7 Haziran 2013 Cuma

ZÜRRİYETLER KONUSU

Bismillahirrahmanirrahim

1- Ayetlerin sunumu
2- Üzerinde durulması gereken noktalar
3- Zer Alemindeki misak hakkındaki Bilginlerin Görüşleri
4- Hadislere dayalı birinci teori
5- Bu teorinin analizi
6- İkinci Teori
7- Bu teorinin müşkülleri
8- Üçüncü Teori
9- Bu teori çerçevesindeki sorular
10- Ayetin tefsiri hakkındaki varid olan hadislerin araştırması


AYETLERİN SUNUMU

Bu âlemin hakikati ve bu âlemde alınan mezkûr misak hakkındaki kendi görüşümüzü serd etmeden önce bu konuyla ilgili ayetlere müracaat etmemiz gerekmektedir. Bunun için de ilk önce değerli okuyucunun ayetleri anlayabilmesi ve maksadını elde edebilmesi, üzerinde tefekkür edebilmesi için öncelikle ayetleri sunmaktır. “Kıyamet gününde, biz bundan habersizdik demeyesiniz diye Rabbin Adem oğullarından, onların bellerinden zürriyetlerini çıkardı, onları kendilerine şahit tuttu ve dedi ki ben sizin Rabbiniz değil miyim? Onlar da evet (buna) şahit olduk, dediler. Yahut daha önce babalarımız Allah’a ortak koştu, biz de onlardan sonra gelen bir nesildik (onların izinden gittik). Batıl işleyenlerin yüzünden bizi helak edecek misiniz? Dememeniz için böyle yaptık. Belki inkârdan dönerler diye ayetleri böyle ayrıntılı bir şekilde açıklıyoruz” (7/el-Araf/172-4)

ÜZERİNDE DURULMASI GEREKEN NOKTALAR

1- Ayette geçen ‘zürriyyet’ kelimesi bu ayetin dışında Kur’an-ı Kerimde 18 yerde daha geçmektedir. Bütün bu ayetlerin hepsinde kasıd bilginler arasında herhangi bir görüş ayrılığı söz konusu olmaksızın ‘beşer nesli’dir. Görüş ayrılığına sebeb olan yegane nokta bu kelimenin hangi kökten türemiş olduğudur.
I
Bilginlerin bir bölümü ayette geçen zürriyyet kelimesinin yaratma anlamına gelen ‘ZeR’Ü’ kelimesinden geldiği görüşündedirler. Buna göre zürriyyet kelimesinin anlamı mahluk/yaratılmış olur.
II
Diğer bir grup ta hemsesiz olarak ‘ZeRR’ kelimesinden türetildiği görüşündedirler. Bu durumda anlam gerçekten çok küçük olan küçük karıncalar ve toz zerreleri gibi küçük ve ince kainatlar grubu anlamına gelir.
III
Bilginlerin bir bölümü de dağılma ve yayılma anlamına gelen ‘ZeRY’ ve ‘ZeRV’ kökünden türetildiği görüşündedirler. Zürriyet kelimesi kullanıldığında yeryüzünde dağılıp yayılan ‘ben-i Adem’ kasd edilmiş olur. (1)

2- Zürriyyet kelimesi çoğu defa küçük evlad hakkında kullanılır. ‘velehü zürriyyetün düefa’ ‘O’nun zayıf çocukları vardır’ (2/el-Bakara/266)

Mutlak olarak çocuklar anlamında da kullanılır. ‘ve min zürriyyetihi davude ve süleyman’ ‘O’nun soyundan Davud ve Süleyman da gelmektedir’ (6/el-Enam/84). Bazen de tek bir ferd hakkında kullanılır. ‘hebli min ledünke zürriyyeten teyyibeh’ ‘bana kendi katından tertemiz bir zürriyet ver’ (3/Al-i İmran/38). Bu ayette Zekeriya (as)’ın salih bir evlad isteyişi vardır. Bunu Meryem suresinin altıncı ayeti de teyid etmektedir. Katından bana bir oğul bağışla ki, bana ve Yakup oğullarına mirasçı olsun. Bazen de topluluk hakkında kullanılır. ‘ve künna zürriyyeten min bedihim’ ‘biz onlardan sonra gelen bir topluluk idik’ (7/el-Araf/173).

3- Ayetin ibaresinde geçen fazlalığa ve inceliğe dikkat etmek gerekmektedir. Zira ayet Adem oğullarının bütününün sırtından alınan ahdi ifade etmektedir. Yani nesillerinden ve zürriyetlerinin bütününden. Sadece Adem’in kendisinden alınan bir ahid söz konusu değildir. Buna ayette geçen ‘hani Rabbin Adem oğullarından ahid almıştı’ bölümü delalet etmektedir. Ayette sadece Adem’den ahid alınmıştır denilmemektedir. Ayetin ifade ettiği nokta sadece Adem’in sırtından alınmış zürriyyet görüşü olarak meşhur olan görüşü nakz etmektedir.

4- Ayet, Allah’ın bizler kendi nefislerimize şahid iken bizden misak aldığını, bizim hepimizin O’nun bizim ilahımız olduğunu itiraf etmemizi açıkça ifade etmektedir.

5- Ayetin ifade ettiği diğer bir husus da bu nefsimize karşı şahid tutuluşumuzun ve bizden misak alınışın sebebi Kıyamet Gününde batıl olanların ve müşriklerin getireceği özürlerin önüne geçmek ve özür kapısını kapatmak içindir. Onların bu tarz bir şehadetin kendilerine verilmediğine dair bir itiraz hakları yoktur. Ayetin de şehadet ettiği gibi bu misakın benzerini biliş ve itiraf ediş hakkında bilgileri bulunmamaktadır. ‘Yahut da daha önce babalarımız Allah’a ortak koştu… demeyesiniz diye’
Ayetten özel bir şekil ve tarzda kişinin kendi nefsi için alındığı ifade edilmektedir. Diğer yönden bu misakı bilmek ve itiraf etmekle ilgili bir bilgimizin bulunmadığı da ifade ediliyor. Başka bir yön de bu misaktan ve bu ikrardan gaflette olma gibi bir iddia hakkımızın olmadığıdır. ‘Kıyamet Gününde biz bundan gaflette idik demeyesiniz diye’.

Bu surette aşağıdaki sorular ortaya çıkmaktadır.

a- Bilmediğimiz bir ikrardan dolayı nasıl özür kapısı kapatılacak

b- Tanımadığımız bir ahid ve hatırlamadığımız bir misakdan dolayı ilzam
edilmemiz nasıl mümkündür?

Diğer bir ifade ile –hiç şüphesiz- böyle bir misakı husuli bilgi yoluyla bilmemekteyiz. Ayette açıklığın zirvesi ile bu misakdan gaflette olmamız veya gafil davranma hakkımızın olmadığı beyan edilmektedir. Bu gaflet ile dünyadaki bu hatırlamayış nasıl birbiriyle uyuşmaktadır. ‘Kıyamet Gününde biz bundan gaflette idik dememeniz için’

6- Ayetteki hitap ya Nebi(saa)’e veya bütün beşeredir. Ayetin sadrı Nebi(saa)’e olsa da sonraki bölümler hiç şüphesiz bütün beşere yöneliktir. Ayetin girişindeki ‘iz/hatırla o zamanı’ kelimesinin de delaletiyle bakışlarımız ve dikkatlerimiz hitabın olduğu zaman veya hitabdan sonraki zamana değil de hirabın öncesindeki duruma çekilmek isteniliyor. Çünkü ‘iz’ kelimesi geçmişte olan bir olay hakkında kullanılan zaman edatıdır. Anlamı da ‘geçmişte olan bu olayı hatırla’dır.

ZER ALEMİNDE ALINAN MİSAKLA İLGİLİ BİLGİNLERİN GÖRÜŞLERİ

Ayetin zahirinin ifade ettiği nokta bu araştırma sadedinde Ben-i Ademden alınan misakın ve ahdin Allah’ın rububiyyetinin ikrar edilişi hakkındadır. Alınan bu misakın keyfiyeti hakkında ayette her hangi bir açıklık bulunmamaktadır. Bundan dolayı Müslüman müfessirler bu misakın hakikatı hakkında ihtilaf etmişlerdir. Bu noktada ileri sürülen görüşleri serd edeceğiz.

HADİSLERE DAYALI BİRİNCİ GÖRÜŞ

-Dayanağı hadisler olan- bu nazariye şöyledir. Allah-u Teala Adem oğullarını Adem’in yaratılışı esnasında onun sülbünden hacmi çok küçük zürriyet kainatı heyetinde ihzar eder. Sonra onlardan ben sizin Rabbiniz değil miyim onlar da evet sen bizim Rabbimizsin cevabını almak suretiyle onlardan misak alır. Daha sonra onların hepsini Adem(as)’ın sulbüne iade eder.(2) O zaman diliminde bu dakik küçük hacimli alemde onların hepsi şuur sahibi ve akıllıdırlar. Onlar Allah’ın sualini işittiler ve sorusuna cevab verdiler. Kıyamet Gününde özür ve illet kapılarının kapanması için Allah-u Teala bu misakı almıştır. Bu teoriye göre ‘zürriyyet’ maddesi ‘zerr’ kökünden alındığı için müfessirler arasında yer edinmiştir. Müfessirlerin önemli bir bölümü bu görüştedir.

BU TEORİNİN TENKİDİ VE ANALİZİ

1) Bu teorinin en önemli eksikliği ayetin zahirinin medlulüne uygun olmamasıdır. Beşinci noktada değindiğimiz gibi Allah-u Teala Ademoğullarının tümünün sırtlarından zürriyetlerinden misak almıştır. Sadece Adem’den değil. Bundan dolayı Allah-u Teala ‘Adem’den’ dememiş de ‘Adem oğullarından’ demiştir. Nasıl ki ‘min zuhurhim’ ‘zürriyyetehüm’ kelimelerinde olduğu gibi zamirler müfred/tekil değil de çoğul olarak geçmektedir. Bu yönden bu nazariye ile ayetin ifade ettiği şey uyuşmamaktadır.

2) Bu misak Ademoğullarının bütününden alınmış ise niçin bizden hiç kimse o misakı hatırlayamamaktadır. Bu probleme şöyle cevab verilmiştir: Unutulan ve gaflet edilen şey bu misakın ve ikrarın alındığı zaman dilimidir. Yoksa misakın, ikrarın ve itirafın kendisi değildir. Buna delil her insanın kendi kendi zatında Allah’ın varlığına ve rububiyyetine karşı duyduğu tabii meyldir. Bu tabii meyl zerr aleminde alınan ikrarın bir uzantısı olduğu noktasında şüphe bulunmamaktadır.

Fakat böyle bir cevap bu konu erbabının da tasavvur ettiği gibi tatmin edici ve doyurucu değildir. Çünkü bizdeki Allah’ın varlığına ve rububiyyetine duyulan bu tabii meylin bu misakın kesin bağlantısı olduğu bilinmemektedir. Hatta bazen Allah’ın varlığının ve rububiyyetinin fıtriliği, bedahetinden olduğu sonucu çıkmaktadır.

Uzun bir zaman dilimi arada geçmesinden dolayı böyle bir unutuşun olduğunu söylemek de doğru değildir.
Çünkü bu fasılanın uzunluğu –çoğu zaman- insanın dünya ile ahiret günü arasındaki zaman diliminden fazla değildir. Biz Kıyamet Gününde dünya hayatında olan olayları unutmayacağız. İşte Ehl-i Cennetin Ehl-i Nara söylediği şu söz bunu apaçık ortaya koymaktadır. ‘Biz rabbimizin bize vad ettiğini hakk olarak bulduk, siz de hakk olarak buldunuz mu?’ (7/el-Araf744) ve diğer bir ayet ‘içlerinden biri şöyle dedi: benim dünyada bir arkadaşım vardı ve yoksa dirilmeye inanlardan mısın derdi’(37/es-Saffat/51-2) ‘inkarcılar derler ki: kendilerini dünyada iken kötülerden saydığımız şahısları burada niçin görmemekteyiz’ (38/Sad/62) Bunun dışındaki Ehl-i Kıyametin o kadar uzun zaman geçmesine rağmen dünya aleminde aralarında geçen olayları unutmadıklarına delalet eden daha nice ayetler.

3) Bu misakı almadan amaçlanan şahısların bu misakın gereğince amel etmeleridir. Amel etmek ise hatırlamanın/tezekkürün feridir. Şahıs bu misaktan hiçbir şey hatırlayamadığına göre bu misak ile şahıs aleyhinde nasıl kanıt olarak kullanılacak ki!!! Ayrıca bu misak şahsı nasıl misaka uygun şekilde amel ettirecek.

Biz bu satırları yazdıktan sonra Allame Şerif el-Murtaza’nın ‘Emali’ adlı eserine vakıf olduk. O bizim açıkladığımız tarzda bu görüşün batıllığını ve imkansızlığını ortaya koyuyordu. Şu ifadeler O’na aittir. ‘Basireti olmayan ve akli kapasitesi düşük olan bazı insanlar bu ayetin tevilinin Allah’ı, Hz. Adem(as)’ın bütün zürriyetini Adem(as)’in sırtından çıkardığını ve onlar zerr halindeyken kendisini tanıtarak ikrar aldığını ve onları nefisleri aleyhinde şahid tutturduğunu zannetmektedirler. Bu tevil –aklın batıl ve muhal görmesiyle birlikte – Kur’an’ın zahirine de aykırıdır. Çünkü Allah-u Teala ‘ Hatırla o zamanı ki Rabbin Adem oğullarından (Adem’den dememektedir) sırtlarından zürriyyetlerini çıkartarak( Adem’in sırtından, zürriyyetinden dememektedir.) ahid aldı. Daha sonra Kıyamet Gününde babalarının şirk koşmaları sebebiyle bundan gafil olmamaları ve özürlerinin kalmamaları için bu ahdi aldığını haber vermektedir. Böylece onlar da babalarının dini ve sünnetleri üzere yetişmesinler.’ Daha sonra Şerif el-Murtaza şöyle devam eder: “Akıllların bu olaya şehadet etmesine gelince ise bu zürriyet alemi noktasında, akılların kemali ya teklif şartlarını kuşatmıştır veya kuşatmamıştır. Şayet bütün şartları kuşattığını kabul edecek olursak zürriyyetlerin yaratılışından ve inşasından sonra bütün bunları hatırlaması, akılların kemalinin bu hal üzere olması gerekirdi. Zira akıl bu ahdi ve misakı ikrar etmekte ve şehadet etmektedir. Çünkü akıllı insan bu sahada gerçekleşen şeyi alınan ahdi, zaman bakımından ne kadar uzak olsa da ve her iki halet arasında ölüm bulunsa da unutmamaktadır.

Ayrıca unutmayı caiz görmek ayetin güttüğü hedefe de aykırıdır. Çünkü Allah-u Teala bu ahdi alıp takrir ettirmesi ve kendileri aleyhinde şahid tutturmasının sebebi Kıyamet Gününde bu ahidden gaflette olma iddialarının olmaması ve hüccetlerinin kalmaması içindir. Şayet unutmaları caiz görülürse bu durumda hüccet ve kanıt düşmüş olur. Teklif şartlarını kuşatmadığını varsayacak olursak bu durumda böyle bir hitap, takrir ve işhad çirkin olmuş olur. Şanı yüce Allah’a böyle bir eylemin isnadı abes olmuş olur.(3)
4) Bu nazariye İslam Dininin zaruriyyatlarının batıl saydığı tenasüh görüşünün bir çeşidine dayanır. Çünkü bu nazariyeye göre insan bu dünyaya bundan önce de gelmiştir. Kısa bir yaşantının ardından ölmüş ve daha sonra tedrici olarak bu dünyaya ikinci kere gelmiştir. Bu İslam muhakkıklarının ve bilginlerinin batıllığını ispatladığı tenasühdür.(4)

Geriye bir soru kalmaktadır: madem bu nazariye de bu kadar problemler var ve eksikliklerin olduğu anlaşılıyor, peki bu görüşün dayanağını teşkil eden rivayetleri ve hadislerin anlattığı gerçek nedir? Bu konudaki detaylı açıklama ileride gelecektir.

DİPNOTLAR

1- Rağıp, el-Müfredat, ‘ZRV’ maddesi, Mecmeü’l-Beyan, c.1, s.199, ‘kale ve min zürriyetti ayetinin tefsiri’
2- Mecmeü’l-Beyan, c.3 s.497, Sayda basımı, Mefatihü’l-Ğayb, c.4,s.320
3- El-Emali, c.1,s.28-9
4- Bu dört eleştiriyi İslam Muhakkıklarından, ‘Mecmeü’l-beyan’ adlı eserin sahibi aktarmaktadır.


Bazı müfessirler (bunların başında Rummani, Ebu Müslim ve bir grup) bu ayeti tevhidi fıtriye haml edip bu tarzda yorumlamaktadırlar. Onlar şöyle demektedirler.
İnsan bu dünyaya bazı içgüdülerle ve kabiliyetlerle donanmış olarak ayağını basmıştır.
 I
 Diğer taraftan da akli müdrekler sahasında da tabii ihtiyaçlar ve fıtri olgular kendilerine bahş edilmiştir.
  İnsan babasının sulbünden annesinin rahmine düştüğü esnada nutfe haline gelir. Bu nutfenin büyüklüğü zerreden daha çok değildir. Ancak bu nütfe içinde istidatları ve kabiliyetleri özel bir özenle barındırmaktadır’ Gelişmesi ve kemal  süreci içinde geçen bu süreçte marifetullaha sahip olması bu kabiliyetler cümlesindendir. Bu yön sair istidatlar gibi her yönden gelişmektedir. Yavaş yavaş seyrini kuvvet merhalesinde fiiliyyet ve kemal merhalesine doğru yol almaktadır.
II
  Diğer bir ifade ile insanın derinliklerine ve yapısına marifetullaha olan ilgi ve gayb alemine olan yöneliş dest-i kudret tarafından nakş edilmiştir. Dışsal olgular bu muazzam fıtrata dokunmasa bu marifetullaha olan tabii eğilim onun kalbine yerleşir. Psikoloji bilginleri bu dini şuuru kale almışlar ve insanın boyutlarından birsi olarak da bu boyutu saymışlardır. Öyleki insanı nitelendirirken de bu boyutla nitelendirmişlerdir. Psikoloji bilginlerinden birisi insan hakkında ‘o metafiziksel bir varlıktır’ diye tanımlamıştır.
  Tabiatıyla bu şuursal içgüdü tekvin kalemiyle insanın içsel yapısına ilmek ilmek işlenmiştir. İnsanın gelişmesi ve tekamül sürecinde yaptığı dikeysel hareket gibi dini şuur da ilerler, olgunlaşır ve gelişir.
 III
 Üçüncü bir şekilde ifade edecek olursak Allah-u Teala Ben-i Ademi babalarının sırtlarından çıkartıp annelerinin karınlarına yerleştirdiğinde onların yaratılışlarını ve tekvinlerini daima rablerini bilecek özel bir yön ile vucuda getirdi. Onlar Rablerine olan ihtiyaçlarını daima hiss ederler. İşte tam bu noktada ayetin anlatmak istediği şeyle bizim ileri sürülen bu teori uyuşmaktadır.
Çünkü insan Rabbine ihtiyaç duyduğunu hissettiğinden ve Rabbine teveccüh ile ğark olduğundan dolayı sanki ‘Allah-u Teala ben sizin rabbiniz değil miyim’ ve insan da ‘evet sen bizim Rabbimizsin’demiş gibidir. (1)
  Bu görüşün özeti şudur: insan kendisine bahş edilen selim fıtrat-ı ilahiyye gereği Allah’a iman etmiş olarak yaratılmıştır. Allah’a giden yolda bu hadi akılın yardımıyla Allah’a gider, O’nu taleb eder ve O’nu sorar. Bu yürüyüş herhangi bir saptırıcı veya engelleyici olmadığı müddetçe mütemadiyen devam eder.
  Bu açıklamalara göre ayette söz konusu edilen misak hitabdan ve cevabdan oluşan iki lafzı içeren teşrii bir misak değildir. Aksine söz konu misak fıtri-tekvini bir misakdır. Aynı şekilde cevab da tekvini ve fıtridir.
  Kur’an-ı Kerimde bu tarz misak ve istiysak türü diyaloglar oldukça yaygındır. Günlük hayattaki diyaloglarımızda sıklıkla başvurulan yöntemdir. Bir örnek teşkil etmesi için ‘Allah bize göz vermiş ve bizim kuyuya düşmememiz için bizden ahid almıştır’ diyebiliriz. ‘yahut da bize akıl vermiş ve bizden hakkı batıldan ayırt etmemiz için misak almıştır’ diyebiliriz. Kur’an-ı Kerim yer ve gök hakkındaki bir diyalogda şöyle buyurmaktadır.
‘O ‘Göğe ve yerküreye isteyerek veya istemeyerek gelin’dedi. Onlar da ‘biz isteyerek geldik’ dediler.’ (41/Fussilet/11)


Gökler ve yere yapılan kelamın ve hitabın yöneltilmesinin bu türünde akıl, idrak ve şuur bulunmamaktadır. Bu hitap ancak tekvin kanlıyla alınmış bir hitaptır. Bu durumda ayet-i celilenin anlamı yeryüzü ve semavat Allah-u Teala’nın iradesine ve meşietine tekvini olarak boyun eğmişlerdir. Onların vucudları,  Rabb-i Rahimin kendilerine çizdiği sünnetullaha uygun bir şekilde sürüp gidecektir.  Arap beliğlerinden ve hatiplerinden aktarılan şu söz de bu türdendir. ‘yeryüzüne sorun: seni kim yarıp da sende nehirleri halk etti’ Ağaçları kim dikti’ Meyvelerini kim olgunlaştırdı’ Şüphesiz yeryüzü senin bu sorularına konuşarak değil itibari olarak cevab verecektir.’ (1)
  Bu görüşün Kur’an’dan ve sünnetten delilleri ve şahidleri de bulunmaktadır. Kur’ani şahid ‘Hakka yönelerek kendini Allah’ın insanlara yaratılışta verdiği dine ver’(30/Rum/30). Bu ayettin konumuzu teşkil eden ayeti açıklayıcı olması mümkündür. İki ayet arasındaki ilişki şöyle açıklanabilir. Rum suresinde geçen ‘Fıtratullah’ ibaresi zaman tayin edilmeksizin beşer yaratılışın ve fıtratının dini şuur ile yoğrulduğunu özetle ifade etmektedir. Konumuzu teşkil eden ayet ise insan yapısına yerleştirilmiş olan bu ilahi sırrın insanın yaratılışı tekvini esnasında olduğunu konu edinmekte ve dile getirmektedir. Yani insan daha annesinin karnında zerre halinde olduğundan bu yana bu ilahi sırrı tekvini olarak barındırmaktadır. İnsan anne karnına düştüğü gibi bu ilahi emaneti almaktadır. İlahi emanet.
  Allah’a cezb oluş ve meylin yoğunluğu’Ayrıca, bu nazariyenin muteber bir senedle bize Abdullah ibn Sinan’ın aktardığı hadisle de paralellik arz ettiğini eklemek gerekmektedir. İbn Sinan der ki:
Ben Ebu Abdullah(as)’a ‘fıtrattan kasdın ne olduğunu sordum’, O da benim soruma cevaben dedi ki: ‘Allah’ın onları yarattığı islamdır.

 Çünkü Allah onları yarattığında tevhid üzere onlardan misak aldı. Ben sizin rabbiniz değil miyim’ Dedi. Orada mümin de kafir de bulunmaktadır.(2)  
 
Şerif er-Razi’nin bir sözü bulunmaktadır ki bu nazariyeyi benimsedği umulur. Çünkü O şöyle demektedir.
  Allah-u Teala insanları yaratıp da onları bileşik hale getirdiğinde marifetine delalet, kudretine de şehadet, kendisine ibadet edilmesini vacib kıldı. Onlara ibretler ve ayetler, nefislerinde ve dış alemde deliller gösterdi.
  Durum öyle bir konuma geldi ki sanki onlara kendi aleyhlerinde kanıt olabilecek bir şekilde şehadet aldırdı. Onlar da bu O’nun getirdiği deliller ve kanıtlar manzumesine müşahedeye ve O’nun gösterdiği ve dilediği tarzdaki marifesine şehadet ettiler. Kendileri için mazeret bildirerek bu vucubdan kaçınma ve bu delaletten kalma hakkı kalmamış oldu. İnsanlar itirafı tam gerçekleştiren konumuna gelmiş oldular. Gerçi hakikatte bir işhad/şahid tutma ve bir itiraf ettirme olayı bulunmamaktadır. Bu sanki şu ayette geçen işhad konumu gibi olmuştur.
‘. ‘O ‘Göğe ve yerküreye isteyerek veya istemeyerek gelin’ dedi. Onlar da ‘biz isteyerek geldik’ dediler.’ (41/Fussilet/11)
  Hakikatte Ayet-i Kerime de Rabb-i Rahim tarafından ne bir kavl/söz bulunmaktadır ne de onlardan bir cevap bulunmaktadır. Bu durumun bir diğer benzeri de şu ayet-i kerimedir.
‘Onlar kendi nefislerine küfür üzere şahidlik etmiş olarak’ (9/et-Tevbe/17).
 Biz biliyoruz ki kafirlerin dilleriyle herhangi bir kafir oluş itirafı gerçekleşmemektedir. Onlardan ancak açık bir şekilde küfür zuhur etmiştir denilebilir. Onu def edilmesi tam gerçekleşmemiştir. Onlar bunu itiraf etmişlerdir. Arapların şu sözü de bu türdendir.  
‘Organlarım senin nimetlerine şehadet etmekte
Halim senin ihsanını tanımaktadır.’

1) Mecmeü’l-beyan, c.4, s.498,
2) Tefsirü’l-bürhan, c.3, s.47. Fıtratullah ayetinin tefsirinde yedinci hadis.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder