13 Mayıs 2011 Cuma

Fıtrata Uygun Hayat Mustafa İSLAMOĞLU

Fıtrata Uygun Hayat

Mustafa İSLAMOĞLU

(Fıtrata Uygun Hayat Kur’anî Hayattır)

Fıtrat’ın kavramsal alanı

“Yaratılış” manasına gelen fıtrat’ın kök anlamı “bir şeyin açılması ve içindekinin ortaya çıkması”dır. Ağzı açılınca ortaya çıkan “içindeki”, kelimenin tam manasıyla “yaratılış”tır. Oruçlunun ağzı açıldığı için orucu bitiren yemeğe iftâr denilmiştir. Belki bunda “içindekinin ortaya çıkması” manası da saklıdır. Zira açılan ağızdan yiyecek ve içeceğin girişiyle oruç manen dışarı çıkmıştır.

Fatara “yardı” demektir. Bu yarma, bir odunu veya bir deriyi ikiye yarma anlamında değildir. Bu işler için şakka fiili kullanılır. Bu yarma, “bir çekirdeğin filiz ve sürgün vermek için kabuğunu çatlatması” anlamında bir yarmadır. Mesela bir buğday tanesi düşünelim. Çimlenecek bir ortamda, buğdayın içinde potansiyel halde bulunan buğday başağının, danenin kılıfını yararak filiz halinde ortaya çıkması fatara fiili ile ifade edilir. Mesela bir kayısı çekirdeği düşünelim. Bu çekirdeğin içinde bir kayısı ağacı potansiyel halde saklanmıştır. Koca bir kaysı ağacı, saçakları, kökü, gövdesi, dalları, yaprakları ve meyvesiyle, bir program olarak kodlanmıştır. Bu kaysı çekirdeği adeta bir elektronik hücre olan “yonga” hükmündedir. Bunun içindeki ilahi yazılım, uygun ortamı bulduğunda Allah’ın Hay isminin tecellisi olarak ortaya çıkar. Bunun için çekirdeğin ilk yapması gereken, dişin bile kırmakta çok zorlandığı kabuğu çatlatmasıdır. İşte bu eylem fatara fiiliyle ifade edilir.
Kelime bu yolu izleyerek, mücerret “yarık, eksik, gedik, noksan, çatlak” manasına ulaşmıştır. Mülk Sûresi’nin girişinde Allah’ın yaratışının mükemmelliği ifade edilirken “Dön de bir bak bakalım, bir eksik gedik görüyor musun?” âyetindeki futûr böyledir. Kur’an’daki İnfitâr Sûresi’ne adını veren âyette geçen infitâr’a tefsir geleneğimiz “kıyamet” anlamı yükler. Fakat bu doğru değildir. İnfitâr, kelimenin kalıbının da gösterdiği gibi “kıyametten sonraki yeniden yaratılış” anlamına gelir. İnfitâr’ın tam açılımı şudur: “İlahi emre boyun eğerek bir çekirdeğin filiz vermek için yarılışı gibi yaratılışın yeniden iadesi”.
Bu kökten türeyen tüm kelimelerde ortak ve gizli bir vurgu vardır: Yaratılış. Esasen fatara fiiliyle ifade edilen her tür yarma ve yarılmanın tek amacı vardır: Potansiyel haldeki yaratılışın ortaya çıkması…

Batıda yaklaşık 200 yıldır gündeme gelen “varlıkbilim” (ontoloji) bizdeki fıtrat’ın karşılığı olarak kullanılmaktadır. Bu anlam bire bir değil yaklaşık bir anlamdır. Çünkü ontoloji, batıda ortaya çıkan tüm modern disiplinler gibi seküler ve pozitivist bir temel üzerinde yükselmektedir. Bizde ise fıtrattan söz edildiği her yerde kaçınılmaz olarak bir yaratıcıdan ve onun eşyaya aktif ve aktüel müdahalesinden söz ediliyor demektir.
Bazı kavramlar fıtratla bağlantılıdır. Mesela tabiat, fıtratı istikametinde davranma yeteneğinin o şeyde yerleşik hale gelmesini ifade eder. Seciye, fıtratla uyumluluğu ifade eder. Sünnetullah, fıtrattan daha geneldir. Eşyaya fıtrat koymak ve eşyanın bir fıtrat taşıması ilahi bir sünnettir. Şems Sûresi’nin 8. Âyetinde geçen tesviye’nin açılımı olan mâ hulika leh (yaratılış amacı) fıtratla doğrudan bağlantılıdır.

Allah eşyaya fıtrat koyan bir Fâtır’dır

Fâtır, Allah’ın esma-i hüsnasındandır. Tam açılımı, “bir şeyin yaratılıştan taşıdığı potansiyeli bilfiil ortaya çıkaran zat” demektir. O varlığın ilk yazılımını yazan Bâri’dir. O yazılımlara uygun olarak ilk örnekleri yaratan Bedi’dir. O ilk örneklerden ortak özelliklere dayalı türleri yaratan Fâtır’dır. Bu yaratma süreçlerinin tümünü birden içeren mübarek isim Halık ismidir.

Fâtır Allah bir şeyi sadece yaratmakla kalmaz, o yarattığına bir de “yaratılış kodları” yerleştirir. Bu kodlar, ilahi imza hükmündedir. Eşya, yaratılış kodları sayesinde hüviyet/kimlik sahibi olur. İşte bu yaratılış kodlarına “eşyanın fıtratı” adı verilir. Biz, kendisine Fâtır olan Allah tarafından ihsan edilen kodlar sayesinde, “eşyanın yaratılış amacından” söz edebilir.

Fıtrat’ın öznesi Allah’tır. Fıtrat fiili Kur’an’ın her yerinde sadece Allah’a nisbet ve izafe edilir: Fıtratallahi, (Allahu) fâtırı’s-semâvâti… Eşyaya fıtrat koymak Allah’a mahsustur. Bunu Allah’tan başka kimse yapamaz. Hiçbir güç, varlığı oluşturan şeylerden her hangi birine fıtrat koyamaz. Yani fıtrat koymak Allah’a mahsustur. Allah’a mahsus olan bir eylemin teşekkürü, Allah’a mahsus olan hamd’dir. İşte şu âyet bu hakikati ifade eder: el-Hamdulillahi fâtırı’s-semâvâti ve’l-ard: “Hamd tümüyle göklere ve yere fıtrat koyan/gökleri ve yeri bir çekirdeği yarar gibi yoktan var eden Allah’a mahsustur.” (Fâtır 35/1).

Yani: Fıtrat koymak kime mahsus ise, hamd de O’na mahsustur. Zaten fiili hamd fıtrata uygun davranmak veya eşyayı fıtratı istikametinde kullanmaktır.
İkisi de elhamdulillah ile başlayan Fatiha Sûresi’nin ilk âyeti ile Fâtır Sûresi’nin ilk âyeti arasında ilginç bir irtibat vardır. Fâtiha’daki Rab isminin yerini diğerinde Fâtır ismi almıştır. Fatiha’daki “alemler”in yerini Fâtır’da “gökler ve yer” almıştır. İlkinde hamdin sebebi ilahi rububiyyet iken, ikincisinde hamdin sebebi ilahi fıtrattır.
İnsanın gücü eşyaya fıtrat koymaya yetmez. Fakat insan eşyanın yaratılıştan taşıdığı ilahi formatla oynayabilir, hatta onu bozup tahrif edebilir. Ona müdahale edebilir. İşte bir adıyla “şer”, diğer adıyla “kötülüğün kaynağı” problemini böyle anlayabiliriz.
Fıtrat “şer” problemini anlamakta anahtar kavramlardan biridir. “Her şeyin bir fıtratı vardır” hakikati, “her şeyin bir yaratılış amacı” vardır hakikatini zorunlu kılar. Yani bir şeyin fıtratı o şeyin mâ hulika leh’idir (yaratılış amacı). Bir şeyi yaratılış amacı istikametinde kullanmak “hayır”, bir şeyi yaratılış amacının dışında kullanmak “şer”dir. Bir şey yaratılış amacından ne kadar uzaklaşırsa, şer de o kadar büyür. Fakat sonuçta ortaya çıkan şer, o şeyin yaratılışından kaynaklanmaz, o şeyi yaratılış amacı dışında kullanmaktan kaynaklanır.

Mesela domuz yaratılışı itibarıyla şer değildir. Aksine domuzun fıtratından kaynaklanan bir yaratılış amacı vardır ve bu amaç da hayırdır. Zira domuz, harika bir tabiat çöpçüsü olsun için yaratılmıştır. Domuz her şeyi yer. Yediğinin kokuşmuş olup olmadığına, mikrop üretip üretmediğine asla aldırmaz. Esasen görevi mikrop üreten organik ve inorganik kalıntıları temizlemektir. Bu gerekçe domuz yasağının fıkhi boyutuyla ilgilidir. Ama bu yasağın bir de ahlaki boyutu vardır ki, o “sınırsızlık”tır. Evet, domuz ahlaken “sınırsızlığı” temsil eder. Zira domuz yiyecek seçmez. Yenebilecek her şeyi yer. Diğer birçok hayvan gibi eş de seçmez ve eşini kıskanmaz. O konuda da sınırsızdır. Üremede de neredeyse sınırsızdır. Kur’an madden domuz etini haram kılarken, zımnen de domuzlaşmayı haram kılar.
Bu ahlaki yasaktan çıkarılacak ahlaki ders şudur: Sınırsızlık domuzluktur. Allah insan domuzlaşmasın diye insana sınırlar koymuştur. İnsan yiyeceği şeyleri seçmelidir. Her şeyi yememelidir. Pis ve kokuşmuş olanları yemediği gibi, manen kokuşmuş olan haramı da yememelidir. Haramı helalden ayırt etmelidir. İnsan duygularını kontrol etmeyi bilmelidir. Tersi duyguda domuzlaşmaktır. İnsan her aklına eseni yapmamalıdır. Kendisine sınır koymasını bilmelidir. Her kafasına eseni yapmak özgürlük değil domuzlaşmaktır. Sözün özü, domuz yaratılış amacı itibarıyla hayır iken, eğer yaratılış amacı dışına çıkarılırsa şer olur. Bir şeyin yaratılış amacının olduğundan söz etmek, onun fıtratının olduğundan söz etmektir.

Akıllı ve akılsız, şuurlu ve şuursuz tüm varlıklar için fıtrat söz konusudur. “Allah, göklerin ve yerin Fâtır’ıdır.” Fâtır Sûresi’nin girişinde yer alan bu âyet, göklerin ve yerin de bir fıtratı olduğunu ve bu fıtratı Allah’ın koyduğunu ifade eder. Göklerin ve yerin bir fıtratının olduğunu söylemek, göklerin ve yerin bir amaca mebni olarak yaratıldığını söylemektir. Vahiy insandan eşyanın amacı üzerinde yoğunlaşmasını istemektedir.
Sual: Bunu neden istemektedir?

Cevap: Eğer insan eşyanın yaratılış amacını keşfederse, onu amacı dışında kullanmaya tevessül etmez. Böylece hayır için yaratılan eşyadan şer hasıl olmamış olur. Bu insanın hayrınadır. İnsan böyle yapmakla hem Allah’ın hakkına, hem de eşyanın hakkına riayet etmiş olur. Aynı zamanda böyle davranmak o eşya için Fâtır’ına şükür olur. Şükreden kimseye, o nimet artırılır. Hem eşyanın fıtratını bilmek, o eşyayı tam kapasite kullanmaya vesile olur. İşte bu da nimetin bir tür artırılışıdır.
İnsan fıtratı, hayır ve şerri ayırt edebilecek şekilde yaratılmıştır. Bu manasıyla fıtrat, vicdan ile eş anlamlıdır. Vicdana, sonradan edinilmeyip her insanda yaratılıştan ‘bulunan’ bir atiye-i ilahiye olduğu için vicdan denilmiştir. Vicdan da tıpkı akıl gibi pasifleştiğinde yok sayılan bir haslettir. Vicdan var sayılmak için ille de aktif ve faal olması gerekir. Dinin amacı insanda aktif bir vicdan inşa etmektir. Aktif olan vicdan, fıtrattan beslendiği için hayır ve şerri tanır. Şu haberde ifade edilen hakikat de budur: “Hayır, nefsin kendisine ısınıp kişinin kalbine yatan şeydir, şer nefsin kendisine soğuk durduğu, insanın içine yatmayan yüreğin karardığı şeydir; fetva verenler ne fetva verirse versinler” (Ahmed b. Hanbel)

Fıtrattan söz etmek, eşyanın anlam ve amacından söz etmektir. Anlamlılık ve amaçlılık, yaratılışın ilk yasasıdır. Eşyadaki düzen ve nizam da, eşyanın bir anlam ve amacının olduğuna delalet eder. Eşyanın anlam ve amacının olduğunu kabul etmek, ahlaki sorumluluğun da kaynağıdır. Dolayısıyla eşyanın bir fıtratı olduğunu kabul etmek, ahlaki kayıtsızlığı, nihilizmi, yaratılışın saçma olduğu sapık düşüncesini ve her tür materyalizmi reddetmektir.

Fıtrat ilahi formattır

Mahlûkat yaratılıştan bir formata sahip midir?

Bu suale hayır demek, varlıktaki düzen ve uyumu inkâr etmektir. Varlıktaki düzen ve uyumu inkâr ise mümkün değildir. Zira bu bedihi bir hakikattir. O halde sualin doğru cevabı kocaman bir “evet” olmak zorundadır.

Eşya, bir yaratıcı elinden çıktığını fıtratıyla ifşa eder. Eşyanın fıtratı, iletişim çağının elektronik diliyle konuşacak olursak, “ilahi format”tır. Fâtır Allah, eşyayı yaratırken ona imzasını atmıştır. İlahi bir imza olan eşyanın formatı, onlara isim vermemizi mümkün kılan şeydir. Yani fıtrat, Âdemoğluna Allah’ın bir ikramı olan “isimlerin öğretilmesi” (ta’limu’l-esmâ’) hakikatiyle alakalıdır. Eğer Allah eşyaya fıtrat vermemiş olsaydı, eşyanın hüviyeti (kimliği) olmazdı. Eğer eşyanın hüviyeti olmasaydı, biz ona isim veremezdik.

Fıtratın ilahi format olduğunu şu âyet de teyit eder:

“Allah’ın boyası… Kim Allah’tan daha güzel boya vurabilir ki? İşte biz, (bunun için) yalnız O’na kulluk ederiz!” (Bakara 2/138).

“Allah’ın boyası” anlamına gelen sıbğatallah nedir? Bununla ne kastedilmektedir?
Bizce “Allah’ın boyası” ile ilahi format olan fıtrat kastedilmektedir. Zira Allah insana yaratılıştan bir format çekmiştir. Bu formata yukarıdaki âyette “Allah’ın boyası” adı verilmektedir. Âyetteki “boya”, kelimenin tam anlamıyla bir “mecaz”dır. Nasıl ki yaratılıştan taşıdıkları doğal renkler, görünen varlıkların kimliğinin bir parçasını oluşturuyorsa, insanlara da Allah’ın yaratırken vurduğu bir manevi boya vardır. O boya fıtrat boyasıdır. Bize kadar ulaşan ilk tefsir sahiplerinden İmam Ebu Ubeyde ve İmam Ferra da sıbğatallah (Allah’ın boyası) terkibini fıtratallah (Allah’ın fıtratı) ile açıklamışlardır.

O boyanın üzerine sürülecek her boya sentetiktir. O sentetik boyalar asla fıtrat boyasının yerini tutamaz. Allah Rasulü’nün Rum Sûresi’nin 30 âyetini okuyuşu ve tefsiri gibi görünen; “Her doğan İslam fıtratı üzere doğar. Fakat ebeveyni onu sonradan Yahudileştirir, Hıristiyanlaştırır veya Mecusileştirir” (Buhari ve Müslim) hadisi de bu hakikati ifade eder. İslam boyasının üzerine, aile, eğitim, çevre, okul, toplum yoluyla sürülen sentetik boyalar bir vesileyle döküldüğünde, altında fıtrat boyası çıkmaktadır. Bazen 30 senenin sentetik boyasını 3 dakikalık sabah ezanı veya yitirilen bir yakının acısı veya yaşanılan bir şok sıyırıverir.

Her gün şahit olduğumuz sayısız hidayet hikâyelerinin ardında, işbu hakikat yatmaktadır.

Fıtrat ilahi format olduğu için, insanın özüne dönmesi her zaman mümkündür.

Bu “istiğfar” ve “tevbe” kavramlarıyla karşılanan bilinç yenileme hadisesidir. Fıtrata dönüş, tabiri caizse “fabrika ayarlarına” dönüştür.

İnsan yaratılıştan taşıdığı ilahi format olan fıtratına dönerse, fabrika ayarlarına dönmüş olur.

Bunun anlamı, insanın yaşadığı çağın kültürel müzahrefatından taharet edip “ümmileşmesinin” her an mümkün olduğudur. Bu ümmileşme, “anneye dönüş”, yani “anasından doğduğu hale dönüş” manasına gelir.
Fıtrat değiştirilmez, fıtrat keşfedilir. Ama

insan fıtratından uzaklaşabilir. Hatta fıtratına yabancılaşabilir. Bu sürecin sonunda fıtratını yitirmez, fakat fıtratının üzerini örter. Kur’an böylesine bir örtme işlemine “küfür” adını veriyor.

Bu örtü bazen öylesine kalın, öylesine ses geçirmez hale gelir ki, insanın fıtratına dönüşü neredeyse imkânsız hale gelir. Ve insan fıtratına ihanet etmeden, küfürde ısrar edemez. İşte bu hale Kur’an hatm-i kalb (kalbin mühürlenmesi) adını verir. Esasen burada geçen kalbi fıtrat olarak da vicdan olarak da okuyabiliriz.

Fıtrat âyeti ne diyor?

Müslüman, İslam üzere olan kimseye verilen addır. İslam ise teslimiyet yoludur. İnsanın Allah’a kayıtsız şartsız teslimiyetini ifade eder. Esasen Allah’a kayıtsız şartsız teslim olmakla ifade edilen şey, hakikate kayıtsız şartsız teslim olmaktır. Rum Sûresi’nin 30. âyeti, “fıtrat âyeti” olarak isimlendirilmeyi hak emektedir. İşte bu âyet, insan fıtratının doğuştan hakikati tasdike yatkın olduğunu beyan eder:
“İmdi sen (ey insan), varlığını her tür sapmadan uzaklaşarak tümüyle doğru ve asıl dine, Allah’ın insanlığın özüne yaratılıştan nakşettiği fıtrata çevir; (ta ki) Allah’ın yarattığında bir bir başkalaşma olmasın; işte değer odaklı gerçek dinin (amacı) budur; fakat insanların çoğu bilmiyorlar.” (Rum 30/30).

Bu muhteşem ve mübarek âyetten birçok netice çıkarılabilir. Bunları şöyle özetleyebiliriz:
1. Hem âyetteki fatara’n-nâs (insanlığın fıtratı) hem de Kur’an’da bu kavramın türevlerinin geçtiği âyetlerin genelinden, fıtratın bir ferdin şahsiyeti için kullanılmayacağını, ancak bir türün tüm üyelerinin ortak vasfı için kullanılacağını öğreniyoruz. Yani Ahmed’in mizacı, Mehmed’in karakteri olabilir, fakat asla Ahmed ve Mehmed’in fıtratı olmaz. Bu kullanım yanlıştır. Fıtrat tür için geçerlidir. İnsanın fıtratı, ağacın fıtratı, suyun fıtratı, meleğin fıtratı.. denilebilir.

2. Âyette bilinçli varlık olan insana zımnen “kendine bir yaratılış amacı tayin et” denilmiyor. Aksine tayin edilmiş amaca “kendi iradenle yönel” deniliyor. Demek ki, şuurlu varlıkların fıtratına aykırı davranması mümkündür.

Şuurlu bir varlık ne zaman fıtrata aykırı davransa, oradan şer zuhur eder. Sözün hemen burasında: “insan benliğine iyiyi ve kötüyü tanıyıp sorumsuz ve sorumlu davranma yeteneğini yerleştiren (Allah şahit olsun)” âyetini hatırlamak gerekir (Şems 91/8).

3. “Varlığını Allah’ın fıtratına çevir?” emri verilen insan, sanki “Neden ya Rabbi!” diye sormuş gibi, âyetin devamında bu emrin gerekçesi açıklanmaktadır: “(ta ki) Allah’ın yarattığında bir başkalaşma olmasın.”

Bu gerekçe cümlesi zımni bir uyarıdır. Bu uyarının zımni açılımı şudur: Ey insan, eğer sen fıtratına uygun davranmazsan, bunun getireceği olumsuz sonuçların altından kalkamazsın. Fıtratına ihanet ettiğin yetmiyormuş gibi, bir de Allah’ın bir amaç uğruna yaratıp her birini hikmetle yerli yerine koyduğu eşyayı yerinden edersin. Tıpkı şu âyetteki vahim durum gerçekleşir: “(İnsanoğlu) eline fırsat geçirdiği zaman yeryüzünde fesat çıkarmaya, insanın ürününü ve neslini yok etmeye çalışır: Fakat Allah fesadı sevmez.” (Bakara 2/205). Müslümanların görevi, fıtratı korumaktır.

4. Âyet fıtratı korumayı ve ona uygun yaşamayı zalike’d-dinu’l-kayyım diyerek tebcil etmektedir. Bu ibarenin en doğru açılımı “Değerlere kaynaklık eden bir dinin amacı bu olmalıdır” olsa gerektir. Fıtrat âyetinin maksadını gösteren bu cümle, sadece din anlayışımızı tashih etmekle kalmamakta, aynı zamanda dinin en doğru tarifini de yapmaktadır. Buna göre: sizin değerlerinizin kaynağı ne ise sizin dininiz odur. Bir dine mensup olmak, o dini, değerler sisteminin merkezi bilmektir. İnsan duygu, düşünce ve eylem dünyasını o değerler sistemine yaslıyorsa, ancak o zaman o dinin mensubu olma iddiasını isbat ediyor demektir.

5. Âyette birbiri ardına gelen iki cümlede iki terkip geçiyor. İlki “Allah’ın fıtratı” anlamındaki fıtratullah, ikincisi “Allah’ın yaratışı” anlamındaki halkullah. Bu iki terkip fıtratla yaratılış arasındaki kopmaz alakayı ifade ediyor. Sözün özü: Saf din olan İslam’a yöneliş, fıtrata yöneliştir, fıtrata yöneliş ise yaratılışa sadakattir.

6. Âyet şöyle bitiyor: “İnsanların çoğu bunu bilmiyorlar”. Âyetin bu son cümlesi, Allah’ın fıtratına yönelen her mü’mine bir sorumluluk yüklemektedir. Fıtratı korumayı ve fıtrata dönük yaşamanın değerini insanlara bildirmek, insana yüklenen sorumluluktur.
Fıtrat âyetini teyit eden bir başka âyet de Allah Rasulünün namazlara başlarken başlama tekbirinden hemen sonra okuduğu rivayet edilen şu âyettir: “Artık ben, her türlü batıldan yüz çevirerek bütün varlığımla gökleri ve yeri bir tohumun filiz verişi gibi var eden (fatara) zata yöneldim ve ben O’ndan başkasına ilahlık yakıştıranlardan değilim.” (En’âm 6/79).

İlgilendiği şeyin fıtratını bilmeyen başarılı olamaz

Fıtratsız varlık yoktur. Her varlık var edilirken fıtratıyla birlikte var edilir. Fıtrat türe ait bir kavramdır, türün içinden bir bireye değil. Dolayısıyla şahsiyet fıtrat üzerine temellendirilir. Şahsiyetin fıtratı onun ait olduğu türü gösterir. Fıtratın şahsiyeti ise, türün içinde belirginleşip öne çıkan ve biricikleşen ferdi gösterir.

Fâtır Allah’a iman, O’nun eşyaya fıtrat verdiğini peşinen kabullenmeyi gerektirir. Bu kabulün bir başka gereği daha vardır: Fıtratı keşfetmek. Evet, insan eşyaya fıtrat veremez, fakat Allah tarafından verilmiş fıtratı keşfedebilir.
Eşyanın fıtratını yok sayarak ona muamele, fıtrata olumsuz müdahale anlamını taşır. Başarı da tam burada gizlidir. “Eşyanın tabiatı” dediğimiz şey, esasen “eşyanın fıtratı”dır. Eşyanın fıtratını gözetmeden yaptığımız her şey, tabiattaki uyumu bozmaktadır. Uyum bozulduğunda, hayır için yaratılan eşyadan şer hâsıl olmaktadır.
Şu halde ister manevi, ister maddi, isterse beşeri olsun tüm ilimlerin maksadı fıtratı önce keşfetmek sonra gözetmek olmalıdır. Uğraştığı şeyin fıtratını bilmeyen başarılı olamaz. Sadece başarılı olmamakla kalmaz, aynı zamanda tahrif ve tahrip eder.
Âlim bilginin fıtratını bilecek. Bilginin malumat olarak kalmasıyla ilme dönüşmesi arasındaki farkı ancak bu sayede keşfeder. Bilginin sermayesini Allah’ın verdiğini, ta’limu’l-esma’nın bu demeye geldiğini ancak bu sayede keşfeder.
Öğretmen insanın fıtratını bilecek. İnsan öğrenen ve öğrendiğini öğretebilen bir varlıktır. Kur’an’da Kabil’in kargadan ceset gömmeyi öğrenmesi bu hakikati ifade eder. Öğretmenin temelinde şefkat ve merhamet bulunur. Rahman Sûresi’nin girişi bunu telkin eder.
Müzisyen sesin fıtratını bilecek. Zira Allah sesin de rabbidir. O sese bir fıtrat vermiştir. Müzik ne kadar sesin fıtratına uygun icra edilirse, insanda karşılığını o oranda bulur. İsa'dan önce 569 yılında doğmuş ünlü matematikçi Pisagor’un Eski Mısır’ın gizli ilimlerinden derleyerek aktardığı tabii ses armonisi bizim gerçek musikimizde halen yaşamaktadır. Oysa Batı müziği bu doğal ses düzenini terk ederek “tempere aralıklar” adı verilen yapay bir ses sistemi geliştirmiştir. Bu işin uzmanlarından biri şu tesbiti yapar: Bu iki müziğin kendi karakterlerini muhafaza ederek bir araya gelmesi mümkün değildir. Zira ikincisi sesin fıtratına aykırıdır.

Hekim objesi olan insanın ve insan bedeninin fıtratını bilecek. Tedavi, organı veya sistemi fıtratına döndürme çalışmasından başka bir şey değildir ve olmamalıdır. “Ebedi yaşam” sloganı fıtrata aykırı bir slogandır. Bedenin fıtratını bilen bir hekim, hayata olduğu kadar ölüme de saygılı davranır. Bu çerçevede söylemeliyiz ki, gen teknolojisini fıtratı inkâr eden bir akıl kullanınca felaket, fıtratı gözeten bir akıl kullanınca saadet ortaya çıkar.
Sosyolog toplumun fıtratını bilecek. Allah toplumsal değişme için koyduğu fıtratın yasasını Ra’d Sûresi’nin 11. âyetinde bildirmiştir: “Kuşkusuz Allah, bir toplumu oluşturan bireyler kendi hallerini değiştirmedikçe o toplumun halini değiştirmez.”
Fizikçi maddenin fıtratını bilecek. Botanikçi bitkinin fıtratını bilecek. Biyolog canlının fıtratını bilecek. Mimar malzemenin fıtratını bilecek. Bildikten sonra fıtrata aykırı davranmayacak ve davrananlara karşı mücadele edecek.

Sözün özü:

Allah, Fâtır’dır.

Fâtır Allah eşyaya fıtrat koyar.

Allah’a iman eden O’nun Fâtır ismine de iman eder, bu isme iman eden ise O’nun eşyaya fıtrat koyduğunu kabul eder.

Bu hakikati kabul eden eşyayı tanımanın ona verilen fıtratı tanımaktan geçtiğini bilecektir.

Bildikten sonra bilgisini uygulayacak ve herkes kendi alanında fıtrata dönüşü temsil edecek ve onun mücadelesini verecektir.

Fıtrata uygun hayat Kur’anî hayattır, vesselam.

Her Çocuğun İslam Fıtratı Üzerine Doğması - Abdülcelil CANDAN

DEĞERLENDİRME

HER ÇOCUĞUN İSLAM FITRATI ÜZERİNE DOĞMASI
Abdulcelil CANDAN

Fıtrat, saf, berrak, katıksız ve gerçek yaratılışın adıdır. İnsanoğlunda Rabbini aramaya yönelten saf bir arzu ve iştiyak meydana getirir. İnsan fıtratı, giyinme, yeme, evlenme ihtiyaçlarını hissettiği gibi, rabbini bulma ihtiyacını da hisseder. Nitekim Miraç’tan bahseden hadis-i şerifte Hz. Peygamber’e süt, bal ve şarap bulunan üç kadehin sunulduğu, Hz. Peygamber’in sütü tercih ettiği, bunun üzerine kendisine şöyle denildiği rivayet edilmiştir: “Fıtrata sevk olundun, fıtratı tercih ettin…” Hadiste fıtratın süt ile sembolize edildiği görülmüştür. Süt temiz ve saf yaratılışı sembolize eder. Kutsi bir hadiste de şöyle buyrulmuştur: “Muhakkak ki ben kullarımı hanifler olarak yarattım. Sonra şeytanlar onlara musallat oldu ve kendilerini (fıtrattan) çevirdi. Şeytanlar benim helal kıldığımı haram kıldılar.” Elmalılı Muhammed, Hamdi Yazır, dinin iki kaynağı vardır: Biri fıtrat biri de kesb demek suretiyle fıtratın önemine dikkat çekmiştir. Bu makalemizde fıtratın insan hayatındaki önemini irdelemeye çalışacağız.

FITRAT KAVRAMI
Fıtrat, sözlükte ilk yaratılış, aslî ve temiz tabiat ve sünnet anlamlarına gelir. İbnül Esir, Fıtrat kelimesinin iki manaya geldiğini söyler: 1) sadaka-i fıtır. 2) Hilkat; yani yaratılış. Kavram olarak da insan kişiliğinin çevre etkilerinden bağımsız olarak var olan özü, temel unsuru bütün insanlarda olan gelişme ve oluşma kapasitesidir.
Her Çocuğun İslam Fıtratı Üzerine Yaratılışının İzahı
Konunun özünü, “Her doğan çocuk muhakkak İslam fıtratı üzerine doğar. Anasıyla babası onu Yahudi veya Hıristiyan veya Mecusi yaparlar. Nasıl ki her hayvanın yavrusu aza itibariyle tam olarak doğar. O hayvanın burnunda, kulağında eksik, kesik bir şey görür müsünüz?” hadisi oluşturmaktadır. İnsan yaratılışı itibariyle Allah’ı tanımak için mükemmel bir yapıya sahiptir. Mıknatısta demiri çekme özelliği bulunduğu gibi, insanda da Allah’ı bulma, tanıma ve İslam’ı kabul etme özelliği bulunmaktadır. İnsanın kendisini tanıması nasıl bir realite ise, Allah’ı bilmesi de bir realitedir. İnsan doğarken akıl ve basirete ve din duygusuna malik olarak doğar. İradesi bütün mevcudat üzerine hâkim ezeli bir kuvvetin varlığını hisseder. “Kıyamet gününde, biz bundan habersizdik demeyesiniz diye Rabbin Âdemoğullarından, onların bellerinden zürriyetlerini çıkardı, onları kendilerine şahit tuttu ve dedi ki: “Ben sizin Rabbiniz değil miyim? (Onlar da), Evet (buna) şahit olduk, dediler.” Ahmet Akseki ayetin tefsiri bağlamında şunları der: Ayette geçen bu teahüt bu isnat ve mukavele temsili bir manadır. Bunlar hakikatte mahmul olmayıp bir istiare-i temsiliyedir; yani, Cenab-ı Hak, bütün insanları mebde-i fıtratlarında kendi vahdaniyetine dalalet eden bir takım âfâkî ve enfusî delail-i rububiyet ile istidlale ve İslam’a müstaid (uygun) olarak yaratmıştır. …Allah tevhid ve marifet sadece istidlal ile sırf bir marifet olmayıp kendi fıtratına yerleştirmiştir. Allah’ı kabul etme fikri insanın fıtratında olduğu gibi hüsün fikri, ruh fikri de böyledir. Mesela bir çocuk güzel bir çehreden müteessir olur. Bir güzele alaka peyda eder. Halbuki kimse ona bunu öğretmemiştir. İmam-ı Azam’ın Cenab-ı Hak peygamber göndermemiş bile olsaydı Allah’ı akıl ile bulmak ve bilmek vacib olurdu demesi de bu fikirle alakalıdır.
Rabiatul Adeviye’ye,
- Falanca âlim Allah’ın varlığına dair bin delil ortaya koydu, denildiğinde,
- Bırakın onu, onun bin şüphesi olmasaydı onları ortaya koymazdı, cevabını verir.
- O halde insan nasıl ve neyle inanır?” denildiğinde,
- Issız bir çölde yol ve istikametini kaybettiğinde, ne dersin sorusunu yöneltir. Muhatabı,
- Ey Rabbim yardım et, derim, cevabını verir. Rabia,
- İşte Allah’ın en büyük delili budur, cevabını verir.
İslam inancına göre insan, eksiksiz, kursuz, temiz ve günahsız olarak doğar. İnsan olgunlaşma ve gelişmeye elverişlidir. Bu özellik ebeveynlerin Müslüman ya da gayrimüslim olma durumlarında değişmez. Çocuk, yaratılışıyla tevhidi yakalama ve kabullenme yeteneğine sahiptir. Fıtratın belirleyici bir özelliği olduğu muhakkaktır. Ancak bu özellik zorlayıcı değildir. Fıtrat dış etkenlere göre belirlenir. Çocuk fıtratı boş bir kabı andırmaktadır. Başta ebeveyni olmak üzere, dış etkenler tarafından doldurulur. Kap iyi ve yararlı maddelerle doldurulabildiği gibi, kötü ve zararlı maddelerle de doldurulabilir. Çocuk baliğ olduktan sonra iradesiyle baş başa kalır. İradesini hangi yönde kullanırsa ona göre muamele görür. Ya mükâfat ya da ceza alır. İnsan fıtratını koruyan en büyük muhafız dindir. Din fıtratı değiştirmez, içindeki saf ve temiz yapıyı geliştirir.
Fıtrat hadisinin vermiş olduğu diğer bir mesaj da şudur. Dinin güzel gördüğü şey güzeldir ve insana yararlıdır. Kötü gördüğü şeyler de kötü ve zararlıdır. Çocuk dünyaya gözlerini açar açmaz yaşadığı ortam ile o ortamda yaşayan kişileri görür. O havayı teneffüs eder. Yaşam ve hareketleri onun için ayna özelliğini taşır, onları takip ve taklit eder. Fıtrat hadisinin bir manası da dinin güzel gördüğü şeyler güzeldir, insana yararlıdır. Onun elde edilmesi gerekir. Kötü olarak bildirdiği şeyler de kötüdür, zararlıdır. Onlardan kaçınmak gerekir. Her doğan çocuk İslam seciyesinde doğar; yani her çocuk İslam’a müsait bir tabiattadır. Bu özelliğiyle baş başa bırakır dışarıdan müdahale edilmezse İslam üzerine hayatını devam ettirir.
Allâme el-Hullî çocukta din fıtratıyla ilgili olarak şu örneği verir: Bir kişi doğru söylediğinde bir lira almakla veya yalan söylediği takdirde bir lira kazanmakla muhayyer bırakılırsa şüphesiz ki doğru söylemeyi tercih edecektir. “(Rasulüm!) Sen yüzünü hanif olarak dine, Allah insanları hangi fıtrat üzere yaratmış ise ona çevir. Allah’ın yaratışında değişme yoktur. İşte dosdoğru din budur; fakat insanların çoğu bilmezler.” âyetinde söz konusu edilen “Allah’ın yaratılışında değişiklik yoktur” ifadesi buna işaret etmektedir. Allah’ın emrettiği her şey yaratılışıyla uyumludur. Bir balığın suda yaşamaya uygun yaratılması gibi, insan da İslam atmosferinde yaşamaya elverişli yaratılmıştır. Dış müdahaleler olmazsa onunla yaşamını sürdürecektir. Keza kurbağanın susuz yaşayamaması, serbest kaldığında suya atlaması, onu tercih etmesi de bu gerçeğe işaret etmektedir. Murtaza Mutaharri ayet bağlamında şunları der: İnsana verdiğimiz özel bir yaratılışı şekli vardır. Yani insan özel bir şekilde yaratılmıştır. Bu gün açıkça kullanılan “insanın özellikleri” kavramında olduğu gibi eğer biz insan için yaratılışın bir takım özelliklere dayandığına inanacak olursak fıtratı zımnen kabul etmiş oluruz. İnsanın fıtratı demek insanın yaratılışındaki özellikler demektir.
Hadiste dikkat edilmesi gereken diğer bir husus, hayvanları fıtrattan alı koyan bir etken olmadığından onlarda sapma görülmemesidir. Hayvanlar yaratıcılarını tanımakta ve ona tesbih etmektedir. “(Şeytan böyle ki) göklerde ve yerde gizleneni açığa çıkaran, gizlediğinizi ve açıkladığınızı bilen Allah’a secde etmesinler.” Ayet, hüdhüd kuşunun inanmayan Belkıs toplumunu tenkit ve sitem ettiğini haber vermektedir. Ayet, insanlarda olduğu gibi hayvanlarda da Allah’ı tanıma yetisinin bulunduğunu göstermektedir.
Fıtrat hadisinde ebeveynin misal verilmesi, hükmü hasr için değildir. Yani çocuğu etkileyen faktörler ebeveynle sınırlı değildir. Ayet, umumi ifade eder. Nitekim kimi çocuğu ebeveyni değil, kötü arkadaş ve toplum tevhitten alıkoymaktadır. Keza hadiste belirtilen Yahudileştirme, Hıristiyanlaştırma ve Mecusileştirme de sınırlandırmayı ifade etmez, geneli ifade eder. Hadis meşhur üç dini örnek vermiştir.” Şu hadis, ebeveyn dışında da çocuğu etkileyen bazı unsurların bulunduğunu göstermektedir. “İyi ile kötü dostun misali, misk sahibi ile ateş üfleyip saçan demirci körüğü misali gibidir. Misk sahibi ya bu güzel kokudan bir miktar sana verir yahut satın alırsın veyahut ondan güzel koku alır istifade edersin. Fakat demirci körüğünün nefesi ya senin elbiseni yakmak yahut da ondan ağır bir koku koklamak zorundasın” Nitekim çocuklar belirtilen üç din dışında kalan batıl inanç ve ideolojilere de saplanmaktadırlar. İbn Şihab ez-Zuhri şunu der: Her ölen çocuğun zina mahsulü de olsa namazı kılınır. Şundan dolayı ki o çocuk İslam fıtratı ve hilkati üzerine yaratılmıştır. Onun anasıyla babası Yahudi anası gayrimüslim olsa bile bilhassa babası Müslüman olduklarını iddia etmişlerse o çocuk doğum sırasında ağlayarak doğmuş ise ona namaz kılınır. (…) Hadis, insanlarda din duygusunun ve gerçeği kabul aşkının fıtri oluşuna delildir. Bu sebeple, nevzat (doğan çocuk) şirkten küfürden salim bir halde iman üzere yaratıldığı için ister mümin ister kâfir bir ana babadan dünyaya gelsin sinni kemal (ergenlik çağına) idrak etmeden ölen nevzadın cumhura göre cennetlik olduğu kabul edilmiştir.

İnsan ve sorumluluk
Ahlakiyatçılar, sorumluluğu, kişinin ilahî emirleri yerine getirip yasaklardan sakınma kabiliyeti, kişinin hesap vermesi gereken durum veya yetenek şeklinde tanımlamışlardır. Sorumluluk tanımı¬nın izahı şudur: İlminle Allah için ne yaptın? Kendin için ne yaptın? Ailen için ne yaptın? Kabilen için ne yaptın? Köyün için ne yaptın? Bölgen için ne yaptın? Vatanın için ne yaptın? Ve bütün İslâm ümmeti için ne yaptın? Sorumluk insanlara kazandırılması gereken duyguların başında gelir. Sorumluk gerek bireyin kendisiyle, gerek çevresiyle, gerek toplum ve gerekse insan dışı varlıklarla münasebetlerinde sorumluluk ve sorumluluk duygusunun etkili olması konunun önemini ortaya koymaktadır.
İnsanın sorumlu olduğu dört durum vardır:
1. Emir vermek, azmettirmek. Başkalarının meydana getirdiği bir fiil ve eyleme sebebiyet verenler veya azmettirenler, müdahalelerinden dolayı sorumludurlar.
2. Bir hayır veya kötülüğe öncülük etmek. Hayra öncülük eden onu işleyen gibidir. Kötülüğü emerden veya yaptıran da onu yapan gibidir.
3. Kötü örnek olmak. Kim iyi bir çığır açarsa, onu işleyenin sevap aldığı kadar sevap alır. Kim de kötülüğe öncülük ederse onu yapan kadar günah kazanır.
4. Kötülüğe ses çıkarmamak. Meydana gelen kötülüğe karşı el, dil ve kalp ile karşı çıkmak emredilmiştir. Herkes bulunduğu ko¬num ve sahip olduğu imkânlara göre kötülüğü önleme ile sorumlu¬dur.
Sorumlu dediğimiz kişi, ya mahkeme karşısındaki davalı gibi maddî bir ceza ile ya da imtihan olmakta olan bir öğrencinin sınıfta kalabileceği tehlikesi gibi manevî bir mahrumiyet ile baş başa olan kimsedir. Sorumluluk bir görev yapmaya bir işi yerine getirmeye çağırdığın zaman başlar. Bu çağrıya uyarak görevini yerine getirip hesabını teslim ettiğin yerde biter. “Sizden kim bir kötülüğü görse onu eliyle değiştirsin, gücü yetmezse diliyle değiştir¬sin. Ona da gücü yetmezse kalbiyle değiştirsin ki bu imanın en zayıf derecesidir.” hadisi ve “Ey iman edenler! Allah’a ve Rasûlüne hainlik etmeyin. Bile bile aranızdaki emanetlere de hıyanet etmeyin.” ayeti, hesap vermekle yükümlü olduğumuz kaza/yargı mercilerini bildirmekte¬dir. Allah’a hainlik etmeyin buyruğu ise; bir dinî sorumluluğu, kendi emanetlerinize de hainlik etmeyin buyruğu da, beşeri ve ahlakî so¬rumluluğu ifade eder. “Ve de ki: ‘Çalışın!’ Çünkü yaptıklarınızı sonra hem Allah görecek, hem Rasûlü, hem de müminler; ve hepiniz mutlaka o gizli ve açığı bilen Allah’ın huzuruna götürüleceksiniz; o zaman O, size neler yap¬tığınızı haber verecek.” Ayette söz konusu edilen Allah yaptıklarınızı görecektir, ifadesi, ilahî mahkemeyi temsil etmektedir. Rasûl de sonra yaptıklarınızı görecektir: ifadesi, beşerî mahkemeyi temsil etmektedir. Herkes yaptığını görecek¬tir ifadesi de vicdanî mahkemeyi oluşturur. Ayet, beşerî otoriteyi iki çeşide ayırmaktadır; Birincisi merkezî otoritedir. O da çeşitli devlet kuruluşlarından meydana gelir. Devlet başkanı bunu temsil eder. O, merkezî otoritenin remzi ve unvanıdır. İkincisi, adem-i merkeziyet¬tir. Bunun sınıfları pek belli edilmemiştir. Ancak yerinden yönetim, halkın doğrudan doğruya yönetime katılmasıyla olur. Bu iki idare şekli âyet-i kerimede iki kelime ile izah edilmiştir; Rasûl ve müminler kelimeleridir. Rasûl, devlet otoritesine karşı sorumluluğunu, mümin¬ler de kamuoyuna karşı sorumluluğunu beyan etmektedir.
Ebeveyn ve sorumluk
Çocuklara karşı ebeveyn sorumluğunun diğer insanlardan farklı olduğu muhakkaktır. Nitekim Kur’an şöyle der: “Ey iman edenler! Kendinizi ve ailenizi, yakıtı insanlar ve taşlar olan ateşten koruyun...” Ebeveyn, hem iyilik hem de kötülük yapmada insanlara örnek teşkil etmektedirler. Onlar, çocuklara en yakın insanlardır. Bir insanın ebeveynine eziyet etmesi, di¬ğer insanlara eziyet etmesi de diğer insanlara yapılan kötülük gibi değildir. Gazali bir vesile ile ebeveyni çiftçiye, eğitimi toprağa, çocukları da toprağa atılan tohum ve tanelere benzetmektedir. Çiftçi toprakta biten tüm zararlı unsurları temizlemek durumundadır. Gazali, diğer bir vesileyle de, çocuğun ebeveyni yanında bir emanet olduğunu söyler. Şöyle der: “Her çocuk ebeveyninin yanında bir emanettir. Temiz kalbi de her türlü nakış ve suretten hali, temiz ve kıymetli bir cevherdir. O her nakşa kabil olduğu gibi meylettirilen her şeyi almaya da kabildir. Eğer o hayra alıştırılır, hayır öğretilirse hayır üzere büyür. Dünya ve ahirette mutlu olur. Merhum Seyyid Kutub, çocuğun yetiştiği aile ortamını İslam akidesinin korunduğu kaleye benzetir. Bu nedenle kalenin oldukça muhkem ve sağlam olması gerekir. Her aile bireyi kalenin bireylerini korumakla görevli er konumundadır. Aileyi her türlü dâhili ve harici saldırılardan korur.
Sonuç, fıtrat, saf, berrak, katıksız ve gerçek bir yaratılıştır. İnsanda Rabbini aramaya yönelten saf bir arzu ve iştiyak meydana getirir. Fıtrat insanın, yetişmesi düşüncesi, kanaati duygu ve düşünceleri üzerinde belirli etkileri bulunmakla beraber insanın iradesini ortadan kaldıracak derecede zorlayıcı değildir. Bununla beraber çocuğun yön belirlemesinde başta aile olmak üzere çevrenin rolü büyüktür. Aile içinde de ebeveyn ayrı bir önemi vardır Bu ailenin dini inanç ve tutumlarının oluşumundaki etkisi ilk çocukluk yıllarında daha fazla görülmektedir. Ebeveyn kişilerin ilk muallimleridir. Bu bakımdan çocukların taklit ettikleri ve etkilendikleri faktörlerin başında gelmektedirler.

İnsan Fıtratı ve Hapis Cezası - İbrahim Sarmış

DEĞERLENDİRME

İNSAN FITRATI VE HAPİS CEZASI

İbrahim SARMIŞ
ibrahimsarmis@yahoo.com.tr

Hadis kitaplarından mesela Müslim’deki rivayetleri baz alarak söylersek, ikisinde insanın fıtrat üzere doğduğu ve anne babasının onu Yahudi, Hıristiyan ve Mecusi yaptığı (Müslim, Kader, 22, 25), birinde anne babasının onu Yahudi, Hıristiyan ve müşrik yaptığı, (Müslim, Kader, 22), birinde anne babasının onu Yahudi ve Hıristiyan yaptığı (Müslim, kader, 24), birinde anne babasının onu Yahudi, Hıristiyan ve Mecusi yaptığı, müslüman iseler çocuğun da müslüman olduğu (Müslim, Kader, 25), ikisinde fıtrat yerine “millet” üzere yaratıldığı (Müslim, Kader, 22/2) belirtilen rivayetlerde ortak anlatım olarak insanın fıtrat üzere yaratıldığı, yani el değmemiş bir yapı ile dünyaya temiz olarak geldiği ve anne babaların onu yönlendirip şekillendirdiği, şu veya bu dinin mensubu yaptığı anlatılır.

Herhalde rivayetlerde bu değişikliği yaptığı belirtilen anne babanın yanına “yönetimler”i de eklemek yanlış olmasa gerektir. Evet, en başta anne baba çocuğa kendi inanç ve değerlerini öğretip yetiştiriyorsa da, özellikle günümüzde çocuğun öğrenmeye ve dili dönmeye başladığı üç-beş yaşından itibaren anne babadan daha çok bir yandan sistemin kuralları ve müfredatları çerçevesinde eğitim veren kreşler ve okullar, diğer yandan eğitim ve öğretim sistemleriyle, uygulamalarıyla, politikalarıyla, basınıyla, televizyon programlarıyla yönetimler çocukların fıtratını, inancını, düşüncesini, yaşamını, edep ve ahlakını, geleceğini, dinle ilgisini ve ahiretini şekillendirdikleri ve anne babanın öğrettiği inanç ve ahlak kırıntılarını da yok ettiği, onun yerine neredeyse yirmi beş yaşına kadar kişilere kendi felsefe, ideoloji ve ilkelerini dayattığı bir gerçektir.
İnsanı yaratan ve her şeyini herkesten çok bilen yüce Allahın vahiyle bildirdiği yolun insanın fıtratına en uygun, huzuru, mutluluğu ve kurtuluşu için en ideal yol olacağı bir gerçektir. Bunun dışındaki bütün yollar uzun zamanda sınama yanılma yoluyla belirlenmiş ve insana doğru olarak görünse de gerçekte onun fıtratı ile uyumlu olmadığından sıkıntılara ve olumsuzluklara yol açmaktadır. Çünkü bunlar vahiy dışlanarak ancak fizik âlemde işlev görebilen aklın yalnız başına ürettiği bilgi olup zann-ı galip olmaktan öteye geçmez. Bunu görmek için son günlerde tutukluluk süresinin yasada yeniden düzenlenmesi sonucu çoğu ömür boyu cezalara çarptırılmış birtakım tutukluların tahliye edilmesinin ardından sırra kadem basmaları üzerine gündeme gelen hapis cezası uygulamasına bakabiliriz. Hukukçu olmasak da hemen herkesin bildiği gerçekleri ortaya koyarak beşeri hukukun verdiği hapis cezasının başka sakıncalarının yanında insanın fıtratına da uygun olmadığını söylemek zor olmasa gerektir.
Vahiy cana, mala, namusa ve şerefe saldırı suçları için cezalar belirlemiş ve suçun sabit olması durumunda bunların uygulanmasını öngörmüştür. Bunlar sınırlı sayıdadır. Tarafların ifadelerinin alınması, muayenelerden geçirilmesi, şahitlerin getirilmesi vd. hazırlık aşamasında kişilerin gerekiyorsa geçici olarak bir yerde tutulması (Maide 5/105-107) dışında, cezası kesinleşmiş kişiler için verilecek cezalar arasında hapis cezası bulunmamaktadır. Kadınların işlediği lezbiyenlik kötülüğü için Nisa 4/15’de sözü edilen evlerde tutmak, hapis cezası değil, bu ahlaksızlığı toplumda yaymalarının önüne geçmek ve kendilerine eğitim vermek amaçlı bir gözetim uygulamasıdır. Bu işlemin hücre veya koğuş halinde bir cezaevinde değil, evlerde yapılması da bunun hapis cezası olmadığını gösterir. Bunlar ıslah olduklarında serbest kalırlar, değilse gözetim devam eder.
Belirlenen suçlar için uygulanacak cezalar dışında, kişilerin işleyebileceği çok sayıda suç türü için ise âlimler tazir cezaları dedikleri ve yargının kararlaştıracağı cezaların uygulanabileceğini söylemişlerdir. Tazir cezalarının da ölüm cezasının altında olduğu genel bir ilke olarak kabul edilir. Böylece tazir cezalarının bedensel, parasal, hak mahrumiyetleri, hürriyetlerin sınırlandırılması, sürgün, belli sürelerle eğitim ve öğretime tabi tutmak, kınama, azarlama, gibi suçlunun ıslahına yönelik değişik cezalardan oluştuğu bilinmektedir. Dikkat edilirse burada da hapis cezası bulunmamaktadır. Hapis cezasının bulunmamasının sebebi, hukuka ve insanın fıtratına aykırı olması, ciddi sosyal ve ekonomik sakıncalara yol açmasıdır. (Geniş bilgi için mesela bakınız: Abdulkadir Udeh, et-Teşrîu’l-Cinaî el-Mukâren bi’l-Kanuni’l-Vad’î, I-II, Kahire 1963; M.İzzet Derveze, ed-Dustûru’l-Kur’anî, 1/255-387, Kahire, 1966).
Her şeyden önce hukukun temel kurallarından biri suçun ve cezanın bireysel olduğudur. Hapis cezası, hukukun bu ilkesiyle uyuşmamaktadır. Çünkü suçu bir kişi işlediği halde hapis cezası ile başta eşi, anne babası, çocukları, kardeşleri ve ilişkili olduğu bütün yakınları dolaylı olarak onunla beraber cezalandırılmış olmaktadır. Mesela uzun yıllar veya ömür boyu hapis cezası ile cezalandırılan kişinin fıtratı cezalandırıldığı gibi eşinin fıtratı da cezalandırılmaktadır. Çünkü biyolojik bir varlık olan insan cinsel ihtiyacını tatmin etme imkânı bulamadığı zaman fıtratına aykırı sakıncalı yollara başvurmakta, bunun sonucunda da travmalar yaşamaktadır. Bunun kişilerin psikolojisinde, yaşantısında, ahlakında, aile ve sosyal hayatında, çevresinde nasıl büyük sorunlar meydana getirdiğini uzmanlar bilirler. Bu sakıncalardan dolayı Hz.Ömer’in evlerinden uzun zaman ayrı kalan askerlerle ilgili bir uygulamasından söz edilir.
Anlatılanlara göre Hz.Ömer, Medine’de gecenin birinde halkın durumunu denetlerken avlunun birinden güzel sesli bir kadının savaşa giden eşinin uzun zamandır gelmediğinden yakındığını ve halifeye sitem ettiğini işitir. Bunun üzerine gidip Hz.Peygamberin eşlerinden kızı Hafsa’ya danışır ve bir kadının eşinden ne kadar ayrı kalabileceğini sorar. Ortalama olarak dört ay kadar, cevabını alması üzerine, o günden itibaren savaşa giden askerleri dört aydan fazla evlerinden uzak tutmamaya karar verir. Bununla bağlantılı olarak da evlerinden uzun zaman uzakta kalan bazı askerlerin kitap ehlinden kadınlarla evlendiğini ve evdeki eşlerini ihmal ettiklerini öğrenince bunun da önüne geçtiği ve askerlerin periyodik olarak evlerine dönmelerini sağladığı bilinmektedir. Çünkü fıtrata aykırı yapılan her uygulama bir tarafı tamir ederken diğer tarafı bozmaktadır.
Nitekim İslam hukukuna göre ortalama beş yıl kadar ortalıktan kaybolan kişiler için âlimler kayıp hükmünün geçerli olacağını ve evli ise eşinin hükmen boşanmış sayılıp başkasıyla evlenebileceğini kararlaştırırlar.
Kaldı ki hapis cezasının sakıncaları mahkumun fıtratına yapılan haksızlıkla sınırlı olmayıp onun yanında özellikle koğuş sisteminde türlü cinsel sapıklıklar, uyuşturucu bağımlılıkları, ideolojik baskı ve yönlendirmeler, başkaları üzerinde otorite kurma, haraç alma ve şiddet kullanma gibi burada sayamayacağımız bir sürü olumsuzluklara da yol açmaktadır. Devletin bunların önüne geçmek için ne kadar çaba gösterdiği ve önlemler aldığı bilinmektedir.
Bütün bunlar insan fıtratının önemini ve yapılan uygulamalarda mutlaka gözetilmesi gerektiğini, aksi halde birçok haksızlıklar ve sakıncalar olacağını göstermektedir. Bunun önüne geçmek için çağımızda kimi suçlardan dolayı mahkûm olanların yakınlarıyla görüştürülmesi, hatta iyi halli yahut cezasının belirlenen miktarını çekmiş mahkûmların açık ceza evlerine alındığı ve yılda birkaç günlüğüne izinli olarak evlerine gönderilip aileleriyle bir araya gelmelerine imkan verildiği bilinmektedir. Bütün bunlar insan fıtratının zorunlu kıldığı uygulamalardır. İslam bu gerçeği gördüğü için çok yönlü sakıncalara yol açan hapis cezasını değil, başka cezalar öngörmüş ve tarafların mağdur olmalarının önüne geçmeyi amaçlamıştır.
Hapis cezasının bu sakıncalarının yanında, sosyal ve ekonomik yönden de büyük sakıncaları bulunmaktadır. Çünkü bu ceza bitinceye kadar ceza evleri arasında neredeyse seyahat eden mahkûmun yakınları ziyaretine gelebiliyorsa haftalık veya belirli günlerde cezaevine taşınmaya devam etmekte, kendisine harçlık vermekte, yol teperek masraf etmekte, bunun için işini gücünü, evini barkını bırakmakta, görüşebilmek için saatlerce yollarda ve kuyruklarda zaman kaybetmektedir. Bu arada sıra beklerken, geçişler ve aramalar sırasında gördüğü muameleden dolayı her ziyaret sırasında moralinin yerle bir olması, çok zaman olumsuz sözler ve davranışlarla karşılaşması ve yaralarının tazelenmesi gibi etkilerin kişiliği, ahlakı, morali ve aile bireyleri üzerinde yaptığı tahribat da işin cabası!
Ayrıca değişik amaçlar ve gerekçelerle hükümetlerin zaman zaman çıkarmak durumunda kaldıkları aflarla suçluların gereken cezalarını çekmeden salıverilmesi de mağdur tarafları ve kamu vicdanını ne kadar rahatsız ettiği ve adalete güveni nasıl sarstığı da bilinmektedir.
Hapis cezasının bireyler üzerindeki bu olumsuzluklarının yanında devlete, dolayısıyla topluma maliyeti de ayrı bir sorundur. Değişik türlerde yüzlerce, belki binlerce ceza evinin bina, personel, yatak, ısıtma, aydınlatma, temizlik, yemek, içmek, yönetim, güvenlik, öğretmen, müdür, kütüphane, araç, vd. ihtiyaçlarının karşılanmasının devlete ne kadar büyük bir yük getirdiği bilinmektedir. Özellikle bu işlerin sağlanması için yeterli ödenek ayrılamadığından meydana gelen olumsuzlukların bu işlerde çalışan kişilerin, mahkûmların ve ailelerinin ahlaki ve sosyal hayatları üzerinde ne kadar olumsuz etkiler yaptığı bilinmektedir. Hatta bu tür ceza evlerinde birtakım gerekçelerle mahkûmların zaman zaman çıkardıkları isyanlarda ve rehin almalarda ölenlerin sayısı bazen idam mahkûmlarının sayısını çokça geçmektedir. Hele ister imkânsızlıklar ister başka nedenlerle tutukluluk uygulamalarının neredeyse ortalama hapis süreleri kadar uzadığı, örneğin ülkemizde verilen bilgilere göre temyiz aşamasında 15 bin dava dosyasının zaman aşımına uğradığı, 100-150 bin dosyanın zaman aşımı sınırına dayandığı ve bir milyon sekiz yüz bin (1.800.000) dosyanın karar verilmeyi beklediği bir sistemde hapis cezasının ortaya çıkardığı ürkütücü tabloyu insan neredeyse görmek bile istemiyor.
Çünkü insanın iç ve dış dünyasını şekillendirmesi gereken inanç, ahlak, edep, hak, adalet, eşitlik, özgürlük, itaat, sorumluluk, helal, haram, mükâfat, ceza, hayat ve ahiret gibi değerler vahye göre verilmezse söylenenler boş bir söylemden öteye geçmez ve insanlar amaç için aracı meşrulaştıran felsefelerle hareket ederek gemisini kurtaran kaptan olmak için boğuşur dururlar. Verilen laik seküler eğitimle bugün toplum ne yazık ki buraya doğru gitmektedir. İnsanın fıtratı göz ardı edilerek alınan bütün önlemler ve yapılan yatırımlar madde çukurunda kanayan yarayı azdırmaktan, çıkar hırsını kamçılamaktan ve daha çok pay almak için insanların sürekli birbirleriyle mücadele etmesinden başka bir sonuç vermemektedir. Çünkü bu uygulamalar vahyin aydınlığından uzak olup fıtrata yabancıdır. Oysa doğru yol, fıtrata uygun olan vahyin ve aklın işbirliği yapmasıdır.

HUKUKUN TEMEL KURALLARINDAN BİRİ SUÇUN VE CEZANIN BİREYSEL OLUŞUDUR. HAPİS CEZASI, HUKUKUN BU İLKESİYLE UYUŞMAMAKTADIR.

SUÇU BİR KİŞİ İŞLEDİĞİ HALDE HAPİS CEZASI İLE EŞİ, ANNE BABASI, ÇOCUKLARI, KARDEŞLERİ VE YAKINLARI DOLAYLI OLARAK ONUNLA BERABER CEZALANDIRILMIŞ OLMAKTADIR.

FITRATA AYKIRI YAPILAN HER UYGULAMA BİR TARAFI TAMİR EDERKEN DİĞER TARAFI BOZMAKTADIR.

"Allah'ın Fıtratı" Tabiri Üzerine Kelâmcıların Mülâhazaları - Mahmut Çınar

İNCELEME

“Allah’ın Fıtratı” Tabiri Üzerine Kelâmcıların Mülâhazaları
Mahmut ÇINAR
İlahiyatçı
cinarmahmut02@gmail.com

“Hakka yönelen bir kimse olarak yüzünü dine çevir.
Allah’ın insanları üzerinde yarattığı fıtrata sımsıkı tutun.
Allah’ın yaratmasında hiçbir değiştirme yoktur. İşte bu dosdoğru dindir.
Fakat insanların çoğu bilmezler.” (er-Rûm 30/30).
“Her yeni doğan çocuk İslâm fıtratı üzere doğmaktadır.
Daha sonra (başta) anne ve babası (olmak üzere yakın çevresi)
onu Hıristiyanlaştırabilir, Yahûdîleştirebilir
ya da Mecûsîleştirebilir.” (Buhârî, Cenâiz, 93).

“Fıtrat” tabiri etrafında yapılan çalışmalara ayrılan bu sayının ana konusuna bir katkı sunmak maksadıyla bu yazımızda, kelâmcıların “Fıtrat âyeti” olarak da bilinen âyet (er-Rûm 30/30) etrafında yaptığı değerlendirmelere yer verilmektedir. Bu anlamda Ehl-i sünnet itikâdî ekolünü oluşturan Mâtüridîlik ve Eşârîlik mezheplerine ait kelamcıların konuyla alakalı tefsirlerinde yer verdikleri tahliller esas alınmaktadır. Mâtürîdîlik ekolünden bu Mezhebe adını da veren, müessisi İmâm Mâtürîdî’nin (ö. 333/944) Te’vîlâtü’l-Kur’ân isimli tefsirinde ilgili âyete hangi açılardan projeksiyon tuttuğu tesbit edilmeye çalışılmaktadır. Eşârî ekolünden ise bu mezhebe mensup olmakla beraber genel olarak Ehl-i Sünnet kelâmının önemli temsilcilerinden biri olarak kabul edilen Fahreddin er-Râzî’nin (ö. 606/1210) Mefâtihu’l-Ğayb isimli tefsirinde vardığı sonuçlar değerlendirilecektir. Son olarak gerek Osmanlı medreselerinde, gerekse günümüzde birçok eğitim kurumunda eseri okunan/okutulan, Mâtürîdî mezhebine mensup bir müfessir olan Ebu’l-Berekât en-Nesefî’nin (ö. 710/1310) Medârikü’t-Tenzîl ve Hakâiku’t-Te’vîl isimli tefsirinde yer verdiği tartışmalar ele alınmaktadır. Mûtezile’den ise birçok Ehl-i Sünnete mensup müfessiri de etkileyen dirâyet tefsirinin en önemli temsilcilerinden Carullah Mahmûd b. Ömer ez-Zemahşerî’nin (ö. 538/1144) el-Keşşaf isimli tefsirinde vardığı sonuçlar değerlendirilecektir.
Fıtrat kelimesi Arapça ftr kökünden gelerek sözlükte; “yarmak, ikiye ayırmak, icad etmek” gibi anlamlara gelmektedir. Kelâm literatüründe bir ıstılah olarak daha çok; yaratılış, belli yetenek ve yatkınlıklara sahip oluş” anlamında kullanılmaktadır. Seyyid Şerif Cürcânî (ö. 816/1413) fıtratı “dini kabul etmeye hazır (müsait, müteheyyie) cibilliyet” olarak tarif etmektedir. Lafza-i celâle izafe edilerek “Fıtratullah” şeklinde de kullanılan tabir İslâm âlimlerin çoğunluğu tarafından İslâm, Allah’ın ilk yaratılışta insan için belirlediği değişmeyen inanç, Allah’ın dünyaya gelmeden önce Âdem’in neslinden aldığı söz (mîsâk) anlamlarında kullanılmıştır. Yazımıza esas teşkil eden âyet-i kerime de ilk bakışta Allah’ın insanı yarattığı ortak dinî yatkınlık anlamını çağrıştırdığını söylemek mümkündür. Ayrıca hadislerde de buna yakın anlamlarda kullanılmaktadır.
Mâtürîdî ilgili âyette geçen “fıtratullah” tabirini birkaç açıdan anlamamızın mümkün olduğunu belirtmektedir:
Ø Allah’ın yaratılış itibariyle her çocuğun bünyesine rububiyyet ve vahdaniyetinin bilgisine ulaştırabilecek bir bilgiyi yerleştirmesidir. Bu tıpkı hayatlarını sürdürmek için annesinin göğsüyle beslenmek gibi her çocuğa lazım olan tabii yatkınlığı vermesine benzemektedir. Hz. Peygamber’in “Her yeni doğan çocuk İslâm fıtratı üzere doğar.” hadisi de bu manaya işaret etmektedir. Dağların tabiatlarına Allah’ı hamd ile tesbih etmelerinin yerleştirilmiş olması da bu türdendir.
Ø İnsanların tabii yaratılışlarıdır ki bu yaratılış ile akılları arasına herhangi bir şey girmediği takdirde bununla Allah’ın dinini bulmaları mümkündür.
Ø İmtihanı yüklenmeleri itibariyle yaratılış ve tabiatları anlamına gelmektedir.
Zemahşerî bu âyette zikredilen fıtratullahtan, Allah’ın insanı tevhid inancını kabul etmeye müsait bir şekilde yaratmasının kastedildiğini belirtmektedir. Ona göre bütün insanların tabiatlarında tevhid inancını kabul etmeye mütemayil bir kabiliyet bulunmaktadır. İnsanın tabiatında asl olan tevhid inancını benimsemektir. Sapma arızîdir ve şeytanın iğvası neticesinde meydana gelmektedir. Allah insanda yarattığı bu tabiatı asla değiştirmez. Bütün insanlar için aynı eğilim söz konusudur. Hz. Peygamber’in “her yeni doğan çocuk fıtrat üzere doğar” hadisi de bunu ifade etmektedir.
Fahreddin Râzî ilgili âyette geçen “fıtratullah” tabirinin “tevhid” olduğunu ifade ettikten sonra bunun “elest bezminde” Allah’ın Âdem’in zürriyetini sırtından alarak onlara “Ben sizin rabbiniz değil miyim” şeklinde sorması, “onların da “belâ” demesi anına göndermede bulunduğunu belirtmektedir.
Nesefi ise fıtratın “hilkat” olduğunu ifade ettikten sonra bu düşüncesine aynı âyette geçen “Allah’ın yaratmasında bir değişme olmaz” ifadesini delil getirmektedir. O, söz konusu ifadede yer alan “yaratma” ile fıtratın kast edildiğini, değilse yaratmanın farklı şekillerde olabileceğini kaydetmektedir. Ona göre bunun anlamı Allah’ın insanları akıl ve sahih tefekkürün gereği olarak İslâm’ı ve tevhid inancını, inkâr ve sapma olmaksızın kabul etmeye yatkın olarak yaratmış olmasıdır. Bu durum İslâm dininin, tevhid inancının aklın icabı ve sahih akıl yürütmenin varabileceği yegâne netice olmasından kaynaklanmaktadır. Şayet insanlar bunu terk ederlerse akılları onların başka din tercih etmelerine engel olur. Bir kısım insanların sapması ise insan ve cinden olan şeytanların saptırmasının neticesidir. Bu hususta Hz. Peygamber’in yukarıda anılan ‘fıtrat hadisini’ de delil getirmektedir. Daha sonra bu konuda, geçmişte müfessirler tarafından yapılan yorumları aktararak düşüncelerini temellendirmektedir. Neticede “fıtratullah” tabirinin “Allah’ın dini” anlamına geldiğini kaydetmektedir. Âyetin devamında yer alan “işte dosdoğru din budur” ibaresinin bir önceki ibarenin (Allah’ın yaratmasında değişme yoktur) devamı olduğunu ve Allah’ın dininde hiçbir değişiklik ve tebeddülün bulunmadığını ortaya koyduğunu ifade etmektedir. Nesefî’nin ilgili âyet kapsamında yaptığı açıklamaların çoğu Zemahşerî’den alınmadır. Dolayısıyla hemen hemen aynı şeyleri ifade etmektedirler.
Farklı mezheplere mensup ve farklı dönemlerde yaşamış dört kelâmcının “fıtratullah” hakkındaki değerlendirmelerine bakıldığında birbirine yakın yorumların yapıldığı görülmektedir. Bu yorumlardan çıkan sonuçları maddeler halinde sıralamak mümkündür:
1. Tevhid’e ulaştıracak bilgi
2. İnsanın tabii yaratılışı
3. İnsanın bizzat kabullenerek yüklendiği kulluk ve tedeyyün vazifesi
4. Allah’ın dini ve bu dini kabullenmeye yatkınlık.
Görüldüğü gibi bu dört maddenin ortak noktası fıtratın yaratılış itibariyle, özünde “tevhid inancı” olarak ifade edilebilen İslâm dinini kabul etme kabiliyet ve yatkınlığı olduğu anlaşılmaktadır. Buna göre kelâmcılar, genel itibariyle din duygusunun ve özellikle tevhid inancı üzere kurulu İslâm dinini kabul etme temayülünün insanlarda tabiatlarının bir parçası olduğu sonucuna varmaktadırlar. Bir diğer ifade ile insanlarda tevhid inancı aslî, bunun dışındaki inançlar veya inançsızlık ise arızîdir. Aslî din doğru istikamet üzere bir tedeyyün gerçekleşmek iken, arızî din sapmadır. Doğru yolu, istikameti terk etmedir.
Kelâmcıların bu yaklaşımı dinin kaynağı ile ilgili, sair İslâm âlimleri tarafından yapılan değerlendirmeler açısından da önem arz etmektedir. Şöyle ki; yapılan bu değerlendirmelerde;
1. Din sadece Allah’a izafe edilmektedir
Hz. Âdem’den Hz. Muhammed’e kadar bütün peygamberlerin getirdiği dinin ortak adı İslâm’dır ve bu din Allah’ın dinidir. Bu dini, peygamberler de dâhil başka birilerine izafe etmek (isevîlik, mûsevîlik gibi) doğru değildir. Belki muharref dinler için bu ifadeler kullanılabilir.
2. İnsanda din duygusu tabiidir
Dinin kaynağı sadece Allah olduğuna göre bu dinde her hangi bir değişikliğin olmaması gerekmektedir. Zira Allah aynı Allah’tır. O’na öncelik, sonralık, eski, yeni gibi vasıflar nisbet edilemez. Geçmişi, hali ve geleceği bir bütün olarak, aynı anda bilmektedir. Bugün için uygun gördüğünü yarın uygun görmemesi düşünülemez. Bu nedenle bütün peygamberlere gönderilen din esas itibariyle aynı dindir. Bu din tevhid inancı üzere kuruludur. Bu dinin itikad, ibadet ve ahlak ile ilgili hükümlerinin tamamı tevhid inancı doğrultusunda dizayn edilmektedir. Bu durumda dinde değişikliğin olması zaten beklenemez. Tarih boyunca bütün peygamberlerin tebliğ ettikleri dinin esaslarının aynı olması, temel esaslarda ittifak etmiş olmaları buna tanıklık etmektedir. Kur’an’ın Şuârâ Sûresi’nde Hz. Nuh, Hz. Hûd, Hz. Sâlih, Hz. Lût ve Hz. Şuayb’ın kavimlerini davet ederken, onlardan aynı şeyleri istedikleri ifade edilmektedir: “Allah’tan ittikâ ediniz (yapıp ettiklerinizden Allah’a karşı sorumlu olduğunuzun farkına varınız) ve bana itaat ediniz.” Ayrıca Kur’an’da birçok defa Hz. Peygamber’e hitaben onun Tevrât ve İncil başta olmak üzere kendisinden öncekileri tasdik edici olarak gönderildiğinin ifade edilmesi de bu gerçeğe işaret etmektedir.
İslâm dini fıtrî din olduğundan akl-ı selim sahibi her insan onu kabul etmeye yatkın olarak dünyaya gelmektedir. İslâm dininin dışındaki hiçbir din onun vicdanını rahatlatamaz. Bununla beraber İslâm dinini kabul etmeyen bütün insanların vicdanlarına kulak tıkadıklarını söylemek oldukça iddialı bir ifade olacaktır. Zira yeryüzündeki insanların bir kısmı tutku ve arzularının peşinden giderek İslâm’a sırt çevirdikleri gibi bir kısmı da saf İslâm’la karşılaşamadığından onu doğru olarak tanıma ve anlama imkânından mahrum kalmış olabilir. Ayrıca Müslümanların İslâm’ı lâyıkıyla temsil etmemelerinin de başka toplumların İslâm’dan uzaklaşmalarına sebep olduğu bilinen bir gerçektir.

İNSANIN TABİİ YARATILIŞINI İFADE EDEN FITRAT, ‘TEVHİD’E ULAŞTIRACAK BİLGİ’ OLARAK DA TANIMLANMIŞTIR.

FITRAT, İNSANIN BİZZAT KABULLENEREK YÜKLENDİĞİ KULLUK VAZİFESİ OLARAK DA TANIMLANMIŞTIR.

FITRAT ALLAH’IN DİNİ VE BU DİNİ KABULLENMEYE YATKINLIK DEMEKTİR.

İbadet Fıtrata Uyum Sağlamaktır - Hüseyin K. ECE

İNCELEME

İBADET FITRATA UYUM SAĞLAMAKTIR

Hüseyin K. ECE

Giriş
İslâm inancına göre insanın yaratılış sebebi bellidir. O da kulluktur. (Zariyat, 51/56. Ayrıca bak. Mülk, 59/2; Hûd, 13/7).
“Sizi sadece boş yere yarattığımızı ve sizin hakikaten huzurumuza geri getirilmeyeceğinizi mi sandınız?” (Mü’minûn, 23/115).
İnsan varlıklar arasındaki makamı kul olmaktır. Kulun da bir sahibi, bir bakanı, üzerinde tasarruf yetkisi olan bir velisi, bir hâkimi vardır. Sahibi olmadan ‘kul’ tek başına bir şey ifade etmez. İnsanın sahibi olduğuna göre; o hem mutlak bağımsız değil, hem de sorumludur. Yani sahibine karşı görevleri vardır. Sahipsiz kul olmayacağı gibi, sahibine karşı sorumsuz bir kulluk da düşünülemez. Zira kul her açıdan sahibine muhtaçtır.

İnsanın doğumu ve belli bir süre sonra ölümü onun başkasına muhtaç olduğunun en harika isbatıdır. Bunun için başka kanıta ihtiyaç yoktur. İşte insan doğuyor, çok kısa bir süre yaşıyor ve ölüyor. Üstelik bu konuda hiç bir dahli, hiç gücü ve hiç bir seçim imkânı yok.
Bu ‘kul’un dünyaya gelişi tesadüfen ve boşuna olmadığı gibi, buradan gidişi de tesadüfen ve sonuçsuz değildir. Evrende (zerreden kürreye) her şeyin bir görevi, -akılları olmasa bile- her varlığın bir fonksiyonu olduğuna göre; akıl ve irade sahibi insanın başıboş olması düşülemez. Yani insanın (kulun) görevleri vardır.

İnsanın görevleri
İnsanın kul olarak görevlerini birçok madde ile sıralamak mümkün. Ama biz burada bunları dört maddede özetlemek istiyoruz. Bunlar:
-Ma’rifet/anlamak,
-İman/kabul etmek-teslim olmak,
-İtaat/görevini yapmak-ibadet etmek,
-Muhsin olmak/aktif iyi olmak-cihad etmek.

a- Ma’rifet/anlamak
Allah’ı sıfatlarıyla ve fiillerinin tecellileriyle (sonuçlarıyla) tanımak insanın ilk görevidir. Buna ma´rifetullah denir. Bu bir anlamda Allah’ı ve O’na ait sıfatları hakkıyla anlamak, Allah’ın varlığını ve âlem üzerindeki tasarruf gücünü idrak edebilmek demektir.
İnsan Allah’ı göremez, ölçemez, herhangi bir nesneye dokunur gibi dokunamaz, bir şeyi inceler gibi inceleyemez. Ama O’nu sıfatlarıyla, fiilleriyle ve bunların kâinattaki tecellileriyle tanıyabilir, anlayabilir.
O’nun gücünün ve hükümranlığının eseri yerde ve göklerdedir. O’nun âyetleri evrende, insanda, Kur’an’da ve Peygamber mesajındadır. Kişi onlara bakar ve Allah’ı tanımaya, anlamaya, idrak etmeye çalışır.
Ma’rifet, sadece Allah’ı gereği gibi tanımayı değil, o aynı zamanda O’na gereği gibi bağlanmayı ve O’nun huzurunda edebini takınmayı da ifade eder.

b- İman ve itiraf etmek, kabul etmek ve teslim olmak
İnsan, marifet imkânını kullandıktan sonra, yani bir anlamda varlıkta Allah’ın rabliği ve ilahlığı ile karşılaştıktan sonra yapacağı şey, iman etmek, teslim olmaktır. Ya da O Rabbi açık bir şekilde itiraf etmesidir.
Teslim olmak sıradan bir pes etme değil; kabul etmek, benimsemek, itaat etmeye söz vermek, hatta itaatın bizzat kendisi, Allah’ın dışında her şeye kul olmaktan kurtulmadır.
İman etme, Kur’an ve Peygamber ile Allah’tan gelen her şeye inanma, onların doğruluğundan emin olma, karşılığında vadedilen şeyler hakkında şüphe içinde olmama, hakikate ulaşmadır.

c- İtaat: görevini yapmak-ibadet etmek
İnsanın Rabbine karşı üçüncü görevi itaattır.
İmanın gereği iman edilen bir yüce gücün karşısında itaat etmek, boyun eğmek, ondan gelenlere itiraz etmemek, emre muhalif davranmamaktır.
İtaat, inkıyad etmek; yani boyun eğmek demektir. Emre uyma, sözü dinleme, alınan emri yerine getirme, verilen emre göre hareket etme anlamlarına gelir.
Kur’an-ı Kerim diyor ki:
“Gökte ve yerde her ne varsa hepsi de isteyerek veya istemeyerek Allah’a teslim olmuşlardır.” (Âli İmran, 3/83).
Buradaki isteyerek kelimesi ‘itaat’ kelimesiyle ifade edilmektedir.
‘İtaat’ın karşıtı ‘isyan’dır. Allah, yarattığı ve nimet verdiği kullarının kendisine isyan değil ‘itaat’ etmelerini istiyor. Eğer insan âlemlerin Rabbine itaat etmezse; başka ilâhlara itaat edecektir.

d- Muhsin olmak: aktif iyi olmak-cihad etmek
İnsanın Rabbine karşı dördüncü önemli görevi muhsinlerden, yani aktif iyilerden olmaktır.
Muhsin, ihsan sahibi olan demektir. İhsan ise ibadette, Allah’ı görüyomuş gibi ibadet etmek, itikatta; Allah’ı sahih bir bilgi ile tanımak, ahlâkta ve günlük işlerde; her şeyi güzel ve yerli yerinde yapmak demektir.
Muhsin, bu üç anlamı da kapsar.
İman eden muhsinlerden (iyilerden) olmak için gayret eder. Zira ibadet ihsan ahlâkını kazanma çabasıdır.
Muhsin olmak aynı zamanda aktif iyi olmak demektir. Yani hem kendisi iyi olmaya çalışır, hem çevresini güzelleştirmeye gayret eder, hem de güzel ve iyi olan şeylerin yaygınlaşması için yoğun çaba sarfeder.
İhsan üzere hareket eden bir kimse, hayatın her alanına güzellikler, iyilikler, dostluklar yerleşsin diye aktif olarak çalışan kimsedir. O çok iyi bir hak savunucusu, iyi bir çevreci, iyi bir eğitimci, estetikten ve sanattan yana, temizlik sevdalısı, dostluk elçisi ve barış mücahididir.

İtaatın yerine getirilmesi: İbadet
İtaatın diğer adı ibadettir, kulluktur.
İslâm’da ibadet; niyete bağlı olarak yapılması sevap olan, özel bir şekilde yapılan, iman, itaat ve fiillerden meydana gelir. İnsanı yaratan ve ona her türlü nimeti veren Allah’a karşı bir ta’zimdir, bir kulluk borcudur.
İman da öncelikle olarak bir ibadettir. Değil mi ki insan Rabbinden gelen Vahy’e iman ediyor, Allah’tan gelen hükümleri ve ölçüleri kabul ediyor, onları hayatına hâkim kılmaya söz veriyor. Yani Rabbinin emirlerine itaat ediyor.
Yaratanla yaratılan (kul) arasındaki karşılıklı ilişki; Allah’tan insana vahy şeklinde, insandan Allah’a doğru ‘dua ve ibadet’ şeklinde gerçekleşir.
İslam’daki ibadet anlayışı, batıl dinlerde olduğu gibi bir tapınma değil, Allah’a karşı olan sevginin, saygının, azametine teslim oluşun, O’nun Rabliğini tasdik edişin dua, itaat ve belli hareketlerle ortaya konmasıdır.
İbadet; aynı zamanda nimetleri veren makama karşı şükrün yerine getirilmesidir. İtaat eden kul (abd), önünde boyun eğdiği Rabbinin yaptığı iyilikleri de bilmelidir. Verdiği nimetlere teşekkür ederek (veya şükrederek) kalpten ona bağlanmalıdır.
İman eden kimse, bütün kölelikleri, bütün yanlış kul ve kulluk anlayışlarını reddettiğini ilân etmiş olur. Çünkü gerçek Efendi’ye kulluğu unutanlar, yalancı mevlâlar (efendiler) bulurlar. Üçüncü bir yol yoktur.
Yani yeryüzünde eskiden veya şimdi ibadetsiz insan mevcut değildir.
Zira Allah (c) insanı böyle yaratmış, fıtratını böyle düzenlemiştir. Yemeğe, içmeye ve benzeri şeylere muhtaç olan insan, ibadet etmeye de muhtaçtır.

- İbadeti gerektiren sebepler
Burada niçin ibadet etmeliyiz sorunun cevabını, ya da ibadet görevinin genel ve özel sebeplerini sıralamak mümkün:
İbadeti gerektiren genel sebepler:
§ Yaratılışa anlam vermek.
§ Allah ile bağ kurabilmek.
§ Dünya hayatını düzene koymak.
§ Değerler dünyasına yükselmek.
§ İyi bir insan olabilmek.
§ Cenneti kazanmak.
§ Cehennemden kurtulmak.
§ Allah’a borçlu olduğumuz için.

İbadeti gerektiren özel sebepler
1- Allah (c) ibadete layıktır:
Şüphesiz ki müslümanların inandığı âlemlerin Rabbi Allah (c), ibadet edilmeye layıktır. Zira O mutlak yaratıcı, mutlak Veli (bakıp gözeten, sevip ilgilenen), he ralanda hüküm veren, rızık verici ve sonsuz iyilik edicidir. Her şeyi bilendir, her seyden haberdar olandır, insanın iyiliğini, insanın lehine ve aleyhine olanı bilendir.

2- Şükür için:
“Rabbiniz şöyle buyurmuştur: “Andolsun, eğer şükrederseniz gerçekten size (ni’metimi, mükâfatımı) artırırım ve andolsun eğer küfrederseniz, şüphesiz benim azabım pek şiddetlidir.” (İbrahim, 14/7).
Mü’minler bilirler ki Allah âlemlerden müstağnidir ve Samed’tir. Yani hiç bir şeye muhtaç değildir. İbadet kulun ihtiyacıdır. Nimet veren, çok çok iyilik eden O (c) olduğuna göre iyilik edene teşekkür edilir.
Din dilindeki ‘şükür’; Allah’ın ni’metinin etkisinin kulun dilinde ‘itiraf, dua, övgü ve zikir’ olarak, kalbinde ‘şahitlik ve muhabbet’ olarak, organlarında da ‘itaat etme ve boyun eğme’ olarak ortaya çıkmasıdır.
Şükür; ni’met vereni sevmeyi ve onu hoşnut edecek şeyleri yapmayı da kapsar. ‘Küfr’ ise, ni’met vereni inkâr edip onu gizlemektir.
‘Şükür’ aynı zamanda ni’meti bilmedir. Çünkü ni’meti bilmek, ni’meti vereni bilmenin yoludur. Kul ni’meti tanıdığı zaman, ni’metin sahibini de tanır. O’nu tanıyınca O’nu sevmeye başlar ve O’nun hoşlanacağı şeyleri yapmaya niyet eder.
Kul bu şuurla kimin önünde kulluk yaptığının farkında olur.
İnsan Rabbine herhalde borçludur. Bu borcun miktarını rakamlarla ifade etmek mümkün değildir. İnsan ne kadar çalışırsa çalışsın borcunu asla ödeyemez ödeyemez. Zaten Allah (c) kuldan borcunu ödemesini değil, borçlu olduğunu bilmesini, kul olduğunu itiraf etmesini istemektedir. Bu da şükürdür. Şükür insana gelip ulaşmış bir ni’mete karşı bir teşekkürdür.
Şükrün başı Allah’ı bilmektir (marifetullah’tır).

3- Allah’a yaklaşmak için:
Kul için manevi anlamda Allah’a yaklaşmak, Kur’an’ın deyişi ile mukarrabûn’dan (Vakıa, 56/11; Mutaffifîn, 83/21, 28) olmak son derece sevindirici, heyacan verici, arzu edilen bir hedeftir.
İnsan Allah’a üç vesile ile yaklaşabilir: Dua ile (Mü’min, 41/60; Enbiya, 21/88), Esmau’l-Hüsnâ ile (A’raf, 7/180), salih amel (ibadet) ile (Kehf, 18/110).

4- Hatırlananlardan olmak için:
İbadet etmenin bir başka amacı da unutulanlardan olmamak içindir.
Allah (c) insanlara; “Siz beni zikredin (anın) ben de sizi zikredeyim. Bana şükredin, fakat asla nankörlük etmeyin.” (Bakara, 2/152) diyor. Bir hadiste de aynı anlama vurgu yapılıyor (Müslim, Zikir/2-21, no: 2675).
‘Zikir’; Allah’ı anmak üzere yapılması veya söylenmesi tavsiye edilen, hamd, dua, ibadet ve övgü gibi fiiller ve sözlerdir.
Allah (c), mü’minlere kendisini sürekli olarak zikretmelerini emrediyor. Kur’an’daki bu zikretme emri çeşitli formlarda gelir.
İman eden bir kimse, evrenin her köşesine yerleşmiş olan sayısız âyetleri bakar, onların üzerinde düşünür, sonra da onların Rabbini hatırlar. Böylece imanı artar, Allah’ın varlığı ve uluhiyyeti (ilâhlığı) tekrar aklına gelir (Enfal, 8/2; Hacc, 22/35; Âl-i İmran, 3/190-191).
Allah (c) insanları, kendisini unuttukları için, kendi nefislerini unutturduğu kimseler gibi olmamak konusunda uyarıyor (Haşr, 59/19). Allah’ı kulluk, şükür, dua, sevgi, ta’zim, niyaz, tevbe ve istiğfar, tesbih ve tazarru ile hatırlayanları Allah (c) hesapsız ödüllerle, üstün nimetlerle, af ve bağışla, manevi dereceler vererek hatırlar. Allah’ı zikretmenin en güzel mükâfatı bu dünyada tatmin olmuş bir kalbe sahip olmaktır (Ra’d, 13/28).

5- Hayatın düzeni (mizan-denge) için:
İbadet etmenin beşinci gerekçesi; hayatın dengesini kurabilmek, kaostan düzene, bedbahtlıktan huzura, şekavetten saadete, ilkesizlikten nizama, gayesizlikten ulvi bir hedefe ulaşmak için.
“(O Allah) göğü yükseltti ve mizanı koydu. Tartıda taşkınlık edip dengeyi bozmayın.” (Rahman, 55/7-8).
Buradaki dengeyi tabiattaki denge olarak anlamak mümkün olduğu gibi, hayatın her alanındaki denge olarak da anlamak mümkün. Bunu adaleti gözetmekten, ölçülü davranıp davranışlarda dengeyi sağlamaya, haramlardan kaçınıp vücut dengesini sağlamaya, suçlardan uzak kalıp toplum dengesini korumaya kadar uzatabiliriz. Dengeli beslenme, dengeli harcama, dengeli sevme ve nefret etme, dengeli yaşama gibi şeyler de buna dâhildir.
Bu dengeleri sağlayabilecek imkân da Allah’ın koyduğu ölçülere, çizdiği sınırlara (Hudûdullah’a) uymaktır. Zaten Allah’ın koyduğu ölçülere uymak ibadettir. İbadet, insanın hayatına, hayatının her alanına bir denge ve bir düzen getirir.

6- Dareyn saadeti için:
İki dünyada da mutlu ve huzurlu yaşamak isteyenler Rabblerine kulluk etsinler. Başka tanrılara boyun eğmekten şiddetle kaçınsınlar. Mutluluk için uzun lafa, ardı arkası gelmeyen formüllere, cilt cilt kitaplara, işe yaramaz lakırdılara hiç gerek yoktur. Gerçek mutluluğu kişi ancak ve ancak Allah’a hakkıyla kulluk yaparak kazanabilir.
Allah’a hakkıyla kulluk edenler, O’nun insan ve toplum için uygun gördüğü ölçülere uyarak yaşayanlar dünyada ağız tadında, verimli, hoş ve mütevazı bir hayat yaşarlar. Öbür dünyada hem hesapları kolay olur, hem de sonsuz saadeti kazanırlar (Nahl, 16/96-97; Yunus, 10/26; Kehf, 18/88; Leyl, 92/5-7; Necm, 53/31).

7- Emaneti taşıma görevi:
Allah’a ibadetin bir başka gerekçesi insanın ‘emanet’i taşıma görevidir.
‘Emanet’ kavram olarak, maddi olsun manevi olsun bir şeyi veya bir değeri gönül huzuru ve güvenle başkasına teslim etmek ve aynı gönül huzuru ve eminlikle geri almaktır. ‘Emanet’ ayrıca, güvenilen bir kimseye koruması için geçici olarak bırakılan şeydir.
‘Emanet’ kişinin bulunduğu yere, imkânlara, yetkilere göre bir anlamda sorumluluktur.
Kur’an, dağların, göklerin ve yerin yüklenmeden kaçındığı ‘Emanet’i insanın yüklendiğini söylüyor (Ahzab, 33/72).
Buradaki ‘emanet’; Tevhid kelimesi ve gereği, akıl, kulluk veya Allah’a itaat, İslâm’ın insanlara teklifleri, kulluk, ruhí ve bedení kabiliyetler, ma’rifetullah, Allah’ın insanlara gönderdiği hak din ve onun yüklediği görevler, insanın yeryüzündeki halifeliği, emir ve yasaklar, adaleti yerine getirme, doğruluk (emin olma) şeklinde anlaşılmıştır.
İnsanın yüklendiği bu ‘emanet’, onun dünya hayatının sırrıdır, oluş sebebidir. Varlık, insanın emaneti taşıyıp taşımadığına göre bir anlam kazanmaktadır. İnsan, ‘emanet’in gereğini yapıp-yapmamakla denenmektedir. Bu bir anlamda ezelî sözleşmeye benzer (A’raf, 7/172).
Bu ‘emanet’ taşıma görevini de ancak hakkıyla ibadet edenler yerine getirebilirler.

8- Fıtratla buluşmak için:
İbadetin en önemli sebeplerinden biri de insan kendi aslıyla buluşabilmesi, fıtratına yabancılaşmamasıdır. Zira insanın yapısında, doğasında, yaratılışında; yani fıtratında ibadet ihtiyacı vardır.
İnsanın fıtratıyla uyum sağlaması da ancak ibadetle mümkündür.

Fatr/fıtrat nedir?
‘Fıtrat’ kelimesinin kökü ‘fatr’dır. ‘Fatr’ sözlükte, uzunlamasına yarmak, ikiye ayırmak, yaratmak, icat etmek, bir şeyi özellikleriyle ortaya koymak, bir şeyi meydana getirmek anlamlarına gelir. ‘Fıtrat’, buna ‘te’ harfinin ilavesiyle yapılan bir isim masdardır. Sözlükte, yaratılış, belli yeteneklere ve yatkınlığa sahip oluş, karakter, mizaç, doğal eğilim, huy gibi manaları vardır (R. Isfehânî, el-Müfredât, s. 575; Firuzâbâdî, Kâmûsu’l-Muhît, s.456).
Dini terim olarak fıtrat, “Allahu Teâlâ’nın mahlûkatı kendisini tanıtacak, insanı da mahlûkata bakarak Allah’ı bilip tanıyacak, iman edip ibadet edecek kabiliyet, hal ve istidat üzere yaratmasıdır.” (İbni Manzûr, Lisânu'l-Arab, 11/197).
Bu masdarın fail (özne) ismi olan ‘Fâtır’, Allah’ın güzel isimlerinden birisidir. ‘Fâtır’ kelimesi ile yine Yaratan manasına gelen ‘Hâlık’ arasında ince bir fark vardır. ‘Fâtır’ sıfatı ‘Hâlık’ sıfatının içindedir ve ilk defa yaratmaya başlayan demektir. Allah (c) için ‘Fâtıru’s Semâvâti ve’l arz-Gökleri ve yeri Yaratan’ denilir. (Fatır, 35/1; En’am, 6/14; Yûsuf, 12/101; İbrahim, 14/10 vd.).
‘Fatr’ veya ‘fıtrat’ ilk yaratılışı ifade ettiği gibi, devam eden bir yaratılışı da anlatırlar. ‘Fatr veya fıtrat’, bir şeyi yoktan ve örneksiz var etmek ve onu, belli bir hedefe doğru açıp-ortaya koymak, dal budak saldırmaktır ki ‘ibda’ (yoktan var etme) fiilinden sonraki aşamadır. Bu bakımdan Kur’an ‘fatr’ fiilini her zaman Allah (c) hakkında kullanmaktadır. Yaratılan, yokluğun içerisinden çıkartılanlar göklerdir, yerdir, insanlar ve diğer canlılardır (Zuhruf, 43/27; Enbiya, 21/56. Tâhâ, 20/72).

Hadislerde fıtrat
Hadislerde ‘fatr’ kökünden gelen pek çok kelime kullanıldığı gibi ‘fıtrat’ kelimesi de kullanılıyor.
Peygamber (s) şöyle dedi: “... Rabbim buyurdu ki: Ben bütün insanları fıtrat-ı selim üzere ve hanif inancında yarattım. Sonra şeytanlar onları yoldan çıkardılar. Benim helâl kıldıklarını onlara haram ettiler, bana şirk koşmalarını söylediler. Hâlbuki onların bu yaptıklarının hiçbir delili ve dayanağı yoktur... ” (Müslim, Cennet/63 (7207)).
Hz. Aişe’den (r) rivâyet edildiğine göre Hz. Peygamber (s) şöyle buyurdu:
“On şey fıtrattandır; 1- Bıyığı kısaltmak, 2- Sakalı uzatmak, 3- Dişleri temizlemek, 4- (Abdest alırken) suyu burnuna çekmek, 5- Tırnakları kesmek, 6- Parmak aralarını yıkamak, 7- Koltuk altını tıraş etmek, 8- Etek tıraşı yapmak, 9- Tuvalette su ile temizlenmek, 10- Hıtan sünneti olmak.” (Müslim, Taharet 56 (604); Ebu Davud, Tahare/29 (53); Nesâî, Zinet/1 (5053).
Bir başka hadiste ise şöyle buyuruluyor: “Fıtrat beştir veya şu beş şey fıtrattandır: Sünnet olmak, kasıklardaki kılları tıraş etmek, tırnakları kesmek, koltuk altı kılları almak ve bıyıkları kısaltmak” (Buhârî, Libâs/63, 64 (5890,5891), İsti’zân/51 (6297); Müslim, Ta¬haret/49-51 (507-599); Ahmed b. Hanbel, 7832).
Rasûlullah (s) buyurdu ki: "Miraca çıkarıldığım gece bana iki kadeh getirildi, birinde şarap diğerinde de süt vardı. Ben sütü aldım. Melek: "Seni fitrata irşad eden Allah'a hamd olsun. Eğer şarabı alsaydın ümmetin azmıştı" dedi." (Buhari, Eşribe 1 (5576); Müslim, İman/74 (424); Nesâî, Eşribe/41 (5660).
Allah’ın boyası ve fıtrat ilişkisi
“Allah’ın boyası... boyası Allah’tan daha güzel kim olabilir! Biz O’na ibadet edenleriz.” (Bakara, 2/138).
Burada Allah’ın kendi dinine boya adını vermesi mecazdır. Boyanın etkisi kumaşta nasıl ortaya çıkıyorsa, boya kumaşın en ince ayrıntısına nasıl siniyorsa ve o kumaşa kendi rengini, hatta adını veriyorsa, âdetâ kumaşı yeniden şekillendiriyorsa; dinin öngördüğü ameller ve anlayışlar da o dine bağlı olan kimseler üzerinde öylece görülür. Dinin getirdiği renk ve anlayış, o insanın hayatının her anında, her davranışında, her amelinde, her görüşünde ortaya çıkar. Din (inanç) her birine nüfuz eder, deyim yerinde ise, insanın ta iliklerine işler.
Daha önceden yahudiler, çocuklarını yahudi kalmaları için yıkarlarmış. Bu adet daha sonraları ‘vaftiz’ adıyla hırıstiyanlara geçti. Onlar, çocukları yedi günlük olunca kilisede sarı bir suda yıkarlar. Böylece onu kendi inançlarının boyası ile boyadıklarını, dinlerine kattıklarına inanırlar. Âyet onların bu kanaatini reddedip, asıl tabii boyanın Allah’ın insanın yaratılışına yerleştirdiği İslâm fıtratı olduğunu açıklıyor.
Allah’ın boyası demek, Allah’ın insanlar üzerinde yaratmış olduğu fıtratıdır. Bu da İslâm’dan başkası değildir (Kurtubî Tefsiri Terümesi, 2/362).
“Boyaların hası Allah’ın boyasıdır. Allah’ın boyası ‘fıtrat’, yani insanın doğasıdır. Fıtrat, insanın doğasına döşediği muhteşem altyapıdır. İnsanın tek doğal boyası budur, onun üzerine sürülen bütün boyalar sentetiktir. Zımnen: Müslüman olmak bir başka boya ile boyanmak değil, sentettik boyaları atıp kendi öz boyasına dönmektir.” (M. İslamoğlu, Meâl, s.52).
Kur’an, müslümanlara tam bir bağlılıkla İslâm bağlanmalarını, içte ve dışta olan amellerinin hepsini ona uydurmalarını, İslâmın onların bütün zamanlarında temel akide olmasını emrediyor. Öyleki Allah’ın boyası müslümanlar üzerinde belirgin bir sıfat olmalıdır. Bu da ancak İslâm’ın bütün emirlerine isteyerek ve severek bağlanmakla mümkün olur. Öyle ki din onda, tıpkı bir boyanın kumaşa nüfuz edip onun sıfatı olması gibi bir karakter haline gelir.
“Maddiyatta, tabiatta ve bütün kâinatta, dikkaz ediniz O’nun boyasından daha güzeli var mıdır? Ağaçlara ve otlara, bütün çiçeklere, bilhassa insanların simalarına ve göz renklerine şöyle bir göz atınız, onlardaki doğuştan boya ile insanların sonradan sürdüğü sun’î boyalar arasında kıymet ve güzellik bakımından ne kadar büyük fark olduğunu görürsünüz. Özellikle insanın bedenlerine sürülen ve yaratılışı bozan boyalar, ne kadar arizî, ne kadar çirkin ve yapmacık şeylerdir.
İşte maneviyatta, din ve ahlâkta da durum böyledir. Din fıtrî bir din, iman ilâhî bir iman, temizlik doğuştan bir temizlik, güzellik doğuştan bir güzelliktir...
İman ve dini bir boyaya benzetmek gerekirse, biz (müslümanlar) Allah’ın boyası olan fıtrî iman ile ve Allah (c) tarafından boyanmış olmayı üstün tutarız. Maddi ve manevi bütün temizlik çabalarımız ve güzelliklerimiz hep ilk doğuştan gelen temelin muhafazasına yöneliktir. İslâm dini ve tevhid imanı, insanların Allah tarafından boyanmasıdır. İman, en güzel Allah boyasıdır.” (Elmalılı, Tefsir, 1/426).
Tıpkı bunun gibi, Allah (c) insana İslâmı fıtrat yani yaratılış dini, doğal din olarak seçmiştir. Bu din, Allah’ın tabiatta yarattığı renkler gibi tabii, güzel ve eşyanın doğasına uygundur.
Kimileri fıtrat boyasını, tabii boyayı, ya da boyaların/renklerin en güzelini bırakıp, sun’î, yapmacık, doğal güzellikten uzak boyaların, insanların uydurduğu renklerin peşine düşerler. Ancak hayatlarının her bir alanında o sahte, o yapmacık, o tabii olmayan boyaların izleri, çirkinliği, iğretiliği görülür.

Fıtratın anlam sahası
Fıtrat, insanın doğuştan sahip olduğu bütün özelliklerini ifade eden bir terimdir.
Kâinattaki bütün varlıklar Allah’ın kendileri için var ettiği ‘fıtrat’ üzerindedirler. Her varlık, kendi tabiatının gereğini yapar, o çizgisinin dışına çıkmaz.
Buna insan da dâhildir.
Tohum veya çekirdek, kendinden çıkacak olan canlının özü ve özetidir. O türe ait bütün özellikleri kendi bünyesinde barındırmaktadır. Bir şeyin ilk defa yokluktan ortaya çıkışı veya bir maddeden (tohumdan) meydana gelişi bir ‘fatr’dır. Bunun ortaya çıkış biçimi veya taşıdığı özellikler de ‘fıtrat’tır. Her yaratığın ‘fıtrat’ üzere kazandığı özelliklere de onun ‘tabiatı/yapısı’ denir.
“O halde yüzünü, Allah’ı birleyen (bir hanif) olarak dine, Allah’ın fıtratına çevir; ki insanları bunun üzerine yaratmıştır. Allah’ın yaratışı için hiç bir değişme yoktur. İşte dimdik ayakta duran din (budur). Ancak insanların çoğu bilmezler.” (30 Rûm/30)
Bu âyette geçen ‘fıtrat’ı el-Ferrâ, Allah’ın boyası (sıbğâtullah; Bakara, 2/138) olarak açıklıyor. Allah (c) insanı işte bu fıtrat üzere yarattı ki, bu sayede Rabbini tanır (Meâni’l-Kur’an, 2/324).
Bunun insandaki inanma ve ibadet etmeye meyli ve kabiliyeti anlamına geldiği de söylenmektedir. Buradaki maksat, her kişinin kendine ait özelliği değil, bütün insanların insan olarak yaratılışlarındaki esas ve hepsinde ortak olan genel yaratılıştır.
Başta Selef ulemâsı olmak üzere âlimlerin önemli bir kısmı Kur’an ve hadislerde geçen fıtrat kelimesinin "İs¬lâm" anlamına geldiğini söylerler. Onlara göre insanların tabii, aslî ve fıtrî dinleri¬ İslâmdır. Daha sonra çev¬re tesirleriyle farklı dinlere yönelme fıtrattan sapmadır. Onlar, "Beş veya on şey fıtrattandır..." gibi hadislerin de bunu desteklediği görüşündedirler.
Bazılarına göre fıtrattan maksat Allah'ın Âdem'in neslinden, dünyaya gelmeden önce iman ettiğine dair aldığı ikrar ve mîsâktır (A'râf 7/172).
Fıtrat "hakkı be¬nimseme yatkınlığı" şeklinde anlaşılabilir (Kurtubî, s.2407). İnsanlar genellik¬le bedenî bakımdan olduğu gibi ruhî ve zihnî bakımdan da hissetmeye, algılama¬ya, doğru biçimde düşünmeye ve inan¬maya elverişli olarak dünyaya gelirler (H. Hökelekli, “Fıtrat” mad., DİA, 13/47-48).
Peygamber (s) buyuruyor ki:
“Her çocuğu annesi fıtrat üzere dünyaya getirir. Onun bu hali konuşma çağına kadar devam eder, sonra anne-babası onu hırıstiyan, yahudí, mecusi (ateşe tapan) yapar. Eğer anne-baba müslümansalar, çocuk da müslüman olur.” (Müslim, Kader/24-25 (6760-6761); Ebu Davud, Sünnet/18 (4714); Tirmizí, Kader/5 (2138). Ahmed b. Hanbel’in rivâyetinde: “İsterseniz Rûm Sûresi 30. âyeti okuyunuz” ilavesi vardır. Müsned, 7730).
İbni Esir’e göre, buradaki fıtrat, insanın kendi soyunun özellikleri ve ilâhî dini kabul etmedeki doğal eğilimdir. Çocuk kendi haline bırakılsa İslâmdan başka dinlere meyletmez. Kimilerine göre fıtrat, her doğan Allah’ı bilme ve ikrar etme kabiliyeti ile doğar. Velev ki bunu şartlar gereği başka bir isimle nitelendirse dahi. (İbnu’l-Esir, en-Nihâye fi-Garibi’l-Hadîs, s.698).
İbni Teymiyye gore ise buradaki fıtrat, Allah’ın insanları üzerinde yarattığı şey, yani İslâm’dır (İbni Teymiyye, Fetevâ, 4/125).
“Allah’ın insanı üzerinde yarattığı fıtrat, her insanın özüne yerleştirilen iyiye, doğruya ve hakikate eğilimdir. İnsan bir amaç için yaratılmıştır. Bu amaç yeryüzünde hayatın tevhid ve adalet ekseninde inşasıdır. Kur’an insana bu misyonundan dolayı ‘halife’ adını veriyor. Fıtrat, insanın yaratılış amacını gerçekleştirecek donanım ve altyapıya sahip olmasıdır. “O her şeye yaratılıştan en güzel olma, kemâlinin bulma (yeteneği) vermiştir.” (Secde, 32/7) âyeti bunu ifade eder.”Allah’ın boyası” işte budur. Bu boyayı, üzerine sürülen bir başka boya ile değiştirmek, sadece fıtratın üzerinin örtülmesi değil, aynı zamanda onun üzerine inşa edilecek inancın amacından sapmasına yol açar.” (M. İslâmoğlu, Meâl, s.799).
“Fıtrat terimi, bu bağlamda, insanın doğru ile yanlış, gerçek ile sahte/düzmece arasında ayrım yapabilmesine ve böylece Allah'ın varlığını ve birliğini kavrayabilmesine imkân veren, doğuştan edindiği sezgisel yeteneği ifade eder.” (M. Esed, s.826).
Bütün insanlar saf, temiz, hakkı seçmeye meyilli bir şekilde yaratılırlar. Ancak onu eğitim, çevre ve dış etkenler değiştirir, fıtrattan uzaklaştırır, ya da fıtrata uymayan davranışları yapmasına sebep olur.
İnsan bedenine ait bütün organlar ve organların görevleri, her bir uzvun görevi hiç şaşırmadan yerine getirmesi birer fıtrattır. Gözün iyi görmemesi, kulağın iyi duymaması, ayağın topal, kolun solak olması genellikle sonradan gelen bir arızadır.
İnsanlar, güzel, doğru, Hakk’a uygun, adaletli, isabetli iş yapıyorlarsa, merhametli, şefkatli ve iyiliksever iseler, hatalarından dolayı pişman oluyorlarsa, insanları, hayvanları, tabiatı, çocuklarını, düşkünleri seviyorlarsa, ana-babalarına ve başkalarına iyilikte bulunuyorlarsa; fıtratlarının gereğini yapıyorlar demektir.
Bunların tersi fıtrata ters düşmektir. Kötü, çirkin, yanlış iş yapanlar, zalim ve merhametsiz olanlar, günaha düşenler ve isyan edenler, inançsız olanlar veya yalancı tanrılara ibadet edenler temiz fıtratlarından uzaklaşanlardır.
Fıtrat, Fâtır olan Allah’ın insanlara ve varlıklara yoktan var ederek verdiği kabiliyet, onlara ait proğramdır. Allah’ı tanıma ve O’na ibadet etme eğilimi, ruh temizliği, olumlu yetenekler ve benzeri şeylerdir. Kısaca fıtrat, “insanın doğasına döşediği muhteşem altyapıdır.”
İnsana düşen bu temiz fıtratı tanımak ve ona uygun davranmaktır.

Fıtrat ve İslâmî davet
İslâma davet bir anlamda insanları kendi gerçeklerine davet, Allah’a kulluk, güzel davranışlarda bulunmak, Rabbi tanıyıp O’na itaat; fıtratla buluşma, fıtratla aynileşmedir.
İslâmın genel hedefi, insanları Allah’ın dışında tanrı haline getirilen şeylere ibadetten, insanları kullara kulluktan kurtarmaktır.
Peygamberlerin tebliği aslında insanları kendi fıtratlarına ve bununla birlikte saadete bir davettir. Onlar bu davet faaliyetini bir cihad ibadeti olarak uygulamaya koymuşlardır. Müslümanların cihad faaliyeti de, kendi çevrelerinde insanlara, yaratılışlarına uygun olarak inanma, fıtratlarını tanıma ve kullara kulluk zilletinden Allah’a kulluk izzetine yücelme ortamını sağlar.
Cihad ibadeti insanlar ile İslâm arasına girmiş olan engelleri ortadan kaldırıp, onları kendi fıratları ile yüzyüze getirme çalışmasıdır.

İlk Ahid (Söz) ve Fıtrat İlişkisi
Kur'an'ın haber verdiğine göre Allah (c) bütün insanlardan, kendisini Rab olarak bilip, yalnızca kendisine kulluk edeceklerine dair söz almıştır (A'raf, 7/172-173).
Bu olayın da ne zaman, nerede ve nasıl gerçekleştiğini bilmiyoruz. İnsan, kendine ait en küçük parça olan hücreyi ve onun yapısını, içinde saklanılan hayatı, o hücrelerin taşıdığı gizemleri düşündüğü zaman bu sahnenin büyüklüğünü daha iyi anlar.
İnsan henüz gözle görünmeyen bir hücre/zerre halinde iken Allah'ın hitabına kavuşuyor. Yüce Yaratıcı, o hücreye hem ne yapacağını, yani fıtratını öğretiyor, hem de fıtratın bir gereği olarak Rabbini tanımaya söz vermesini istiyor.
Küçücük hücrelerde koca bir hayat gizli... O zerreler zaman içerisinde gelişecek, oluşumunu tamamlayacak ve insan denen varlık meydana gelecek. O hücre içinde, hücreden meydana gelecek olan insanın vicdanı saklı. Allah (c) o vicdanlara sesleniyor, yani yaratılışta olan kabiliyete, fıtratta olan şeye... (Seyyid Kutub, Fi Zilali’l-Kur’an, 3/1392).
İnsan belli bir zamandan önce bir hiç iken, doğal üreme yoluyla dünyaya geliyor ve gelişim göstererek insan halini alıyor. Bu olay temamen kandi iradesi dışında Yüce Yaratıcının takdiri, tedbiri ve kudretiyle oluyor. İşin bu aşamasında insan, yaratıcıya karşı itiraz edemiyor. Bu dönemde ne inkar vardır, ne de nankörlük. Herkes bu noktada fıtrat kanuna bağlı olarak gelişir.
Bu gelişim süreci boyunca insan Rabbinin kanununa uyuyor. O'nun emrinin dışına çıkmıyor, yalnız O'ndan yardım ve destek görüyor. Bütün benliği de bunun böyle olduğuna şahitlik ediyor. Hz. Adem'den beri bütün insanlar Rabbinin kendilerine verdiği bu fıtratı, bu doğal gelişimi kabul etmekle, Rabbi ile kendi arasındaki fıtri sözleşmeyi yapmış olurlar.
Bir anlamda herkes bu doğal sözleşmeye imza atmış olarak doğar (Elmalılı, Tefsir, 4/167-168).
Acaba insandan alınan ahd (söz) onun fıtratı yerleştirilen Rabbini tanıma ve O'na kulluk yapabilme yeteneği midir?
Bazı tefsircilere göre burada insanların şahit tutulması ve ahd alnması olayı semboliktir. Allah (c), insanları fıtratlarının başlangıcında tevhid inancını ve Allah'ın Rabliğini anlayacak, İslamı benimseyecek kabiliyette yaratmış olduğunu böyle sembolik bir dille (temsili olarak) anlatmaktadır.
Şöyle ki; Allah (c) insana akıl ve basireti (uzak görüşlülüğü) doğuştan verir. Bunlar için de iç dünyasında ve insan varlığının dışında (evrende) sayısız deliller (âyetler) var eder. Böylece insanı mükemmel bir şekilde donatıp kendi Rabliğini bilmeye yöneltir. İnsanlar da doğuştan sahip oldukları bu donanımlarla Allah'ı tanımaya yönelirler.
Âyet, âdemoğullarının, atalarının bellerinden süzülüp alındığını, onların içine Allah'ı tanıma duygusu verildiğini, insanın bu fıtrat ile Rabbini tanıdığını haber vermektedir. Bu da insandaki Allah inancı yaratılıştan gelen bir şey olduğunu gösterir (S. Ateş, Tefsir, 3/413).

İbadet etmek, fıtrata uyum sağlamaktır
İnsanın yapısı, fıtratı Rabbini tanımaya, O'na kulluk yapmaya, O'nun tekliflerini yüklenmeye, gereklerini yapmaya müsait bir şekilde yaratılmıştır. Alemlerin Rabbine inanıp teslim olmak, yaratılışın gereğidir. Bu, insan için olağanüstü bir yük, anlaşılmaz ve karmakarışık bir bilmece değil, tam tersine fıtratın gereği, doğal sonucudur.
İnsan itaat etmeye de, isyan etmeye de kabiliyetlidir (Şems, 91/7-8). Fıtrattan ayrılmayan, bozulmayan kimse Allah’ın âyetlerine kulak verir, gereğini yapar. Şeytan ve fıtrata aykırı dış faktörler insanı bu durumdan uzaklaştırırlar.
İnsanın yapısı (fıtratı) inanmaya, ibadet etmeye, yüce bir varlığa bağlanmaya elverişli olduğu gibi, yüce değerlere ve olgun ahlâka da yatkındır. Bazı insanları ahirete iman etmedikleri halde, güzel ahlâk sahibi, dürüst ve iyiliksever görüyorsak; işte bu fıtrattandır. Fıtratta saklı olan asalet bir şekilde günyüzüne çıkmaktadır.
İslâm’a göre inanmanın ve ibadet etmenin iki kaynağı vardır :
Birincisi insandaki bu fıtrat’tır. İnsanın tabiatı Allah’ın dini İslâmı kabul etmeye, onu uygulamaya, Allah’ın emirlerine uymaya; kısaca yalnızca Allah’a ibadet etmeye uygundur.
İnanmanın ve ibadet etmenin ikinci kaynağı, insanın kendi çabasıyla ve iradesiyle inanması ve kendi arzusuyla ibadet etmesi, ya da bunu harici etkilerle elde etmesidir.
Allah (c), fıtrat’a zıt özelliklerin ve anlayışların bulunduğu yerlerde elçileri aracılığıyla Din gönderir ve insanları öz fıtratlarına uygun davranmaya çağırır.
İnsanın kendi fıtrat’ına uygun olarak Allah’ı bir bilip O’na kulluk etmesi de ‘hanif’liktir.
Tam burada insanın ezeli sözleşmesini hatırlamak gerekiyor (A’raf, 7//171-172).
Kur’an'a göre, Mute‘âl Kudret'in varlığını sezme, algılama yatkınlığı insanda yaratılıştan (fıtrat) var olan bir hususiyettir; sonradan, kendini-beğenmişlik, nefsine-düşkünlük gibi arızî duygular eliyle ya da yoldan çıkarıcı çevresel etkilerle üzeri örtülebilir, bulandırılabilir olsa da, böyle içsel, sezgisel bir idrak imkânının varlığıdır ki, akıl sahibi her insanı Allah'ın önünde “kendi hakkında tanıklık yapma”ya yöneltmektedir.” (M. Esed, Meâl s.310).
İnsanın fıtratı ezelî söyleşmeye uygundur. Ya da ezelî sözleşme insanın fıtratında saklıdır.
Allah (c) insanları kendi fıtratlarına uygun davranmaya davet ediyor. Bu fıtrat da Allah’ın insanlara gönderdiği İslâm’a inanıp ona uygun yaşamaktır.
“İslâm, insanların dünya ve ahiret mutluluğunu temin eden bir ‘inanç ve ibadetler bütünü’ değil sadece; aynı zamanda bütün varlığa ve kainata hâkim olan yaratılış yasasının, tabii durumun ve aslî halin adıdır. Yaratıcı’ya boyun emek ve O’na teslim olmak sadece insanın doğal tavrı değil, aynı zamanda insan dışındaki canlıların ve evrenin de tavrıdır (Hac, 22/18).
İslâm olmak, sadece dinler içinde bir dini benimsemek değildir. O, aynı zamanda varlığın temelindeki hakikati kavramak, tabiata ve evrene hâkim olan yaratılış nizamına uygun davranmak, gördüğü ve görmediği, canlı ve cansız olarak isimlendirdiği bütün varlıklarla birlikte ayn hakikati terennüm etmek demektir.
Şu halde müslüman, yaradılıştaki safiyetini muhafaza eden ve onun herhangi bir yabancı unsur tarafından bulandırılmasına izin vermeyen, fıtrat yasalarına teslim olmuş kimsedir.

Sonuç
İslâm, insanların her alanda temiz fıtratlarına uygun hareket etmelerini istiyor. Bu bakımdan vücudun şeklini değiştirmeyi, kadınların erkeklere, erkeklerin kadınlara benzemesini, canlı türlerine onları bozmak üzere el atmayı ‘fıtrata müdâhele’ olarak değerlendirip hoş görmemektedir.
İnsan aklı ve yüreği ile fıtrat üzere kaldıkça veya dış etkenler tesir etmediği müddetçe, onun fıtratında Âlemlerin Rabbine teslimiyet vardır. Ancak, hayatına İslâm’ın hâkim olmadığı kimseler şeytanın saptırmasıyla bu kabiliyetlerini ters yönde kullanırlar.
Öyleyse inanmak ve ibadet etmek, fıtrattır, ya fıtrata uygunluktur. Bunun tersi fıtrata aykırıdır ve insan bünyesinde arızadır. Kendi fıtratlarını yeterince tanıyanlar, Allah’ı bırakıp başka tanrılara tapınmazlar.
Allah’a itaat edenler fıtratlarının gereğini yaparlar. Ya da onlar fıtratlarıyla buluşurlar. Bu da insanın kendi kendine yabancılaşmasını önler.

MÜSLÜMAN: YARADILIŞTAKİ SAFİYETİNİ MUHAFAZA EDEN VE ONU BULANDIRMADAN FITRAT YASALARINA TESLİM OLAN KİMSE.

İNSAN VARLIKLAR ARASINDAKİ MAKAMI KUL OLMAKTIR. KULUN DA BİR SAHİBİ, ÜZERİNDE TASARRUF YETKİSİ OLAN BİR VELİSİ, BİR HÂKİMİ VARDIR.

İNSAN ALLAH’I GÖREMEZ, ÖLÇEMEZ, O’NA DOKUNAMAZ. AMA O’NU SIFATLARIYLA, FİİLLERİYLE VE BUNLARIN KÂİNATTAKİ TECELLİLERİYLE TANIYABİLİR.

‘İTAAT’IN KARŞITI ‘İSYAN’DIR. ALLAH, YARATTIĞI VE NİMET VERDİĞİ KULLARININ KENDİSİNE İSYAN DEĞİL ‘İTAAT’ ETMELERİNİ İSTİYOR.

EĞER İNSAN ÂLEMLERİN RABBİNE İTAAT ETMEZSE; BAŞKA İLÂHLARA İTAAT EDECEKTİR.

İBADET; İNSANI YARATAN VE ONA HER TÜRLÜ NİMETİ VEREN ALLAH’A KARŞI BİR TA’ZİMDİR, BİR KULLUK BORCUDUR.

İSLAM’DAKİ İBADET, ALLAH’A KARŞI OLAN SEVGİNİN, SAYGININ VE O’NUN RABLİĞİNİ TASDİK EDİŞİN ORTAYA KONMASIDIR.

İBADETİN EN ÖNEMLİ SEBEPLERİNDEN BİRİ DE İNSAN KENDİ ASLIYLA BULUŞABİLMESİ, FITRATINA YABANCILAŞMAMASIDIR.

İNSANIN YAPISINDA İBADET İHTİYACI VARDIR. İNSANIN FITRATIYLA UYUM SAĞLAMASI ANCAK İBADETLE MÜMKÜNDÜR.