (ö. 1712-
1778) gibi bir kısım Batı’lı düşünür tarafından benimsenmiştir.49 Bunun yanında
başta Marks, Engels ve Freud (ö. 1856-1939) olmak üzere dinin ilahî
hakîkatini ve objektif varlığını dikkate almayan sosyal bilimci ve psikolog,
dini ya insan yaratılışında bulunmayıp sonradan sınıf mücadeleleri ve iktisadî
münasebetler gibi çevresel ve haricî faktörlerin tabii bir sonucu olarak
ortaya çıkan insanî bir vehim ve teselli kabul etmiş50 ya da insan ruhunda
müstakil bir gerçekliği bulunmayıp temelini cinsiyet içgüdüsünde bulan
oedipus kompleksinden kaynaklanan nevrotik bir hal olarak telakki etmiştir.
Bunlardan Freud, felsefeden hoşlanmadığını iddia etmesine rağmen, materyalizm
ve ateizm adına bilimsel olmayan felsefi fikirler ileri sürmüş, dini
tehlikeli bir illizyon olarak kabul ederek onun evrensel bir nevroz, insan zekâsının
serbestçe kullanılmasını engelleyen bir tür uyuşturucu, insanın teslim olmak zorunda kaldığı patolojik bir durum olduğunu iddia etmiştir.51
Freud’un psikolanaliz metodunu benimseyen hemen hemen bütün psikologlar
da -kendi Hıristiyan kültürel dünyalarından hareketle genelleme yaparak-
dinin hatta ahlâk, sanat ve hukukun temelini cinsel eğilimler ve komplekslere
dayandırmışlardır.52 Buna göre din, tatmin edilmemiş insanî arzu ve
isteklerin yan ürünüdür. Başlangıçta insan hiçbir Tanrı fikrine sahip olmayıp
sadece insanî bir tatmin ümidi içinde hareket ederken, engellenmiş arzularına
cevap bulmak için farklı cihete yönelerek dindar hale gelmiştir. Böylece
dini tutum ve davranış, insanın zaaflarından, seksüel güdülerinin engellenmesinden,
insanî tatminsizlikten doğmuştur. Engellenmeden doğması sebebiyle
de din aslı esası olmayan gerçek dışı bir olgu, asılsız bir idrak yanılsaması
ve bir sapmadan ibarettir.53
Freudizmin ileri sürdüğü bu iddiaların, hemen hemen bütün etnolog ve
arkeologlar tarafından insan tabiatı ve inancı etrafında ortaya atılan teori ve
spekülasyonlardan öte bir şey olmadığı ifade edilmiş; başta Malinowski olmak
üzere Kroeber, Sorokin, Mead, Rivers, Ginsberg gibi sosyolog ve sosyal
antropologlar, oedipus kompleksini ve insanın değişmez evrensel yapısının
medeniyet ve kültür çevreleri dikkate alınmaksızın ele alınmasını şiddetle
eleştirmişlerdir.54 Allah’ın ilk insan Âdem’e isimleri öğrettiğini bildiren
âyeti55 bir yönüyle insanın doğuştan hiçbir şeye sahip olmadığını ileri sürenleri
nakzetmektedir. Üstelik dünyanın çeşitli ülkelerinde dinler tarihi, antropoloji,
din psikolojisi, çocuk psikolojisi ve gelişim psikolojisi alanında yapılan
araştırmalar, çocuğun dolayısıyla insanın dünyaya bomboş bir levha
(tabula rasa) olarak gelmediğini, bir başka deyişle ona yalnız toplumun ürünü
olarak bakılamayacağını, çocuğun ruhen dine yabancı olmadığını, yaratılış
itibariyle dini bir varlık olduğunu, onda doğuştan itibaren dini bir hazırlık
ve istidadın bulunduğunu, dini inancı kabullenmeye istekli olduğunu
açıkça ortaya koymuştur.56 Meselâ Antoine Vergote, T. Thun, Rümke ve
Lisager gibi araştırmacıların tecrübî araştırmalarının verilerine dayanarak,
‚çocukta büyük bir dini hazırlık ve doğal bir din istidadı‛ bulunduğunu ifade
etmiştir.57 Keza Hollenback çocukta dini eğilim ve yeteneğin varlığını kabul
etmiş; E.Spranger, ferdî gelişim psikolojisini göz önünde tutarak, insanın
ferdî yaşayışının temelinde dini istidadın bulunduğunu benimsemiş; din
psikolojisinin kurucularından Schleiermacher de ‚insan dini istidatla dünyaya
gelir.‛ diyerek aynı hakîkati vurgulamıştır.58 Hurlock, çocuğun dini
inanca yabancı olmadığını, aksine onun ruhunda dine karşı bir ilgi ve eğilim
bulunduğunu, çocuğun inanmaya kabiliyetli olduğunu belirtmiş; Kürkel de
inanmanın çocuğun yapacağı doğal bir iş olduğunu ifade etmiştir.59 J. J.
Smith’e göre, insan kalıtım bakımından dinsel sayılmaktadır. Zira onun biyolojik
gelişmeleri dindar bir kişilik sahibi olmasına elverişlidir.60 Von
Monakow’a göre ise insanda dört içgüdü bulunmaktadır ve bunlardan biri
de ‚dini içgüdü‛dür.61 Sosyolog Pareto, bir tür içgüdü anlamında kullandığı
‚kalıntı ve tortu‛ lardan birinin de insandaki ‚tanrılaştırma kalıntısı‛ olduğunu
belirtmiş ve bunun putperest ilkel insandan ateist insana kadar bütün
insanlarda bulunduğunu, aradaki farkın ilkel insanın putlara ateistin ise
bunların yerine koyarak aynı kutsal değeri verdiği ateist düşünceler olduğunu
ifade ederek din duygusunun evrenselliğine değinmiştir.62
Sosyal psikologların, felsefî antropolojinin kanaati de fıtratın varlığına
ayrı bir delil durumundadır. Zira onlara göre geniş anlamıyla iman, hayatın
diğer fenomenleri gibi insanın varlık yapısında temellenmiş bir realitedir.
Muhteva bakımından ne kadar farklılık arz ederse etsin hakîkatte herhangi
bir şekilde inanmayan insan yoktur. Zira ‚inanma ister dar ister geniş anlamda
anlaşılsın, insanın varlık temeline kök salmıştır. İnsan inanmadan
yoksun olamaz, inanma yok edilemez. Çünkü inanmayı yok etmek demek,
insanı yok etmek demektir.‛63 Krech ve Crutchfield gibi sosyal psikologlar
imanı bu şekilde geniş anlamda alarak imansız bir insanın psikolojik varlığının
düşünülemeyeceğini belirtmişlerdir.64 Öte yandan insanı bir bütün olarak
ele alıp varlık şartı özelliklerini tespite çalışan felsefi antropoloji, insanı
bilen, eylemde bulunan, değerleri duyan, önceden belirleyen, isteyen, eğiten
ve eğitilen, konuşan, düşünen bio-pşisik bir yapıya sahip bir varlık olduğu
kadar ‚inanan‛ bir varlık olarak da nitelendirmiştir.65 Böylece felsefi antropoloji,
insanın diğer bütün fenomenleriyle birlikte ancak inanan bir varlık
olmasıyla yeterince kavranabileceğini, bu inanmanın ve ona bağlı din olayının
da insandan ayrılamayacağını açık biçimde ortaya koymuştur. İnsanın
tanımını yapmaya çalışanlar da onun bu özelliğine dikkat çekerek onu ‚duyan,
düşünen, dileyen ve inanan bir varlık‛66 olarak tarif etmişlerdir. Din
psikolojisi de insandan ‚insan dindar bir yaratık veya dindar olmaya müsait
varlık.‛ diye söz eder.67 Bu açıklamalar ışığında şöyle demek gerekir: Dini
anlamdaki inanç, yani ‘dini iman’ insanda yaratılış gereği bulunan genel
inanma özelliğinin fıtrî olarak kutsala yönelmiş ve ilahî muhteva kazanmış
şeklidir. Yani o, insanda bulunan doğal inanma kabiliyetinin kesinlik ve belirlilik
kazanmış özel bir yönüdür.
Bütün bunlara ilaveten antropoloji, arkeoloji, dinler tarihi ve sosyoloji
alanlarında gerçekleştirilen çeşitli çalışmalar şunu ortaya koymuştur ki din
duygusu, beşerin doğuştan sahip olduğu temel özelliklerden biridir.68 Bu
duygunun insanda sonradan oluştuğunu doğrulayabilecek hiçbir delil bulunmamaktadır.
69 Nitekim insanın sosyo-kültürel tarihi incelendiğinde hangi
çağ ve zaman da, hangi ırk ve milletten olursa olsun, en iptidaisinden en
medenisine kadar insanın bulunduğu her yerde bir ibadet ve mabet izine
rastlandığı sabit olan bir gerçektir. İnsanoğlu tarihin en ilkel devirlerinde,
medeniyetin kendisine sağladığı her türlü nimetlerden mahrum bulunduğu
dönemlerde bile şekil ve muhtevaları farklılık arzetse de dinsiz ve ibadetsiz
yaşayamamıştır.70 Zaman zaman ateist fertler bulunsa da insanların büyük
çoğunluğu daima mevcut dinlerden birine bağlana gelmiştir. Fertler ve toplumlar
arasında öteden beri genel olarak mevcut olan inanç ve tavır birliğinin
tamamen yersiz, asılsız bir şey olamayacağı açıktır. O halde bu durum
insan türünde müşterek bir özelliğe, ondaki dini yapının mevcudiyetine delâlet
etmekte, tabiatüstü ilahî bir güce inanmanın insanlığın bir evrensel bir
tür içgüdüsü olduğunu belirtmektedir. İnsanoğlundaki bu ortak evrensel
dini yapıyı da İslamî literatürde İslam düşüncesine ait bir terim olan fıtrat
ifade etmektedir.

3) Fıtratın Mahiyeti
İslam âlimleri Fıtrat’ı, daha önce geçen fıtrat âyeti71 ile fıtrat hadislerinden
hareketle çeşitli şekillerde tanımlamış ve mahiyetini belirtmeye çalışmışlardır.
Bu bağlamda onlar, içeriğine ve temel özelliğine de vurgu yapacak şekilde
fıtratın insanın doğuştan sahip olduğu iman anlamında ‚İslâm üzere
yaratılış‛, insanın a piriori Allah bilgisi ile donatılması anlamında ‚Allah
şuuru/Marifetullah üzere yaratılış‛, ‚iman ve küfür üzere yaratılış‛ ve ‚doğuştan
dine yetenekli yaratılış hali‛ gibi tarifler yapmışlardır.
a) Müslüman Olarak Yaratılış
İslam âlimlerinin büyük çoğunluğun benimsediğine göre fıtrat’tan maksat
‚İslâm‛dır. Anne-babasının dini inancı ne olursa olsun doğan her çocuk,
zaman ve mekân ötesi bir âlemde Yüce Yaratıcının bütün insan zürriyetlerinden
aldığı ‚ezelî söz-misak‛ üzere, yani hak din olan İslâm üzere doğar.
Çocuklar buluğ çağına gelmeden önce öldüklerinde bu fıtrat üzere yani İslâm
üzere ölmüş olur.72 Fıtrat’ı, ‚doğuştan sahip olunan hak din, İslâm‛ olarak
anlayanlar, fıtrat âyeti ve hadislerine ilave olarak mîsak âyetini73 Allah’ın
bütün insanları hanîfler olarak yarattığını bildiren kudsî hadisi74 gibi çeşitli
âyet ve hadisleri delil göstermişlerdir. Ebû Hüreyre (ö. 58/678), Mücahid (ö.
103/722), Dahhak (ö. 105/724), İkrime (ö. 107/726), Hasan-ı Basrî (ö. 110/728),
Katâde (ö. 118/736) gibi sahabe ve tabiin âlimlerinin, Süfyan es-Sevrî (ö.
161/778), İmam Mâlik (ö. 179/795), İmam Şâfiî (ö. 204/819), Ahmed b. Hanbel
(ö. 241/855) ve Ebû Talib el-Mekkî (ö. 437/1045) gibi mezhep imamları ve
mutasavvıfların bu görüşte oldukları belirtilmektedir.75 Keza Buhârî (ö.
256/870) de fıtrat’ı ‚İslâm‛ olarak açıklamıştır.76 Mâtürîdî’nin (ö. 333/944) de
‚fıtratullah‛ hakkında yaptığı açıklamalardan onun da bu görüşte olduğu
anlaşılmaktadır. Nitekim o, fıtrat âyetinde geçen ‘fıtratullah’ın ne olabileceğine
dair üç ihtimal bulunduğu zikrettikten sonra ilk olarak kendisinin de
tercih ettiği şu açıklamaları yapmaktadır: ‚fıtratullah, Allah’ın insanları üzerinde
yarattığı marifetullah ve her çocuğa verdiği şuur halidir ki çocuk
onunla Allah’ın varlık ve birliğini bilir. Bu marifet, tıpkı Allah’ın bebeklere
anne göğsünden süt emme şuurunu/içgüdüsünü insanlara ihsan etmesi gi-
bidir. Nitekim Hz. Peygamber’in ‘her çocuk fıtrat üzere doğar, sonra annebabası
onu Yahudî ve Hıristiyan yapar’ şeklindeki fıtrat hadisinde de bu
kastedilmiştir. Ancak daha sonra ebeveyni çocuğu kendilerine benzetirler ve
onu asıl fıtrattan uzaklaştırırlar‛ demiştir.77 Mâtürîdî’nin fıtratın mahiyetiyle
ilgili zikretttiği ikinci ve üçüncü ihtimaller ise şöyledir: Allah insanları, insanlar
kendi akıllarıyla baş başa bırakılacak olduklarında yaratıldıkları hal
üzere kalacak şekilde yaratmıştır. Çünkü her bir insan, bu şekilde yaratılmış
ve her birinin yaratılışına Allah’ın birliği ve Rububiyetinin delaleti yerleştirilmiştir.
Hz. Peygamber’in fıtrat hadisindeki beyanı da bunu göstermektedir;
yani her çocuk eğer kendi başlarına bırakılacak olsalar Allah’ın vahdaniyeti
ve Rububiyetine delalet ve şahitlik edecek bir yaratılış üzere dünyaya
gelirler. Üçüncü ihtimal göre Allah, insanları imtihan olunmaya elverişli bir
hal üzere yaratmıştır, demektir.78 Gazzâlî (ö. 505/1111) de fıtratla ilgili âyet
ve hadislerin yanı sıra mîsak âyetini, delil göstererek, fıtrat’ın ‚İslâm‛dan
ibaret olduğunu belirtmiş ve bunun da insanlarda yaratılış gereği var olan
Allah şuuru anlamına geldiğini belirtmiştir.79 İbn Teymiyye (ö. 728/1328) de
fıtrat’ın ‚İslâm‛ olduğu görüşündedir.80 Ona göre, fıtrat hadisinin değişik
rivâyetlerindeki kelime farklılıkları bu mânaya delâlet etmektedir. Keza fıtrat
hadisini anlatan Ebû Hüreyre’nin fıtrat’ın ne olduğuna dair ‚Sen yüzünü
hanîf olarak dine, Allah insanları yarattığı fıtrata çevir. Allah’ın yaratışında değişme
yoktur. İşte dosdoğru din budur.‛81 âyetini delil getirmesi; bazı sahabenin
Hz. Peygamber’e, ebeveyni kendi batıl dinlerine inandırmadan önce ölen
çocukların durumunun ne olduğunu sormaları da Ebû Hüreyre gibi diğer
sahabenin de fıtratı ‚İslâm‛ olarak anlamış olduğunu göstermektedir. Fıtrat
hadislerinde her çocuğun fıtrat üzere doğduğunu bildiren ifadelerle fıtrat
âyetinde Allah’ın insanları fıtrat üzere yarattığını bildiren ifadeler birbirine
uygundur. Zira her ikisi de bütün insanları kapsamaktadır.82 Keza İbn
Teymiyye ‚Allah’ın, mezkur âyette ‚fıtratellah‛ şeklinde fıtratı kendi zatına
nisbet etmiş olması bir övgü ifadesidir. Dolayısıyla bu fıtrat övülmüştür, kınanmış
değildir. Üstelik Allah, peygamberini bu fıtrata sarılmaya teşvik etmiştir.
O halde Allah fıtrata sarılmayı emretmesine rağmen, fıtrata nisbetle
iman ve küfür nasıl eşit olabilir?‛ diyerek fıtrat’ın ‚İslâm‛ olduğunu vurgu-
lamıştır.83 Halimî’nin açıklamaları konuya daha bir açıklık getirmektedir. O
şöyle demektedir: Hz. Peygamberin ‚Ebeveyni onu Yahudi, Hıristiyan veya
Mecusi yapar.‛ dediği halde, ‚Ebeveyni onu Müslüman yapar.‛ dememiş
olması, fıtrattan maksadın ‚İslâm‛ olduğuna ayrı delildir. Eğer fıtrat üzere
doğmak, bütün dinlerden uzak olarak doğmak olsaydı, elbette Hz. Peygamber
bazı batıl dinleri açıkça zikrettiği gibi ‚ebeveyni onu Müslüman yapar‛
diye İslâm dinini de açıkça söylerdi. Bütün bunlar göstermektedir ki insanların
din konusunda asıl yapıları iman üzere olmaktır. Onlar bu konuda kendisine
pis bir şey karışmadığı sürece aslı itibariyle temiz olan su ve toprak
durumundadır.84
Ünlü Şîi âlim Şeyh Sadûk fıtrat âyetinden hareketle fıtrat’ı ‚Allah’ın insanları
tevhid üzere yaratması‛ olarak açıklamıştır.85 Şarih Şeyh Müfid de
fıtrat âyeti ve her çocuğun fıtrat üzere doğduğunu bildiren fıtrat hadisiyle
istidlâl ederek Şeyh Sadûk’un fıtratı ‘Allah’ın insanları tevhid üzere yaratması‛
şeklindeki sözünü, ‘Allah’ın insanları tevhid inancı için yaratması, Allah’ın
birliğini anlayacak şekilde yaratması’ olarak açıklamıştır. Müfid’e göre
‘tevhid üzere yaratmak’ demek, Allah’ın tüm insanları tevhid inancı üzere
olmasını irade etmesi demek değil, insanı tevhid inancını elde edebilecek yetenekte
yaratması demektir. Eğer böyle tüm insanların tevhid inancına sahip
olmasını irade etseydi, yeryüzündeki tüm insanlar tevhid inancına sahip
olur, hiç kimse farklı inançta olmazdı. Allah insanları kendi ilahî varlığını ve
birliğini bilip, inanacak ve ibadet edecek donanımda yaratmıştır; ancak sonradan
cin ve insanlar onları bu asıl yapılarından saptırmıştır. 86
Fıtrat’ı ‚İslâm üzere doğmak‛ olarak anlayanlar, bununla müesses din
anlamındaki İslâm’ı kastetmemişlerdir. Zira bu anlamdaki İslâm’ın sonradan
öğrenildiği şüphesizdir. Onlar bu görüşleriyle bütün insanlarda yaratılış
gereği var olan Allah şuuru ve O’na teslimiyet duygusunu kastetmişlerdir.
Tıpkı her çocuğun doğuştan sahip olduğu süt emme içgüdüsü gibi. Ancak
bu dini yapı/ fıtrat doğar doğmaz değil, olumsuz çevre şartlarından soyutlandığında
insanın olgunlaşmasına paralel olarak tedricen oluşur.
b) Allah Şuuruna Sahip Olarak Yaratılış
Ebû Hanife (ö. 150/767), Hammad b. Seleme (ö. 167/784), Zeccac (ö. 311/923),
Hattabî (ö. 388/998), İbn Hazm (ö. 456/1064), Fahreddin er-Razî (ö. 606/1210),
İbnü'l- Arabî (ö. 638/1240) gibi İslâm âlimleri fıtrat’ı ‚Elest-bezminde gerçek-
83 Aynı yer.
84 Halimî, el-Minhâc, I, 152-153.
85 Şeyh Sadûk, el-İ’tikâdât, Beyrut 1414/1993, s. 36.
86 Şeyh Müfid, Tashîhu’l-i’tikâdâti’l-İmâmiyye, Beyrut 1414/1993, s. 60-61.
İnsanlığın Ortak Dini Temeli: Fıtrat | 159
Sakarya Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, Cilt: XIII, Sayı: 23 (2011/1), s. 143-170
leşen Allah bilgisi/marifetullah ve iman hali‛ olarak anlamışlardır.87 Buna
göre Allah, Elest bezminde/ezelî misak insan zürriyetlerini Adem’in
sülbünden çıkarmış, onlara ‚ben sizin Rabbiniz değil miyim‛ diye hitap etmiş,
onlar da ‚evet‛ demişler ve böylece kendilerinde Allah’ın varlığı hakkında
gerçekleşen bilgiden dolayı Allah’ın varlık ve birliğini tasdik etmişlerdir. Allah
da insanları bu marifet (a priori bilgi) ve kabul-iman üzere yaratmıştır.
Her insan bir tür bu ön bilgi ve içgüdüsel iman üzere dünyaya gelmektedir.
Ancak insanoğlunun bu fıtrî-iç güdüsel Allah bilgisi ve imanı, her insanda
bulunduğu için sorumluluk gerektiren hakiki iman değildir.88 Nazarı dikkate
alınan ve din tarafından emredilen insanın akıl ve iradesi ile elde ettiği
imandır, fıtrî iman ise bu konuda yeterli değildir.89 Nitekim Hz. Peygamber,
çocukta fıtrî iman mevcut olmakla beraber ‚ebeveyni onu Yahudi, Hıristiyan
veya Mecusî yapar.‛ buyurmakla dünyevî hüküm açısından çocuğa anababanın
hükmünün verildiğine ve fıtrî imana itibar edilmediğine işaret etmiştir.
90 Bu sebepledir ki Allah, insanlarda doğuştan mevcut olan bu imanla
yetinmemiş onlara gerçekleri bildirecek peygamberler göndermiştir.91
Ebû Hanife, el-Fıkhu’l-ekber adlı eserinde ‚Allah, Adem’in zürriyetini
onun sülbünden çıkardı, akıl ihsan edip kendilerine hitap etti, iman etmelerini
emretti ve küfürden sakındırdı. Onlar da Allah’ın Rab oluşunu kabul
ettiler. Bu durum onlardan gerçekleşen bir iman oldu. İnsanlar işte bu fıtrat
üzere dünyaya gelir. Bundan sonra inkar eden kimse bu imanı değiştirmiş
ve bozmuş olur; kim de iman edip tasdik ederse bu iman üzere sabit olur ve
bu imanı devam ettirmiş olur.‛92 demektedir. Keza Ebû Hanife aynı eserde
‚Allah kullarından hiçbir kimseyi küfür veya imana zorlamamış, onları
mümin veya kâfir olarak yaratmamış; onları iman ve küfürden uzak sırf şahıslar
olarak yaratmıştır. Küfür de, iman da kulun kendi fiilidir.‛93 demektedir.
Bu durum ‚iman-ı fıtrî‛ ile ‚iman-ı kesbî‛ şeklinde ikiye ayrılarak açıklanmıştır.
Buna göre doğuştan var olan fıtrî iman, elest-bezminden beri bü-
tün insanlarda mevcuttur ve bütün insanlar bu imanla dünyaya gelmektedirler.
Kesbî iman ise daha sonra insanın hür iradesi ile elde ettiği imandır.94
Bu âlemde iradesiyle Allah’ın varlık ve birliğini kabul eden kimse, fıtrî imanı
tasdik etmiş ve doğuştan gelen bu imanını devam ettirmiş olmaktadır.
Tanrıyı inkâr eden kimse ise fıtrî imanı bozmuş, değiştirmiş olmaktadır.
İbn Hazm (ö. 456/1064) ‚fıtratellah‛95 ile ‚sıbğatellah‛96 deyimleri arasında
ilişki kurarak her ikisini de ‚iman‛ olarak açıklamış ve insanların Elest
bezminden beri bu iman üzere doğduklarını ifade etmiştir.97 Gazzâlî ilimleri
sınıflandırırken inancı ‚fıtrî ve müktesep inanç‛ olarak ikiye ayırmış98;
Fahreddin er-Râzî (ö. 606/1210) fıtrat’ın elest bezmindeki ‚tevhid üzere yaratılış‛
demek olduğunu fakat bu fıtrî imanın yeterli olmayacağını belirtmiş;99
İbnü'l- Arabî (ö. 638/1240) de fıtrat’ı, ‚Allah’ın insanları elest-bezminde zerreler
halinde yaratıp kendilerinden Rububiyetine dair ahd aldığı zamandaki
‚tevhid şuuru üzere yaratılış‛ olarak tanımlamıştır.100 M. Hamdi Yazır da,
"dinin iki kaynağı vardır: biri fıtrat biri kesb"101 demek suretiyle böyle bir
ayırımı kabul etmiştir. Bugün eğitimciler çocukta "bir kendiliğinden gelişen
bir de çevrenin yardımıyla gelişen din‛ in varlığından bahsederek aynı noktaya
gelmiş bulunmaktadırlar.102
c) Mümin ve Kâfir Olarak Yaratılış
Bir kısım İslâm âlimleri de fıtratı, insanların saadet/cennetlik veya
şekâvet/cehennemlik, marifet veya inkâr, iman veya küfür üzere yaratılışını,
yani kâfir ve mümin olarak yaratılmalarını kastetmişlerdir. Bu anlayışa göre
Allah’ın, Elest bezmindeki hitabına saadet ehli müminler gönül rızası ile,
şekâvet ehli kâfirler de istemeyerek ‚evet‛ demişlerdir. Allah Tela da onları
bu hal üzere yaratmıştır.103 Abdullah b. el-Mübârek (ö. 181/797), İshak b.
Râhûye (ö. 283/853), Abdullah Muhammed b. Nasr el-Mervezî (ö. 294/906)104,
İbn Batta (ö. 387/997), Kâdı Ebû Ya’lâ (ö. 458/1066) gibi âlimler bu görüşte-
dirler.105 Fıtrat’ı bu şekilde anlayanlar, Allah’ın insanlardan bir grubu doğru
yola ilettiğini, bir grub hakkında da sapıklığın gerçekleştiğini ifade eden
âyet106 ile bu âyetin tefsiri hakkında nakledilen bazı hadisleri delil getirirler.
107 Bundan başka insanların mümin ve kâfir olarak yaratıldığını bildiren
Ebû Said el-Hudri hadisi108 ile Allah’ın elest bezminde insanları cennet ve
cehennemlik olarak yarattığını bildiren Hz. Ömer109 ve insanların babalarının
sülblerinde iken cennet ve cehennemlik olarak yaratıldığını bildiren Hz.
Aişe hadislerini110 ve bir de Hızır’ın111 öldürdüğü çocuğun kafir olarak yaratıldığını
ifade eden hadisleri112 zikrederler.113
Bu anlayıştakilere göre Allah Teala’nın Müslüman olacağını bildiği kişi
fıtrat üzere, kâfir olacağını bildiği de fıtrat dışı bir halde yani kâfir olarak
doğar.114 Binaenaleyh fıtrat âyet ve hadisi umum ifade etmemektedir. Söz
konusu fıtrat hadisi de dünyaya gelen bütün çocukların fıtrat üzere olduğu
anlamına gelmemekte; aksine kâfir ebeveynin evladı mümin olarak fıtrat
üzere, Müslüman ebeveynin çocuğu da -Hızır’ın öldürdüğü çocuk115 misalinde
olduğu gibi- fıtrat dışı olarak küfür üzere doğabilmektedir. Ancak daha
sonra çocuğa, buluğ çağına kadar ebeveynin hükmü; buluğa erip kendi
kanaatini bizzat beyan ettikten sonra ise kendine has bir hüküm verilir.116
Bu görüş İbn Kuteybe (ö. 276/889), Nevevî (ö. 676/1277), İbn Teymiyye (ö.
728/1328) ve Âlûsî (ö. 1270/1854) gibi âlimler tarafından zayıf görülerek eleştirilmiştir.
117 Mesela İbn Teymiyye şöyle demektedir: Onların bu görüşleri,
her çocuğun Allah’ın ezelî ilmine göre ileride olacağı hal üzere dünyaya
geldiğini söylemekten ibarettir. Hâlbuki Allah’ın ezelî ilmine göre sadece insanların
değil, canlı cansız bütün varlıkların durumu aynıdır; yani Allah
tüm varlıkların akıbetlerini bilmektedir. Ayrıca kader noktasından insanın
dünyaya geliş anı ile hayatının diğer safhaları arasında herhangi bir fark
yoktur. Zira cenin halinden doğuşuna, doğuşundan ölümüne dek insanın
bütün halleri Allah’ın ezelî ilmiyle bilinmektedir. Bu sebeple fıtratı, insanın
özellikle dünyaya geliş anına tahsis etmenin mantıkî bir izahı yoktur. Keza
fıtratın bundan ibaret olduğu söylenecek olursa, Hz. Peygamberin, ebeveynin,
çocukları kendi dinlerine inandırdıklarını belirtmesine gerek kalmazdı.
Çünkü ebeveyn böyle yapmakla çocuğun fıtratı yani kaderi olan şeyi yapmış
olmaktadırlar. Üstelik çocuğu Yahudi veya Hıristiyan yapmakla Müslüman
yapmak arasında onun fıtratı (kaderi) açısından, bütün bunlar Allah’ın ezelî
ilminde bulunduğu için herhangi bir fark yoktur.118 Elest bezminde alındığı
iddia edilen misakın kiminden isteyerek kiminden de zoraki alındığı hususu
ise seleften Süddî’den başka kimseden rivâyet edilmemiş olduğu için ahad
haber olarak kalmıştır.119 İnsanların mümin ve kâfir olarak yaratıldığını konu
edinen hadislerden Ebû Said el-Hudrî hadisinin120 zayıf olduğu, diğerlerinin
ise genel yaratılış özelliğini ve çocukların dünyevî hükümlerini belirtmekten
ziyade Allah’ın ezelî ilmi ile ilgili bulunduğu belirtilerek bunların
delil olarak kullanılamayacağı ileri sürülmüştür.121 Anlaşıldığına göre fıtrat
âyet ve hadisinin anlamını genel değil, has olarak kabul eden bu görüş sahipleri,
Allah’ın insanların –istikbaldeki akıbetlerini bilmesi mânasında–
mümin ve kâfir diye ayırmasıyla ilgili naslardan hareketle kişilerin mümin
veya kâfir olarak dünyaya geldikleri kanaatine varmışlardır. İlaveten mümin
olanların fiilen İslâm yani fıtrat üzere, kâfir olanların da fiilen fıtrat dışı
yani küfür üzere doğmuş olduklarına düşünmüşlerdir. Yine onlar insanların
cennetlik veya cehennemlik olarak yaratıldıklarını bildiren hadislerden hareketle
bütün çocukların İslâm fıtratı üzere dünyaya geldiklerine dair bir
genelleme yapılamayacağını, zira konuyla ilgili hadislerin birinde Müslüman
ebeveynin çocuğunun kâfir olarak, diğerlerinde ise insanların mümin
ve kâfir olarak yaratıldığının ifade edildiğini ileri sürmüşlerdir.
d) Dine Yetenekli Olarak Yaratılış
Fıtrat, hakkında görüşlerden biri de onun insanda bulunan dini bir kabiliyet,
yani inanma kabiliyeti olarak algılanmasıdır İbn Kuteybe (ö. 276/889), İbn
Atiyye (ö. 383/993), Zemahşerî (ö. 538/1144), Nevevî (ö. 676/1277), Beyzavî
(ö. 685/1286), Tîbî, (ö. 743/1342) Takiyyüddin es-Subkî (756/1355), Kirmanî
(ö. 786/1384) ve Kastallânî (ö. 851/1451) gibi müfessir ve muhaddislere göre
fıtrat, ‚ insanın yaratılış itibariyle İslâm’ı kabule doğuştan kabiliyetli‛ olmasıdır.
122 Buna göre dünyaya gelen her çocuk küfür ve iman, marifet ve inkâr
vasfına doğuştan sahip değildir. Her insan yapı olarak sadece üzerine her
hangi bir şey kaydedilmemiş selim halde –boş bir çerçeve gibi- doğmaktadır.
Ancak sonradan çocuk ebeveyninin dinine inandırılmaktadır. İnsan iman
veya küfre ancak temyiz çağına (buluğ) ulaştıktan sonra sahip olur.123 Çünkü
din kesble elde edilen bir husustur; kesb ise akıl ve hür iradeye bağlı olarak
gerçekleşir. Allah da buna göre ceza veya mükâfat verir. O halde Müslüman
olmayan bir aile içinde doğan çocuk, kendisi henüz hak dini elde etmemiş,
ebeveyni de ona bunu kazandırmamış olduğu için onun doğuştan Müslüman
olması mümkün değildir.124 Bu anlayışa göre Hz. Peygamber fıtrat hadisinde
şöyle demiş gibidir: ‚Her doğan çocuk marifet elde edebilecek yani
akıl yürütebilecek bir çağa ulaştığında Rabbini bileceği bir yaratılış hali üzere
doğar.‛125 Bu görüşü benimseyenler Kur'ân’da ‚fatara‛ ve ‚fâtır‛ kelimelerinin
yer aldığı bazı âyetleri126 ve fıtrat âyetinde geçen ‚halkillah‛ tamlamasından
hareketle fıtrat’ın soyut olarak ‚hilkat‛ anlamına geldiğini ifade
etmişlerdir.127
Bu gruba dahil olan âlimler fıtratı, nötr durumda olan soyut inanma kabiliyeti
olmaktan ziyade ‚tevhide meyilli dini istidat‛ olarak tanımlamışlardır.
Meselâ Zemahşerî’ye göre fıtrat, Allah’ın bütün insanları tevhid anlayışını
ve İslâm dinini kabul edecek, ondan kaçmayacak, onu inkâr etmeyecek
bir halde yaratmasıdır. Çünkü İslâm akla cevap veren, insanı doğru düşünmeye
sevk eden bir özelliğe sahiptir. İnsanlar bu yaratılışlarıyla başbaşa bırakıldıkları
takdirde başka bir dini tercih etmezler. Ne var ki insanlar olumsuz
faktörlerin etkisiyle aldatmasıyla bu fıtrat halinden uzaklaşmaktadırlar.
128 Seyyid Şerif Cürcanî fıtrat’ı ‚hak dini kabule uygun yaratılış hali‛129
olarak kabul etmiştir. Ebüssuûd ve Âlûsî (ö. 1270/1854) ise benzer ifadelerle
fıtratı ‚Tanrıyı tanıyıp kabul etme, onu idrak etme imkân ve kabiliyeti‛130
olarak tanımlamışlardır. Ragıp el-Isfehan’î (ö. 502/1108) de ‚fıtratullah‛ı, her
iki temel görüşü yansıtacak şekilde ‚Allah’ın kendi varlığının marifetini insanlara
yerleştirmesi‛ veya ‚iman şuuruna/marifetu’l- iman dair Allah tarafından
insana yerleştirilen kuvve‛ olarak açıklamıştır.131
Bazı çağdaş bilginler ve psikologlar ise fıtratı yine dini/inanma kabiliyeti
olarak anlamışlarsa da bunlara göre insandaki bu yapı ‚tevhide meyilli dini
kabiliyet‛ değil, her türlü inancı kabule uygun nötr haldeki bir dini bir yapıdır.
Mesela çağdaş âlimlerden Mâlik b. Bedri fıtratı, ‚tevhide veya batıl
dinlere yönelebilen dini-ahlakî içgüdü‛132; İzutsu ‚bütün insanlara has doğal
dini eğilim‛133 olarak tanımlamışlardır. E. Spranger, Vogel, Gemelli, Von
Monakow gibi bazı psikologlar çocukta diğer bazı içgüdülerin yanı sıra içgüdüsel
dini duygu ve düşüncenin varlığını kabul ederek134 insanda dini içgüdü
olduğunu ifade ederek İslamî literatürdeki fıtrat’ın varlığını eksik de olsa
bir yönüyle kabul etmiş olmaktadırlar. Psikologlar insandaki bu inanma yeteneğini,
‚çocuktaki kolay inanırlık‛, ‚inanma gücü ve eğilimi‛, ‚dini hazırlık
veya dini hazır oluş‛ olarak da ifade etmişler ve kısaca ‚dini kabiliyet ve
istidat‛ olarak tanımlamışlardır.135
Fıtratı ‚tevhide eğilimi dini yetenek‛ veya ‚mutlak inanma kabiliyeti‛
olarak tanımlayanlar, bu fıtratın ortaya çıkması için ifsat edici engellerin bulunmamasını
şart koşmuşlardır. Zaten kabiliyet/istidat kavramının ifade ettiği
mânada böyle bir şart zaten vardır. Zira istidat, ‚bazı sebep ve şartların
gerçekleşmesi ve engellerin ortadan kalkmasıyla hâsıl olan şey ‛136 olarak
tanımlanmıştır. Meselâ ‚sperm, kuvve halinde insandır.‛ denilir, yani insan
olması spermin özelliğindendir. Engellerin ortadan kalkması ve şartların
oluşması halinde insan olmak için hazırlanmış özellik spermde hasıl olur.
İşte bu özellik ve keyfiyet ‚istidat/yetenek‛ olarak isimlendirilmiştir.
Fıtrat hakkındaki bu görüşü ile insandaki nötr inanma kabiliyeti anlayışı
eksik görülerek eleştirilmiştir. İbn Teymiyye bu görüşü şu açılardan eleştirmektedir:
Birinci olarak eğer fıtratla, sırf insanın Allah’ı bilme imkânına sahip
olması ve bunu gerçekleştirmeye gücünün bulunmasını kastediliyorsa,
bu hatalıdır. Çünkü insanda sırf Allah’ı tanıma güç ve kabiliyetinin bulun-
ması onun Allah’ın birliğine inanan muvahhid/hanif olmasını ve millet/din
üzere bulunmasını gerektirmez. İkinci olarak fıtrat böyle anlaşıldığı takdirde
çocuğun fıtratının ebeveyni tarafından değiştirilmesini zikretmeye gerek
kalmaz. Üçüncü olarak, fıtrat ‚tevhide meyilli inanma yeteneği‛ veya ‚mutlak
inanma yeteneği‛ olarak anlaşıldığı takdirde, Hazreti Peygamber (sav)
fıtrat hadisini söylerken orada bulunan bazı sahabilerin, ‚küçük yaşta ölen
çocuğun durumu ne olacak?‛ diye sormalarına da gerek kalmazdı. Dördüncü
olarak, söz konusu dini kuvve/yetenek veya fıtrat marifetullahın gerçekleşmesinde
tek başına yeterli midir; yoksa dış dünyadan öğreneceği delillere
mi bağlıdır? şeklinde bir soru yöneltilecektir. Eğer fıtrat, marifetullahta tek
başına yeterli değil de hariçten öğrenilecek bilgilere bağlı ise, o takdirde söz
konusu bilginin bazen bulunup bazen bulunmaması mümkündür. Ayrıca
öğretici ve hatırlatıcı nitelikteki harici sebepler, Allah’ın varlık ve birliğine
inanmayı/marifetullahı zorunlu kılamaz. Eğer zorunlu kılsaydı söz konusu
sebeplerin bulunduğu her yerde marifetullahın da oluşması zorunlu olurdu.
Zorunlu olmadığı ise açıktır. Zira yeterli delil ve sebeplerin bulunduğu durumlarda
bile insanın inkâr ve küfrü veya batıl dinleri tercih ettiği bilinmektedir.
Nitekim fıtrat hadisinde vurgulanan ‘çocuğu ebeveyninin Yahudi, Hıristiyan
veya Mecusî yapması’ bu demektir. Bu ise fıtrat, ancak marifetullah
delillerini öğreten sebepler mevcut olduğu zaman imanı/hak dini kabul
eder, demek olur. Bu durumda fıtrata nispetle Yaratıcıyı bilme ile bilmeme,
iman ile inkâr arasında hiçbir fark kalmamış olur; fıtrat, hariçten gelen güçlü
bir etkenin varlığına bağlı olarak sadece her ikisine uygun bir istidat/yetenek
durumuna düşer. Böyle bir niteliğe sahip olan fıtratı ise Allah’ın övmesi söz
konusu olamaz.137 Beşinci olarak fıtratın, ‘insanlar marifet ve inkârdan uzak
bir halde yaratılır; insan ruhu imanın veya inkârın yazılabileceği boş bir levha
gibidir; herhangi birini daha öncelikli kabule müsait değildir.’ şeklinde
anlaşılması da hatalıdır. Zira bu durumda fıtrata nispetle iman ve inkâr, Yahudilik,
Hıristiyanlık ve İslâm arasında hiçbir fark bulunmaz. O zaman Hazreti
Peygamberin ‚ebeveyni onu Müslüman, Yahudi, Hıristiyan veya Mecusî
yapar‛ demesi gerekirdi; ama o, sadece batıl dinleri zikretmiştir. O halde
Hazreti Peygamber’in sözlerinin amaçladığı sonuç şudur: Çocuğa Yahudi,
Hıristiyan veya Mecusî denilmesi ana-babası yüzünden olsa da Müslüman
hükmünün verilmesi –ebeveynin tesiri gibi– harici etkenlerden dolayı değildir.
Öte yandan eğer insanın psikolojik yapısı, bomboş bir sayfa gibi ise onda
herhangi bir istikametin veya bozukluğun bulunması gerekir. Bomboş bir
sayfa gibi olan bir şey ise, övgü ve yergiyi eşit olarak kabul eder ve bu ikisinden
birini hak edemez. Hâlbuki Yüce Allah, hem fıtratı kendi zatına nispet
etmekte hem de Resulüne fıtrata sarılmayı emretmekte ve böylelikle fıtratı
övmektedir. Şayet fıtrat kendi başına marifetullahı gerektiren bir güç ise,
kendisine sonradan öğretilen bilgiler olmadan da bu fonksiyonu gerçekleş-
tirmesi zorunlu olur. Bu durumda ister ‚marifetullah/Tanrı şuuru fıtratta zaruri
olarak vardır.‛ denilsin, ister ‚Tanrı şuuru insan ruhunda çeşitli sebepler
vesilesiyle ortaya çıkar, yani var olan bu şuur akıl yürütme ile sonradan
ortaya çıkar‛ densin, fark etmez. Zira insan ruhu yaratılışı gereği herhangi
bir harici bilgiye ihtiyaç duymadan tefekkür ve istidlâli yerine getirebilir;
her çocuk da bu fıtrat üzere dünyaya gelir. Zaten istenilen de budur. Bütün
bunlara göre fıtrat ya kendi başına marifetullahı zorunlu kılar ya da iman ile
küfre nispeti eşit olur. Ancak bu sonuncu durum fıtratın, Yüce Allah tarafından
övülmesine ve Resulünün (sav) kendisine sarılmasıyla emredilmesine
aykırı düşer. O halde kendisine engel olan herhangi bir arızî durum bulunmadıkça
marifetullah ve iman fıtrat için zorunludur.138
Değerlendirme ve Sonuç
Bütün bunlardan sonra ifade etmek gerekir ki fıtratın mahiyetine ilişkin İslam
âlimlerinin ve Şîa bilginlerinin çoğunun benimsediği fıtratla ilgili ilk anlayışta
dikkati çeken nokta fıtratın, ilahî dinlerin ortak noktasını oluşturan
Allah’ın varlık ve birliği inancı anlamında İslâm dininin yani Hanîfliğin
kendisi oluşu ve her insanın bu özelliğe bir tür psiko-genetik bir kodlama
gibi Elest gününden beri sahip bulunuşudur. Aslında fıtrat’ın mahiyeti konusunda
İslâm âlimleri tarafından ortaya konulan anlayışlardan fıtratın insanın
‚Müslüman/İslâm olarak yaratılış hali‛ ile ‚insanın Elest bezminde
yaşanan Allah’ın varlığı ve birliği şuuruna sahip olarak yaratılış hali‛ olduğu
görüşü neticede aynıdır. Zira yerinde ifade edildiği üzere fıtratı
‚müslüman olarak yaratılış‛ olarak kabul edenler, bu ifadeleriyle ‘müesses
din’ İslâm’ı kastetmiş değillerdir. Aksine onlar her insanın yaratılış tarzının,
zaruri olarak yaratıcıyı bilmeyi, O’na bağlanmayı gerektirdiğini, bunun çocukta
bulunan süt emme duygusu gibi içgüdüsel bir özellik olduğunu, bu
şuur ve imanın doğar doğmaz tezahür etmeyip engellerden uzak bulunduğu
ölçüde zamana bağlı olarak sosyal hayatta gelişip ortaya çıktığını kastetmişlerdir.
Fıtrat’ın ‚Elest bezminde gerçekleşen Allah’ın varlığı ve birliği
şuuru‛ dan ibaret olduğunu söyleyenler de insanın Yaratıcının varlığı ve
birliği şuuruna sahip bir halde dünyaya geldiğini, fakat bu fıtrî Allah şuuru
ve imanına, şerî/dini anlamda itibar edilmediğini; fıtratın ancak şerî imanı
elde etmede insana rehberlik edecek artı değerli ilahî bir bağış olduğunu
kastetmişlerdir.
Fıtratı ‘iman veya küfür üzere yaratılma hali’ olarak algılayan görüşe gelince,
bu görüş fıtratın Allah’ın ezelî ilmi ve kadere bakan yönüne ve fıtratın
genel veya özel (umum-husus) bir özellik olup olmadığına dikkat çekmektedir.
Bu anlayışta olanlar tüm insanların değil, Allah’ın mümin olarak ölüp
138 İbn Teymiyye, Der'u te'ârüzi’l-akl, VIII, 385, 445-447.
cennetlik olacaklarını bildiği insanların fıtrat üzere doğduklarını ileri sürerek
fıtratı Allah’ın ilmine göre mümin olacaklara tahsis etmişlerdir. Her şeye
rağmen bu anlayış dahi, tüm insanlar olmasa bile en azından Allah’ın mümin
olarak öleceklerini bildiği insanların fıtrat üzere doğduğunu kabul etmekle,
fıtratın belli bir içeriğe sahip olduğunu; bu içeriğin de Allah’ın birliği
şuuru ve duygusu olduğunu kabul etmiş olmaktadırlar. Bu durumda fıtratın
belli bir içeriğe sahip olduğu ve bu içeriğin insanın varlık yapısına kodlanan
Allah’ın varlık ve birliği şuuru olduğu noktasında ilk üç görüşün aynı kanaati
paylaştıkları anlaşılmaktadır. Aralarındaki fark, ilk ikisinin fıtratın bu
özelliğinin evrensel insanî bir özellik olduğu; üçüncüsünün ise fıtratın bu
özelliğinin evrensel değil, mümin olarak ölenlerde bulunan hususi bir insanî
özellik olduğudur. Fıtratla ilgili söz konusu tüm görüşlerin ortak noktası ise
hepsinin de belirli bir dini içeriğe sahip fıtratın varlığını kabul etmeleri ve
bunun insanda evrensel bir insanî özellik olduğunu benimsemeleridir.
İlk üç görüş neticede aynı olarak kabul edildiğinde fıtratın mahiyetiyle
ilgili iki temel anlayış olduğu ortaya çıkmaktadır. Biri, temelini mahiyeti
bizce meçhul Elest bezmindeki Yüce Yaratıcı ile insan zürriyetleri arasında
gerçekleşen sözleşmede bulan, her insanın Allah’ın varlığı ve birliği şuur ve
hissiyle, bir tür içgüdüsel imanla dünyaya geldiğini kabul eden anlayıştır.
Diğeri ise ya ‚tevhide meyilli dini yetenek‛ veya her türlü inanca elverişli
nötr haldeki ‚genel inanma kabiliyeti‛ olduğunu benimseyen görüştür. Çoğunluğun
benimsediği fıtrat anlayışında dikkati çeken nokta, onun içeriği
belirlenmemiş ‚mutlak mânada bir inanma kabiliyeti‛ veya ‚fıtrî tevhid eğilimi‛
olmaktan öte, ilahî dinlerin ortak noktasını oluşturan Allah’ın varlık ve
birliği şuuru anlamında İslâm’ın yani hanîfliğin bizzat kendisi oluşudur. Bu
durumda iki temel yaklaşım arasında bariz bir farklılığın olduğu açıktır. Zira
birisinde fıtrat, sadece tevhit inancına eğilimli potansiyel güçtür veya içeriğini
tam olarak bulamamış nötr haldeki salt dini kabiliyettir. Diğerinde ise
içeriğini tamamen bulmuş, temel muhtevasını kazanmış Allah’ın varlığı ve
birliği şuurudur. Psikoloji ve din psikolojisi gibi bilimlerin temel yaklaşımlarının
pozitivist ve empirist olduğu göz önüne alınırsa, onların insanoğlunun
dünyadaki varlığından önceki mahiyeti bizce meçhul bir durumunu dikkate
almaması; insanoğlunun misak tecrübesi yaşayıp yaşamadığıyla ilgilenmemesi;
buna bağlı olarak insanın İslâm/fıtrat üzere doğmasını kabullenmemesi
haklı görülebilir. Ancak tecrübenin dışında kalan veya mahiyeti henüz
tam anlaşılamayan her şeyin aklen imkânsız olduğunu iddia etmek de makul
değildir. Bu yüzden metafizik bir âlemde vuku bulmuş dini bir tecrübenin
yaşanması, bu tecrübenin tesirinin insanın psikolojik yapısına kodlanması
ve insanın bu hal üzere dünyaya gelmesi akıl dışı görülemez. Bu noktada
bazı İslam âlimlerinin ve psikolojinin söylediği insanda genel bir dini
yeteneğin bulunduğunu, insanın yaratılışı itibariyle dine yabancı olmadığını,
aksine dine hazır bir durumda bulunduğunu tespitten öte bir şey değildir.
Bu ise fıtratın sadece belli bir yönünü tespit etmekten ibarettir. Ancak
bizim vurgulamaya çalıştığımız, nasların ifade ettiği, çoğunluğun benimsediği
fıtratın bundan çok daha ileri bir keyfiyet olduğudur. Bu sebeple fıtratı,
psikolojinin ve azınlıkta kalan İslâm bilginlerinin kabul ettiği şekilde anlamak
onu tam anlamamak demektir. Bu itibarla fıtrat hakkındaki anlayışları
birlikte ele almak ve onları iç içe geçmiş üç daire şeklinde anlamak daha uygundur.
Buna göre insanda insan türünü kapsayan inançla ilgili iç içe geçmiş,
genişten dara doğru özel üç yapı vardır.
En dışta, içi boş bir çerçeve olan ‚nötr inanma kabiliyeti‛; daha içte ‚tevhit
inancına eğilimli dini kabiliyet‛; en iç dairede ise bu ikisi ile münasebet
halinde bulunan, insanın fıtrî din/ontolojik imanını oluşturan, İslâm-haniflik
anlamındaki fıtrat yer almaktadır. İlk iki dairedeki inançla ilgili doğuştan
gelen dini yapı, her türlü dış müdahalelere ve telkinlere açık, çeşitli dini
muhtevalar kazanabilen, zaman içerisinde geliştirilebilen, tezahürü engellenebilse
bile hiçbir zaman yok edilemeyen, doğuştan mevcut potansiyel
inanma ve bağlanma gücüdür. Bu haliyle o henüz içi boş bir çerçeve gibi
muhtevası şekillenmemiş bir haldedir. Bu noktada insan doğru-yanlış, hakbatıl
her hangi bir şeye inanan bir varlıktan ibarettir ve onun bu inanan varlık
olması yaratılıştan getirdiği temel bir niteliktir. En iç dairedeki Allah’ın
varlık ve birliği şuurunun doğuştan var olması anlamındaki fıtrat ise öncekiler
gibi insanın gelişmesiyle birlikte zamanla gelişip olgunlaşan, teşvik edilmeye
muhtaç, tezahürü için ifsat edici engellerin kaldırılması gerekli olan
bir yapıdadır. Ancak o, hiçbir zaman tamamen yok edilemez, Tanrının varlığı
ve birliği-tevhid şuuruna kilitlenmiş istikameti asla aksine yönlendirilemez;
sadece olumsuz şartlarda şuuraltına itilebilir ve etkisi sönükleştirilerek
insanın dikkatinden kaçırılabilir.
Sonuç olarak âlemin yaratılışı, gayeli bir yaratılıştır. Âlemin gayeli yaratılışına
paralel olarak âlemin içinde yer alan bir varlık türü olarak insanın yaratılışı
da gayeli bir yaratılıştır. İnsan sorumlu varlık türü olarak cinlerle beraber
yalnız Yüce yaratıcıyı bilip O’na bağlanma maksadıyla var edilmişlerdir.
İnsan türünün bu dini içerikli yaratılış gayesi-misyonu kendisine bu
maksadı gerçekleştirebilecek donanımların verilmesini gerektirmektedir. İnsanoğluna
bu dini mahiyetli gayeyi gerçekleştirebilecek tüm bio-psişik donanımlar
yaratılıştan verilmiştir. Yaratılıştan gelen bu bio-psişik donanımlar
ise, en genel anlamda insanın inanan bir varlık olmasında gizli ‚genel inanma
yeteneği‛, ‚tevhide eğilimli yetenek‛ ve İslamî kaynaklarda ‘fıtrat’ olarak
vurgulanan Allah’ın varlık ve birliği şuurudur.